Kimdir

Fıkhî Tefsirler

Fıkhî Tefsirler: Fıkhî tefsir, Kur’ân-ı Kerîm’in amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir koludur. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm’ın ilk temel kaynağı olan Kur’ân’ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini temin etmektir. Biliyoruz ki Kur’ân-ı Kerîm’in genel olarak üç yönü vardır: İtikad, ibadet ve ahlak. İtikad ve ahlâk yönü incelenirken, felsefî, kelâmî ve tasavvûfî tefsirler de gelişmiştir. İnancın ve iyi huyların amellerle takviye edilmesi gerekir. Çünkü inanç ve ahlâk, amelle kuvvetlendirilmedikçe, zayıflar, sonunda yok bile olabilir. Böyle bir duruma düşmemek için, Allah’ın emrettiği hareketlerde bulunmak, ona karşı kulluk vazifelerimizi yapmak, insanlarla olan her türlü münasebetlerimizi düzenlemek icâb eder. Fıkhî tefsirin konusu Kur’ân’ın ahkâm, yani amellerle ilgili yönü olduğuna göre, Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin anlayabileceği şekilde bulunan muhkem fıkhî âyeteri, sıralayıp tespit etmek, müfesirin kendi ilmî kudret ve kabiliyetine bağlıdır. Bu sebepledir ki bu gibi eserlerde ele alınan âyetlerin sayısının birbirini tutmaması, bu işin müfessirierin kabiliyetine bağlı bir husus olduğuna delâlet eder. Meselâ, el-Cassâs, meşhur Ahkâmu’l-Kur’ân’ında 1000 den fazla âyeti incelerken, İbn Arabî 800 küsur âyeti, M. Sıddık Hasan Hân da 250 ye yakın âyeti eserlerinde incelemişlerdir. Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır. Kur’ân’daki ahkâm âyetleri hakkında tâm bir birlik yoktur. Bu rakam 500-1000 arasında değişmektedir. Daha doğrusu bunları bir sayı İle sınırlandırmanın mümkün olamayacağını söyleyebiliriz. Zira bu âyetlerin sayısı kişinin ilminin genişliğine ve görüşünün derinliğine bağlı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. İfrat ve tefrîtlerden kaçınılırsa bu sayının, İslâm’ın ilk devirlerinde de denildiği gibi, 500 civarında olduğunu söyleyebiliriz.

Kur’ân-ı Kerîm’in fıkhî yönü hakkında bir fikir vermesi bakımından, Abdulvahhab Hallâfın “İlmu Usûli’l-Fıkh, s. 32-33” ve Ali Şafak’ın “İslâm Hukukunun Tedvini s. 12” adlı eserlerinde, ahkâm ayetlerinin bugün kullandığımız modern hukukun sahalarına göre ayırımı yapılmıştır:

İbâdet Hükümleri: Namaz, oruç, hac, adak, yemin… vs. gibi, insanın Rabbine karşı olan vazifelerini düzenleyen âyetler: 140 ayet.

Aile ve Miras Hukuku: 70 ayet.

Borçlar Hukuku: Alışveriş, kira, rehin, kefalet, ortaklık, borçlanma ve taahhüt gibi işleri düzenleyen âyetler: 70 ayet.

Ceza Hukuku: 30 ayet.

Usûl Hukuku: 13 ayet.

Anayasa Hukuku: 10 ayet.

Devletler Hukuku: 25 ayet.

İktîsadî, Mâli Hukuk: 10 ayet.

Görüldüğü gibi 368 sayısını bulan âyetler, bugün kullandığımız modern hukukun bütün dallan ile ilgili hükümler getirmiştir.

Kısacası, Kur’ân’ın, amel ve hareketle ilgili yönünden, İslâm’da fıkıh ilmi doğmuş, onun sırf bu cephesini ele alan fıkhî tefsir hareketi, İslâm’ın muhtelif bölgelerinde çeşitli isimler altında ortaya çıkmıştır. Fıkhî tefsirleri “Ahkâmu’l-Kur’ân”, “Fıkhu’l-Kur’ân”, “Tefsiru Âyâti’l-Ahkâm” adları altında görmemiz mümkündür. Bütün bunlar, isimleri değişik olsalar da Kur’ân âyetlerinin fıkhî yönden yapılmış tefsirleridir.

