Din ve Toplum

Feodalizmin Doğuşu

Feodalizmin Doğuşu

Feodalizmin nasıl doğduğuna dair analizler, kapitalizmin nasıl geliştiğine dair çö­zümlemeler kadar üzerinde çalışılmış ve kavramsallaştırılabilmiş bir husus değildir. Bugün bir kapitalist toplumdan bahsederken onun en azından hangi temeller üze­rinde geliştiğini ve teşekkül ettiğini, en azından, sosyal bilimlerin sunduğu araçlar çerçevesinde kavrayabilecek ve alternatif görüşleri kıyaslayabilecek bir çalışmalar yeterince mevcuttur. Ancak feodalizm için böyle bir durum söz konusu değildir. Öncelikle, feodalizm için, kapitalizmde olduğu gibi, nirengi noktası sayılabilecek hususlar bulabilmek ve bunları kavramsallaştırabilmek kolay görünmemektedir. Feodal toplumdaki toplumsal katmanlar hangi kriterler göz önüne alınarak belirle­necektir? Bu dönemi tamamıyla bugünün sekülerleşmiş bilimsel mantığı ile mi kavramak anlamlıdır, yoksa dinin o dönemdeki şekillenme tarzlarına da bakmak mı gerekmektedir?

Bu ve benzeri sorular, feodal dönemi tebarüz ettirecek özellikleri bulma konu­sunda bize fazla yardımcı olamazlar. Bunun bir nedeni, aradaki uzun tarihsel me­safe ise ikinci bir nedeni ise o dönemin artık modern dönemde hakim olmaya baş­layan kavramlar ve anlayışlarla anlaşılmaya çalışılması ancak bu çalışmaları besle­yebilecek tarihsel ve kavramsal araçların o dönemden elde edilmesinin güç olma­sı. Bu açıdan, feodalizmin ortaya çıkışını ve şekillenmesini, dahası kabaca doğuşu için ortaya atılan beşinci-dokuzuncu yüzyıllardan sona erdiği söylenen 15-16. yüz­yıllara kadar uzanan bir tarih dilimindeki değişim ve dönüşümlerini, ancak kısmı veriler çerçevesinde çözümleyebiliyoruz.
Özellikle toplum bilimleri açısından feodal döneme ilişkin önemli bir problem de, feodalizm için toplumun etrafında döndüğü varsayılan “içsel yasalar”, en azın­dan “normlar” veya “kaideler” bulunup bulunamayacağı ile ilgilidir. Gerçekten yekpare bir feodal toplum teşkil etmiş midir, yoksa “harici etkenler” feodal döne­min şekillenmesine daha fazla mı katkıda bulunmuştur? Feodal dönemden geçtiği varsayılan çeşitli toplumların daha sonra farklı rotalar izlemelerini nasıl algılamak gerekmektedir? Feodalizmin doğuşuna yol açan nedenler arasında iki husus, önem­li bir rol oynar. Bunlardan birincisi Roma împaratorluğu’nun yıkılmasıdır. İkincisi ise bu yıkılışa da gerekçe gösterilen, literatüre “kavimler göçü” diye de geçen Do- ğu’daki çeşitli barbar Cermen kabilelerinin Batı’ya göç etmesinin ve Batı’yı istila et­mesinin yarattığı karmaşadır. Roma împaratorluğu’nun nasıl yıkıldığına dair elbet­te çeşitli gerekçeler öne sürülmektedir. Hayli geniş bir coğrafyaya yayılan impara­torluğun idaresinin güç olması nedeniyle yerel düzeylerde imtiyazlar verilen bir ta­kım zümrelerin yarı bağımsız davranmaya başlamalarından Hristiyanlığın Roma’da kurumsallaşmaya başlamasıyla imparatorluk içinde yaşanan tartışmalara; barbar is- tilalarıyla gücü sarsılan imparatorluğun barbarların kendileriyle birlikte getirdiği adet ve alışkanlıklara karşı kendisini koruyamayarak bunlarla belirli bir senteze girmeye mecbur kalmasından imparatorluğu besleyen ticaretin etkisinin azalması­na kadar bir dizi neden çöküş için gösterilen gerekçeler arasındadır.

Yine de şu söylenebilir: Roma împaratorluğu’nun en azından Batı kanadının yı­kılışı (Doğu kanadı İstanbul’un fethine kadar ayakta kalmayı sürdürecektir), beşin­ci yüzyılın sonlarında kendisini hissettirir. Böylece Avrupa’da bir yanda Akdeniz’e yakın kesimlerde daha ticaret ağırlıklı kent devletleri, kuzeyinde ise tarımsal alan­ların işlenmesine dayalı barbar krallıklar tarafından idare edilmeye çalışılan yeni teşekküller ortaya çıkmaya başlar. Hristiyanlığın bu topraklara nüfuz etmeye baş­laması da bu teşekküllerin şekillenmesini etkiler. Feodalizmi nitelendiren hususla­rın, kentli bölgeler dışında, daha çok tarımsal alanlarda kendisini göstermesi, onu en dikkat çekici hususlarından birisidir. Bu açıdan feodalizmden bahsedilirken ta­rımsal alanların üzerinde kurulan hâkimiyetten, kısacası, Fransa ve Almanya sınır­larından başlayarak kuzeye doğru uzanan topraklardaki şekillenmelerden bahse­dilmektedir. Zaten barbar istilalarının kendisini daha fazla hissettirdiği alanlar da bu alanlardır.

İkiye bölünen Roma împaratorluğu’nun Doğu’daki hayatını devam ettirirken Batı’dakinin yıkılmasından sonra Roma hâkimiyetinde kalan kesimlerde yaşanan ademimerkeziyetçilik (merkezî idarenin zayıf ya da yok olması), Roma ordusunun dağılması, çeşitli yerleşim yerleri arasında kurulan yolların tahrip olması ve her­hangi bir korumadan mahrum olarak metruk hâle gelmesi, merkezî idarenin yok­luğunda vergilendirmenin ve paranın kontrolünün olmayışı gibi birtakım nedenle­rin, bu toprakların kendi içine kapalı bir örgütlenme içine girmelerini zorunlu ha­le getirdiğinden söz edilir.

Dolayısıyla feodalizm, bu dağınıklık ortamında Kuzey Avrupa’nın kendisini ko­rumaya dönük bir girişimi olarak değerlendirir.

Ancak bu görüş, feodal yapıların teşekkülünü açıklamakta zayıf kalır. Çünkü aynı dönemde bazı yerel barbar kralların etki alanlarının daha geniş coğrafyalara yaydığı ve belirli bir merkezileşme eğilimi geliştirdikleri dönemde dahi feodalleş­me eğilimlerinin sürdüğü gözlemlenmektedir. Dolayısıyla feodalizmin doğuşunu ve feodalleşme eğilimlerinin sürmesini açıklayacak başka nedenlere ihtiyaç vardır. Bu noktada Roma İmparatorluğu dönemlerinde tarımsal alanlarda hakim olan bü­
yük arazilerin işlenmesine dayalı latifundium sisteminin de çökmesinden ve evril- mesinden bahsetmek gerekli görülmektedir.

Ancak Roma’nın çökmesinden sonra bu arazi parçaları, imtiyazlı kimselerin elinde kaldı. Kendi örgütlenme tarzını yavaş yavaş topluma yaymaya başlayan Ki­lise de kendi latifundium’lanna sahip olan imtiyazlı zümreler safını katılmaya baş­ladı. Böylece merkezi bir yönetimin olmadığı, kimi yerlerde var olan kralların bile güçlerinin yetmediği ayrıcalıklı bir zümre kendi idari tarzlarını uygulamaya başla­dı. Kimi zaman krallar, Kilise ve imtiyazlı kimseler arasında çeşitli anlaşmalar da yapılıyor ve arazi üzerindeki tasarruf hakkı, Kilise’ye ya da krallara sadakat yemi­ni etmiş imtiyazlı kimselerin kullanımına verilebiliyordu. Böylece daha sonra feo­dal sistemin içine dahil edilip edilmeyeceği konusunda ciddi tartışmaların yaşandı­ğı “manoryalizm” adı verilen bir sistem doğdu. Manoryalizmde, arazi üç parçaya ayrılmıştı. Bunlardan ilki “demesne” adı verilen, sadece imtiyazlı sınıfa ait olan top­rak parçalarıydı. Bu topraklar köylüler tarafından işlense de geliri tamamıyla imti­yazlı sınıfa aitti. Arazinin ikinci kısmı, köylülerin üründen belirli bir miktar imtiyaz­lı sınıfa verme ya da imtiyazlı sınıfın belirli bir hizmetini yerine getirme karşılığın­da köylülerin kendi geçimleri için işlettikleri topraklardı. Son kısım ise serbest ara­zi parçalarıydı. Bu araziler için de imtiyazlı sınıfın belirli hakları vardı, ama köylü­ler bu arazileri serbestçe kullanabiliyordu. Manoryalizm sistemini feodal ilişkiler içinde değerlendirme konusunda büyük fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Yine de bu sistemin, feodal ilişkileri belirleyen bağların oluşmasına katkıda bulunduğu iddia edilebilir.

Merkezî iktidarın olmadığı, yerel güçlerin kendilerini merkezî iktidar konumu­na yerleştirmek için fazla güçlü olamadıkları ve değişik ürünler yetiştirilen arazi parçalarında değişik tarz ilişkilerin ortaya çıktığı bu dağının dönemde, feodalizmin nasıl ortaya çıktığını kavramaya çalışan bir başka görüş de köle emeğine dayalı Ro­malı dönem ile barbarların ilkel üretim tarzları arasında meydana gelen bir sente­zi göz önüne alan görüştür. Bu görüşe göre, Roma’da köleliğe dayalı üretim tarzı çözülünce emek güçlerini kullanan kesimler özgürleşmiş ama toprağa bağlı ol­maktan da kurtulamamışlardır. Barbarların ilkel üretim tarzları çözülmekte olan köleliğe dayalı sisteme eklemlenerek feodal ilişki tarzlarını doğurmuştur. Bunlara feodal dönemde serf adı veriliyordu.

Dolayısıyla, feodalizmin ortaya çıkmasına neden olan amiller Roma’nın çökü­şü ve barbar istilaları gibi dış etkilerse de Roma ‘da mevcut olan toprağa dayalı iliş­kilerin dönüşerek yeni biçimler alması, yani içsel unsurlar da feodalizmin şekil­lenmesine katkıda bulunmuştur. Elbette ki bütün bu anlatının, modern döneme özgü toplum bilimleri mantığı ile yapılan bir çözümleme çabası olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerek. Orta Çağlarda mevcut olan anlatılar, bize çok farklı bir tab­lo sunabilecektir. Bu sorun zaten feodalizmin tanımlanma çabalarında da kendisi­ni göstermektedir.

İlgili Makaleler