Zaman ve mekanla değişiklik arzeden tefsir ilmi, insan tefekkürü geliştikçe ve hâdiseler çoğaldıkça bütün bunları bünyesine almaya çalışacak, tabiatiyle hacmi de genişleyecektir. Her görüş erbabı ve meslek sahibi, Kur’ân’ı kendi yönünden ele alacak ve inceleyecektir. Küllî emir ve prensipleri ihtiva eden ahkâm âyetlerinin, hayata hemen tatbik edilmesi icâb ettiğinden, Kur’ân, Hz. Peygamber’e indirildiği günlerden itibaren, tefsiri üzerinde durulması gerekmiştir. Kısacası, fıkhî tefsir hareketinin, Kur’ân’ın nüzulü ile başladığını söyleyebiliriz.

Ahkâmu’l-Kur’ân veya Fıkhî tefsirlere âit müstakil eserler meydana gelinceye kadar geçen Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîler devrine âit fıkhî tefsir malzemesine bol miktarda rastlamak mümkündür. Kur’ân’da mücmel, kapalı olan ayetlerden birçoğu onları açıklayıcı mahiyette (mübeyyen) olan âyetlerle tefsir edilmiştir. Onun içindir ki Kur’ân’ın en iyi ve en sağlam tefsiri yine Kur’ân ile olan tefsiridir. Bundan sonra makbul olan tefsir ise şüphesiz kendisine vahiy gelen zâtın yanî Hz, Peygamber’in bazı âyetler hakkında yaptığı açıklamalar olacaktır. Çünkü o, Kur’ân’ı en iyi bilendir. Fıkhî tefsirde, Kur’ân’ın Kur’ân ile veya Hz. Peygamber’in sözleriyle olan açıklamaları çok önemlidir. Ahkâm âyetleri genellikle küllîdir. Bu konuda kanun koyucunun veya seçtiği elçisinin açıklaması olmadan, yaradanımıza ve hemcinslerimize karşı günlük kulluk görevlerimizi yerine getirmek mümkün olmayabilir. Kur’ân bizzat kendinin tefsir edilmesini istemiş, Hz. Peygamber’i tebliğ ve tebyin vazifesi ile görevlendirmiştir. Zaten Hz. Peygamber’den gelen tefsir haberleri daha ziyâde amelî hükümlere ve ibâdetlere dâir olan mücmel ve küllî âyetler hakkındadır. Ahkâma dâir olan bu emir ve nehiyler her ne kadar Kur’ân’da açık bir şekilde gelmiş ise de, bunların nasıl ve ne şekilde yerine getirilecekleri açık olarak bildirilmemiştir. Bundan dolayı bu nevi mücmel âyetlerin, ya mübeyyen âyetlerle veya Hz. Peygamber’in sünneti ile tefsir edilmeleri gerekli idi.

Bu konuya âit bazı örnekler vermemiz yerinde olacaktır. Daha önce de söylediğimiz gibi, bütün tefsir medreselerinde olduğu gibi, fıkhî tefsirlerde de en sağlam tefsir Kur’ân’ın Kur’ân ile olan tefsiridir. Bazen mücmel olan bir ahkâm âyeti   ya   aynı    sûredeki   veya   başka   bir   sûredeki   mübeyyen   bir âyetle açıklanmıştır. Meselâ, Mâide Sûresi’nin 1. “…Haram kılınanlar müstesna olmak üzere davarlar size helâl kılınmıştır…” âyetinde, haram kılınanların neler olduğu zikredilmemektedir. İki âyet sonra “Kendiliğinden ölen hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adı ile kesilen, boğularak, vurularak, veya sürüklenerek ölen, canavar tarafından parçalanan hayvan haram edilmiştir.” denilmek suretiyle, ilk âyette zikredilmemiş olan haram şeyler, Kur’ân’da açıklığa kavuşturulmuştur. Keza, Târik Sûresi’nin 2. “Geceleyin gelenin ne olduğunu bilir misin?” âyetindeki bilinmeyen hususu 3, âyetteki “O parıl parıl parlayan bir yıldızdır” ifadesi açıklığa kavuşturmaktadır.

Kur’ân’da mücmel olup, sünnetle izah edilmiş olan kelimeler de açıklayıcı mahiyettedir. Meselâ, Kur’ân’da birçok yerde “Namaz kılınız” buyrulmaktadır. Bu âyetlerle namaz kılmamız açık bir şekilde emredilmektedir. Arap dilinde “Dua etmek, uyluk kemiklerini hareket ettirmek” mânâlarına gelen “Salât” kelimesini, namaz ibâdetinin nasıl îfa edileceğini Hz. Peygamber anlatmış ve tatbikatı ile açıklığa kavuşturmuştur. Aynı husus “Zekât”, “Oruç”, “Hac” ibadetleri için de bahis konusudur. Sahabenin Hz. Peygamberden on âyetin mânâsını ve tatbikatını öğrenmedikçe diğerlerine geçmediklerine dâir haberler bize kadar ulaşmıştır. Zaten Kur’ân’da ahkâm âyetleri nazil oldukça, Arap dili selikasına sahip olan sahabe, bu fıkhî âyetlerin birçoğunu anlayabiliyordu. Anlayamadıkları hususları da Hz. Peygamber’e soruyorlardı. Açıklanması gereken Kur’ân âyetlerini, Hz. Peygamber’in tefsir ve izahı genellikle, umûmu tahsis, müphemi tayin, mutlakı takyîd, mücmeli beyân, müşkili tavzih, nâsih ve mensûhu tesbit… vs, suretiyle oluyordu.

Meselâ, Mâide Sûresi’nin 3. “…Ölü, kan… üzerinize haram kılınmıştır” âyetiyle bütün ölü eti ve kan, hepsinin birden haram kılındığı anlaşılmaktadır. Fakat, Hz. Peygamber bu âyeti açıklarken, ölü etlerinden balık ve çekirgeyi, kanlardan da ciğer ve dalağı istisna ederek, bunların yenilebileceğini söylemiş ve âyeti tahsis etmiştir. Keza Müzzemmil Sûresi’nin 20. “Kur’ân’dan size kolay geleni okuyun” âyetiyle mutlak olarak Kur’ân’dan herhangi bir âyetin okunması namazda kâfi geleceği ifade edildiği halde, Hz. Peygamber “Fatiha Sûresi’ni okumayanın namazı yoktur” buyurarak, yukarıdaki âyeti takyîd etmiş ve namazların her rekatında Fâtiha’nın okunması kaydını koymuştur.

Hz. Peygamber’in her nekadar, gaybî haberlere, bir takım uhrevî ahvale, ahbâr ve kıssalara âit tefsir ve izahları varsa da, fıkıh mevzularına göre tertib edilmiş hadis mecmuaları ile ahkâm hadislerini toplayan eserler, genellikle onun, fıkhî tefsir açıklamaları ile doludur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabenin bir mesele hakkında müracaat edecekleri yegane merci Kur’ân ve sünnet idi. Aradıklarını Kitap ve sünnette bulamazlarsa içtihad ediyor, kitab ve sünnete uygun kaidelerin ışığında amelde bulunuyorlardı. Onlar Hz. Peygamber’den sonra, Kur’ân’ın tatbikatı ile alâkalı amel yönü ile daha fazla ilgilenmişlerdi. Kur’ân’ın tatbikî hükümlari ile ilgili olmayan, kelâm ve edebiyat yönleriyle meşgul olmaktan uzak durmuşlardır. Bu bakımdan Kur’ân’ın fıkhî yönü, diğer tefsir yönlerine nazaran daha fazla işlenmiştir.

Sahabe ahkâm âyetleri üzerinde bazen ittifak ediyor bazen de âyetin anlaşılmasında ihtilâf ediyorlardı. Meselâ, Hz. Ömer ile Hz. Ali, kocası ölen hâmile bir kadının iddeti hususunda ihtilaf etmişlerdi. Hz. Ömer bu kadının iddetinin, çocuğunu doğurması ile tamam olacağını söylerken Hz. Ali ise, hamilelik iddeti ile vefat iddetinden hangisi uzunsa, onu bekleyeceğini söylemiştir… Böyle bir ihtilâfın sebebi, Kur’ân’daki umûmî iki nassın birbirine karşı gelişidir. Yüce Allah, hâmile olan mutallakanın iddetini, çocuğun doğması ile tamam kıldı. Vefat iddetini tafsil etmeksizin 4 ay 10 gün kıldı. Hz. Aii bu âyet­lerin ikisi ile birlikte amel etme yolunu tercih ederek, şu iki âyetten her biri, diğerinin umumunu tahsis etmektedir, diyor. Hz. Ömer ise talâk âyetinin vefat âyetini tahsis ettiği kanaatine varmıştır. Burada Hz. Ömer’in görüşü uygun görüldü. Zira, Sebia bintü’l-Hâris hâmile iken kocası ölmüş ve ölümünden 25 gün sonra doğum yapmıştı, Hz. Peygamber, onun çocuğunu doğurmasından sonra tekrar evlenmesini uygun görmüştü. Bu örnek de Hz. Ömer’in görüşünü teyid etmektedir.

Burada, yine İbn Abbas ile Zeyd b. Sabit arasnda, geriye kocası ile ana ve babasını bırakan bir kadının ölümü ile mirasını taksim etme hususunda meydana gelen ihtilâfı da örnek verebiliriz. îbn Abbas bu konuda şöyle fetva verdi: Koca için 1/2, ana için 1/3, baba da geriye kalanı alacaktır. Böyle bir hükme Nisa Sûresi’nin 11. “…Ölenin çocuğu yoksa, anası babası ona vâris olur, anasına 1/3 düşer…” âyetinin zahirine bakarak ulaşmıştır. Zeyd b. Sabit ve onunla aynı görüşte olan sahabe, koca için farz hakkını verdikten sonra, ana ve babayı, erkek ve kadın gibi telâkki ederek “Erkeğe iki dişinin hissesi” âyetinin ışığı altında fetva vermişlerdir. Sahabe arasında, Kur’ân nasslarını ihata eden hârici delilleri anlayıştan doğan bu tür ihtilâflar olmuştur. Böyle bir ihtilafa rağmen taraflardan her biri sadece hakkı taleb eder. Eğer hak karşı tarafta zahir olursa, karşı tarafın görüşünü alır ve onu kabullenirdi. Bazı âyetlerin tefsiri hususunda re’y ve içtihada başvuran sahabe arasında farklı içtihadların olması tabiîdir. Şunu da söyleyelim ki, sahabe arasındaki bu ihtilâflar, sonraki devirlere nisbetle çok az sayılır. Böyle bir şeyde onların re’y ve içtihâdlarında istişareye başvurmalarının mühim bir tesiri olmuştur. Çok defa sahabe ayrı ayrı vermiş oldukları kararları, biraraya geldikleri zaman müzâkere eder, hataları varsa düzeltirlerdi. Böyle bir yol, daha sonraları terkedilmiş ve ihtilâflar çoğalmıştır.

Meselâ, Hz. Ömer, teshindeki illetin ortadan kalktığını ileri sürerek, Tevbe Sûresi’nin 60. âyetindeki zekâtın sarf mahallerinden biri sayılan “el-Müellefetu Kulübühüm” e, zekât verilmesini terketmiştir. Yine Mâide Sûresi’nin 38. âyetinde “Hırsızın elinin kesilmesi emredildiği halde, O açlık ve  kıtlık zamanlarında cezanın uygulanmasını uygun görmemiştir.” İbn Abbâs ile İbn Ömer, Bakara Sûresi’nin 184. âyetinde farz olan Ramazan orucunu tutmayacak kimseler husu­sundaki anlayışı izah bakımından ihtilâf etmiş gibi görünürlerse de, gayede birleşmektedirler. Keza baş tarafta verdiğimiz, Hz. Ömer ile Hz. Ali arasındaki, kocası ölen hâmile kadının iddet müddeti hakkındaki ihtilâfları bu türdendir. Ayrıca âyetin iniş sebebini bilmeyenlerin farklı düşünceden olabilecekleri hatırdan uzak tutulmamalıdır. Meselâ, Sahabeden Osman b. Maz’ûn ve Amr b. Ma’di Kerîb, Mâide Sûresi’nin 93. “İmân edip, güzel amel işleyenlere, tattıklarından dolayı hiçbir suç yoktur” âyetine dayanarak, şarabın mubah olduğunu söylemeğe kalkışmışlardı. Halbuki bu âyet, Mâide Sûresi’nin 90. âyeti ile kesin olarak haram kılınınca, evvelce şarap içip ölenlerin âhiretteki durum­larının ne olacağı yolunda Hz. Peygamber’e sorulan bir soru üzerine nazil olmuştu. Bu misâlden ahkam âyetlerinin tefsirinde âyetlerin nüzul sebeplerinin bilinmesinin ne kadar lüzumlu olduğu anlaşılıyor, aksi takdirde sahabe bile hataya düşebiliyordu.

Sahabe dediğimiz bu muhterem zevat, şeriatın ruhunu ve esasını göz önünde bulundurarak ahkâm âyetleri üzerinde bir takım içtihadî tefsirlerde bulunmuşlardır. Hukuku ve meşru nizamı korumak için bazı âyetleri tahsis, tamim etmeyi uygun bulmuşlar, âyetlerdeki hükümlere mesnet teşkil eden illetlerin zamanla değişmesi sebebiyle hükümleri de değiştirme yoluna gitmişler, bir fesâd ve fenalığa sebep olmamak için, bazı âyeterin hükmünü uygulamamayı tercih etmişler; âyetlerin sebebi nüzullerinden, nâsih, mensûh oluşlarından, dil durumlarından ve genellikle Hz. Peygamber’in sünnetinden faydalanmışlardır. Onun içindir ki Kur’ân ve sünnette bulamadığımız bir hususun sahabe sözlerinde aranması, İslâm’da bir usûl olarak ittihâz edilmiştir.

Zamanla hayatın tabiî akışı içerisinde nesiller birbiri ardınca gelmiştir. Sahabeden ilim alan kimseler olan tabiîleri, Emevîler devrindeki faaliyetlerin sebebi olarak görebiliriz. Birbirini takip eden bu devirlerde devletin başında bulunan halifeler arasında farklılıklar göze çarpar. Çünkü ilk dört halife ilmî faaliyetlerle meşgul olmuş, idarî ve kazâî faaliyetlerini de Kur’ân hükümlerine uygun olarak istişareye dayanarak yürütmüşlerdi. Daha sonra gelen Emevî Halifeleri, Ömer b. Abdilaziz (99-101/717-720) devri istisna edilirse, şahsî ha­yatlarını ve devlet idaresi ile ilgili hususları Kur’ân ve dinî hükümlere bağlamayı lüzumlu görmeyerek daha fazla Arap örf ve âdetlerine bağlı kalarak ırkçı bir siyâset takip etmişlerdi. Daha ziyâde idarecilik sanaâtı ile uğraşmayı benimsemiş ve ilimle uğraşmayı kendileri için hakir görmüşlerdi.

Fetihlerle çok genişlemiş olan islâm âlemine dağılmış bulunan ilim sahibi olan sahabenin büyük bir ekseriyeti, o günün devlet merkezi olan Şam’dan uzaklaşarak, Mekke, Medine, Küfe, Basra gibi ilim merkezlerinde toplanmış, Emevîlerin o günkü siyasetine bir tepki olarak, kendi kendilerine irşâd ve ta’lim faaliyetine koyulmuşlardı. Dikkatimizi çeken diğer bir husus, sahabeden İlim ve feyz almak için onların etrafında toplanmış olan ve kendilerine tabiîler dediğimiz insanların Arap asıllı olmayıp, büyük bir ekseriyetinin “Mevâli” dediğimiz kimselerden oluşudur. Islâmî ilimlerin, şöhrete ulaşmış, Sa’id b. el-Müseyyeb istisna edilirse, Sa’id b. Cubeyr, Ikrime, Mücâhid, Ata b. Ebî Rabâh, Tâvûs, Yahya b. Ebî Kesîr, Hasan et-Basrî, İbrahim en-Naha’i, Mekhûl, Atâ el-Horasânî gibi gayrı Arap unsurların elinde bulunduğunu görmekteyiz ve bunların hepsine birden genel olarak “Mevâli” adını vermekteyiz.

Sahabe devrinden farklı olarak bu devirde bazı ilim merkezlerini içine alan, gruplaşmalar, merkezleşmeler meydana gelmiş ve medreseler teşekkül etmeye başlamıştır. Bu medreseler ve gruplaşmaların, değişik bir üstada, içtimaî ve kültürel yapıya ve muhtelif coğrafî çevreye sahip olmaktan ortaya çıktığı şüphesizdir. Onun için tabiîler arasındaki görüş ayrılıkları içtihad prensiplerinden neş’et eden bir gruplaşmadan ziyade, yukarıda zikrettiğimiz farklılıklardan doğ­muştur. Bu bölgesel gruplaşmanın neticesinde daha sonraları, Hicaz medresesinin “Ehl-i Eser”, Irak medresesinin ise “Ehl-i Re’y” medresesi adını aldığını görüyoruz.

Tabiilerin bazı ahkam âyetlerini re’y ve içtihadları ile nasıl tefsir ettiklerine bir kaç örnek verelim: Bakara Sûresi’nin 237. “Eğer onlara mehir tayin eder de, el sürmeden onları boşarsanız… o halde tayin ettiğiniz mehrin yansı onlarındır…” âyetinde geçen el sürmekten murad edilenin ne olduğu hakkında sahabe ve tabiîlerden farklı görüşler ortaya konulmuştur. Onların bazısı cima için gerekli şartlar meydana gelince, cima fiilen olsun veya olmasın, cima hükmündedir, de­mişlerdir. Yani cima hükmü için “Kapıların kapanıp perdelerin indirilmesi” yeterlidir. Sahabeden bir grup ile tabiîlerden Ali b. el-Huseyn ve İbrahim bu görüştedir. Diğer bir grub ise, teşebbüs vâki olsa bile, fiilî el sürme vuku bulmadıkça, bu teşebbüsün cima sayılmayacağını söylemişlerdir. Kısacası onlara göre buradaki “El sürme” den maksat “Cima” dır. Tabiîdir ki âyette geçen “El sürme” kelimesine verilecek mânâ ve anlama göre âyetin tefsiri değişecektir.

Keza yine Bakara Sûresi’nin 185. “… Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez” âyetinde geçen “Kolaylık” ve “Zorluk” kelimeleri, âlimler tarafından farklı şekilde tefsir edilmiştir. Katâde, ed-Dahhâk ve Mücâhide göre âyetteki “Zorluk” tan maksat, seferde oruç tutmak; “Kolaylık” ise, seferde oruç tutmamaktır. Tabiîlerden olup, âlim bir zât olan halife Ömer b. Abdilaziz ise yukarıdaki gibi bir kayıt koymayıp, yolculukta bunlardan hangisi kolay gelirse o “Kolaylık” hangisi de güç gelirse o da “Zorluk” tur, demiştir. Bu iki görüşten birincisine göre, seferde oruç tutmak Allah’ın dilemediği zor bir iş olarak kabul edilirken; ikinci görüşe göre ise, yolculukta oruç tutmak veya tutmamak hangisi zor gelirse o, Allah’ın dilemediği güç bir iş olarak kabul edilmektedir. Böyle bir durumda, şahsa vasıtaya, yol ve mevsime göre değişecektir.

Yukarıda sahabe devrinde Hz. Ömer’in, teşrîindeki illet ve maksat ortadan kalktığı için, zekâtın sarf yerlerinden biri olarak gösterilen “el-Müel!efetu Kulübünüm” e zekâttan hisse vermediğini söylemiştik. Tabiîler devrinde ise Ömer b. Abdilaziz illet ve maksadın tekar doğduğuna kanaat getirerek, bunlara zekâttan hisse vermiştir.

Görüldüğü gibi tabiiler, âyetlerin tefsir ve izahında re’y ve içtihadlarını da kullanmışlar, bunu yaparken de genellikle âyetlerin sebebi nüzullerini, teşrî hikmet ve maksatlarını, müfred lafızların lügat, iştikak ve sarfını, terkiplerin i’rab belagat durumlarıyla, mecaz ve hakikât oluşlarını göz önünde tutmuşlardır. Sünnet ve sahabe tefsirinin bulunmadığı yerlerde, tabiîlerin tefsiri dâima ön planda yer almıştır.

Emevî Devletinin sonları ve Abbâsîlerin kuruluş devrelerinde tabiîleri takip eden yeni bir nesil türemeye başlamıştı. Emevîler devrinde devletin desteğinden mahrum kalan ilmî faaliyetler, ferdî gayretlerle devam ederken, Abbâsîlerin “Hulefa-i Râşidin” devrini ihya gayreti ile başa geçmeleri neticesinde, ilme ve âlime saygı gösterilmeye başlamış, yanî ilme bir nevî devlet desteği sağlanmıştı. Bunun neticesi olarak ilim adamları her sahada yoğun bir tedvin faaliyetine girişmişlerdi. Bu arada dirayet tefsirinin de gelişmeye başlamasıyla, hadisten müstakil olarak tefsir eserleri ortaya çıkmaktaydı.

Yine bu devrede, Abbasî halifelerinin devlet idaresini ve şahsî durumlarını dînî hükümlere dayandırma arzulan bir taraftan, diğer taraftan da İslâm’a giren yeni yeni milletlerin ve kültürlerin çeşitliliği sebebiyle fıkhi hükümleri çıkarmak ve içtihadda bulunmak yoğunlaşmış ve fakihler arasındaki ihtilaflar da o nisbette artmıştır. Tabiîler devrinde genellikle muhit, üstad ve malzeme farkına dayanan gruplaşma, artık bu yeni devirde ictihad usûl ve metodlarına dayanan bir grublaşmaya dönüşmüş, eser ve re’y fıkıh medreseleri doğmuştur. Bu devreden itibaren fıkıh mezhepleri teşekkül etmeye başlayacaktır. Fakat bu mezhepleşme, daha sonraları ve günümüzde olduğu gibi, bütün hüküm ve fetvalara mecburî olarak bağlanma mânâsında değildir. Zira bu devirde ictihâd yetkisine sahip olan her âlim serbestçe içtihâd edebiliyordu. Bu ehliyete sahip olmayanlar ise beldelerindeki müctehidlerden dilediklerine başvurabiliyor ve onlardan herhangi birine devamlı bağlı kalma zorunluluğunu duymuyorlardı. O devrin  kadılık ve müftülük mevkiînde bulunanlar, belirli bir mezhebe bağlı kalmayıp, meseleleri ve davaları kendi ictihadları ile gözerlerdi. Müetehidler de fırsat buldukça karşılıklı ilim alışverişinde bulunurlar, yanıldıkları noktalarda birbirlerini ikâz ederlerdi. Hatasını anlayan hakkı teslim ederek doğru olanı kabullenirdi. Bu devirden itibaren bütün faaliyetler Kur’ân tefsirine yansımış, her hareket, kendi öz, muhteva ve meşruiyetini Kur’ân’a dayama ve O’na söyletme ihtiyacı, hareketlerin rengini yansıtan tefsirler zuhur etmiş, bu arada, Kur’ân’ın hayata tatbiki icâb eden ibâdet ve muamelât yönlerini ortaya koyan Fıkhi tefsirler de ortaya çıkmaya başlamıştır.

Genellikle Kur’ân-ı Kerîm tefsirinde az veya çok olarak, Kur’ân’ın ahkamına taalluk eden âyetlere temas edilir. Fakat onun sırf bu yönüne temas eden müstakil fıkhî tefsirler de yazılmıştır. Acaba fıkhî tefsir sahasında tedvin edilmiş ilk eser hangisidir? Kaynaklar umumiyetle eş-Şâfi’nin (ö. 204/819) “Ahkâmu’l-Kur’ân” adlı eserini bu sahada yazılan ilk eser olarak kabul ederlerse de, Şâfi’i’den yarım asırdan daha fazla bir önceliğe sahip olan, Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767) in “Tefsiru’l-Hamsimie Âye Mine’l-Kurân”adlı eserini, bugünkü bil­gilerimize göre, ilk tedvin edilmiş fıkhî tefsir olarak kabul edebiliriz.

Bugün elimizde Şâfi’i’nin “Ahkâmu’l’Kur’ân” olarak bilinen bir eser mevcuttur. Fakat bu kitap İmam eş-Şâfii’nin bizzat kaleme aldığı bir eser olmayıp, Şâfii’den iki buçuk asır sonra yaşamış olan el-Beyhaki (ö. 458/1066) nin, çeşitli isnadlarla Şâfii’den derlediği bir eserdir. Öyle sanılır ki Beyhaki eserin aslının kaybolması üzerine, ahkâm âyetlerinin tefsiri ile ilgili olarak, İmâm eş-Şâfi’î’den gelen nassları derleyip toplamak suretiyle onu yeniden inşa etmiştir.

Kaynakların beyanına göre, fıkhî tefsirlerin adedi pek çoktur. Onlardan mühim gördüğümüz bazılarını burada zikredip yine onlardan bir kaçı hakkında tafsilatlı bilgi vermeye çalışacağız:

Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767) in “Tefsîru’l-Hamsi Mie Âye” si.

Yahya b. Âdem b. Süleyman el-Emevî, Ebû Zekeriyya (ö. 203/818) nın “Ahkâmu’l-Kur’ân”,

eş-Şâfff (ö. 204/819) nin “Ahkâmull-Kur’ân”ı.

Yahya b. Eksem (ö. 242/857) in “İcâbu’t-Temessük bi Ahkâmi’l-Kur’ân” ı.

Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem, Ebû Abdillah el-Mısrî (ö. 268/882) nin “Ahkâmu’l-Kur’ân” ı.

ez-Zâhirî, Dâvûd b. Ali, Ebû Süleyman (ö. 270/884)nın “Ahkâmu’l-Kur’ân” i.

el-Kâdî, İsmail b. Ishâk el-Ezdî (ö. 282/896) nin “Ahkâmu’l-Kur’ân” ı.

et-Tahâvî, Ebû Ca’fer, Ahmed b. Muhammed (ö. 321/933) in “Ahkâmu’l-Kur’ân” ı.

el-Cassâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (ö. 370/981 )nin “Ahkâmu’l-Kur’ân” ı.

Ebû Ya’la el-Kebîr, Muhammed b. el-Huseyn b. Muhammed b. Halef İbnu’l-Ferrâ (ö. 458/1066) nın “Ahkâmu’l-Kur’ân”ı.

Hkiya  el-Herrâsî,   Ebu’l-Hasen, Ali  b. Muhammed b. Ali  et-Taberî (ö. 504/1110) nin “Ahkâmu’l-Kur’ân”ı.

İbnu’l-Arabî, Ebû Bekr, Muhammed b, Abdullah el-Endelûsî (ö. 543/1148) nin “Ahkâmu’l-Kur’ân”ı.

el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed (ö. 671/1272) in “el-Câmi’u li Ahkâmi’l-Kur’ân”ı.

es-Suyûtî Celâluddin (ö. 911/1505) nin “el-lklîl fi Istinbâti’t-Tenzîl”i.

Muhammed Sidik Hasan Hân (ö. 1307/1889) in “Neylu’l-Meram min Tefsiri Âyâti’l-Ahkâm”ı.

Muhammed b. Abdillah Draz (ö. 1377/1958)ın “Tefsiru Âyâti’l-Ahkâm”ı.

Muhammed Ali Sayis’in “Tefsîru Âyâti’l-Ahkâm”ı.

es-Sâbûnî, Muhammed Ali’nin “Revâiu’l-Beyân, Tefsiru Âyâti’l-Ahkâm Mine’l-Kur’ân”

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler