Tarihi Eserler

Fenari İsa Camii Nerede, Tarihçe, Mimari, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Fenârî îsâ Camii. İstanbul’da XV. yüzyıl sonlarında camiye çevrilen eski bir Bizans kilisesi.

Fatih ile Çapa semtleri arasındaki Yenibahçe vadisinde Vatan caddesi kena­rında bulunmaktadır. Geç Roma çağına ait bir mezarlık arazisi üzerinde, İmpa­rator VI. Leon döneminde donanma ku­mandanı Konstantinos Lips tarafından kurulan manastırın kilisesi olarak inşa edilmiştir. Manastır Moni tu Libos ola­rak adlandırılmış ve imparatorun da ka­tıldığı açılış töreni 907 Haziranında ya­pılmıştır. XIX. yüzyılda İstanbul’un Bizans dönemi eski eserleri üzerinde çalışma yapanlar, bu manastırın Fâtih Camii ye­rinde olan On iki Havari (Hagioi Aposto-loi) Kilisesi’ne yakın olduğunu göz önün­de tutarak. Fâtih Külliyesi’nin dârüşşifâ-sının sonraları Demirciler Mescidi ola­rak adlandırılan mescidinin Libos (Lips) Manastırı kiliselerinin kalıntısı olduğu­nu sanmışlardır. Türk araştırmacıları ta­rafından da benimsenen bu görüşün doğru olmadığı ve Libos Manastın ile kilisesinin Fenârî îsâ Camii ile aynı yapı olduğu anlaşılmıştır. Kilise Hz. Meryem’e (Theotokos) sunulmuştu. Binanın dışındaki bir silme üzerinde bulunan kitabe­de bu dinî yapının “lekesiz” Meryem’e (panakrantos) ithaf edildiği okunduğun­dan bu defa yine yanlış teşhis yapılarak bazı Bizans kaynaklarında adı geçen Pa­nakrantos kilise ve manastırının burası olduğu sanılmış, fakat bu kelimenin sa­dece sıfat olarak kullanıldığı ve gerçek Panakrantos Kİlisesi’nin Ahırkapı çevre­sinde bulunduğu ispatlanmıştır. Sonuç olarak Libos Manastırı Kİlisesi’nin Fenârî îsâ Camii’ne çevrildiği kesinlik kazan­mıştır.

Manastırın uzun tarihî geçmişi hak­kında bilgi yoktur. Bu dönemde kilise, bugün görülen binanın kuzeyinde bulu­nan kısmından ibaretti. IV. Haçlı Sefe-ri’ne katılan Latinler’in İstanbul’u işgal etmelerinin arkasından şehrin VIII. Mik-hail Palaiologos tarafından geri alınıp Bizans İmparatorluğu ihya edildiğinde manastırın yeniden önem kazandığı gö­rülür. VIII. Mikhail’in ölümünden (1282) sonra eşi İmparatoriçe Theodora, önce­ki kilisenin güney tarafına bitişik olarak Ioannes Prodromos’un adına ikinci bir kilise yaptırarak manastırı da ihya et­tirmiştir. Kilise Palaiologos sülâlesinin mezarları için tasarlanmıştı. İmparatoriçenin annesiyle 1295’te ölen kızı Evdokia’dan başka 4 Mart 1303’te bizzat Theodora. arkasından oğlu Konstantinos 5 Mayıs 1306’da buraya gömülmüşler, İli. Andronikos’un 16 Ağustos 1324’te ölen eşi irene ve İmparator II. Androni-kos da 13 Şjubat 1332’de Libos Manas­tırı Kilisesi’ne defnedilmişlerdir. 1417 yazında işe VIII. Ioannes Palaiologos’un eşi Rus asıllı Anna da buraya gömülmüş­tür. Kilisenin batı ve güney tarafını “L” biçiminde saran bir ek bina XIV. yüzyıl­da inşa edilmiş, böylece bina bir defa daha büyütülmüştür. Son Bizans döneminde şehrin önemli dinî merkezlerin­den olan manastır. Hz. Meryem’in do­ğum günü yortusunda bütün saray er­kânının toplandığı bir mâbed olmuştur. İmparatoriçe Theodora’nın manastır ida­resi için bir çeşit vakfiye olarak hazır­lattığı yönetmelik (typikon) eksik halde olmakla beraber günümüze kadar gel­miştir. Bu belgeden, rahibelerin yaşa­dıkları manastırın kadrosu hakkında et­raflı bilgi edinilmektedir. Makedonya. Si­livri, İzmir. İzmit ve Üsküdar dolayların­da arazileri bulunan manastırda bir de on beş yataklı küçük bir hastahane var­dı. Libos Manastırı ve Kilisesi şehrin fet­hine kadar kullanılmıştır.

Hıristiyanların bu dinî tesisi ne zaman boşalttıkları kesin olarak belli değilse de II. Bayezid döneminde şehirdeki ter­kedilmiş Bizans kiliselerinin “şenlendi­rilmesi” sırasında burasının Fenârizâde-ler’den Kazasker Alâeddin Ali Efendi ta­rafından XV. yüzyıl sonlarında mescide çevrildiği bilinmektedir. Bu sırada ma­nastır da zaviyeye dönüştürülmüştür. Ramazan 927(Ağustos 1521) tarihli vak­fiyesinde yıllık gelirinin 30.000 akçe ol­duğu gösterilir. Bu kayıtta ayrıca ma­nastır odalarının bir kısmının harap du­rumda olduğu da belirtilmiştir. Evvelce, caminin bulunduğu Yenibahçe vadisin­deki bu yer Halıcılar Köşkü olarak tanı­nıyordu ve buradan eskiden Lykos. Türk döneminde ise Bayrampaşa deresi de­nilen akarsu geçiyordu. İstanbul’un beş­te birini yok eden 1633 yangınında mes-cid yanmış ve herhalde mimari bakım­dan da zarar görmüş olmalı ki burası Sadrazam Bayram Paşa tarafından fe­lâketi takip eden yıllarda önemli ölçüde tamir ettirilip minber de koydurularak camiye çevrilmiştir. Manastır hücrelerin­den kalanlarla caminin bir kanadı ise XVII. yüzyıl sonlarında tekke olmuştur. Hadîkotu I – cevâmi ‘den öğrenildiğine göre. mescidin imamı olan Şeyh îsâ el-Mahvî manastır hücrelerini Halvetî Za­viyesi yapmıştı. Dolayısıyla mabedin adı da Fenârî Isa şeklini almıştır. Şeyh îsâ Efendi seksen yaşlarında hacca gider­ken Şam’da 1127’de (1715) vefat etti­ğine göre zaviyenin Halvetî Tekkesi’ne dönüştürülmesi XVII. yüzyılın sonların­da olmuştur. 1196 Ramazanında(Ağus­tos 1782) Cibali’den başlayarak Marma­ra kıyısına kadar uzanan yangında yakı­nındaki Yeniçeri Kışlası (Yeni Odalar) yan­dığına göre Fenârî îsâ Camiİ’nin de kur­tulmuş olabileceğine ihtimal verilemez.

Hadîkatü’l-cevâmi’m bir yazma nüs­hasına eklenen nottan, uzun süre harap kalan mescidin 1247’de (1831-32) Mihrişah Valide Sultan Vakfı mülhakatından olduğu için padişah iradesiyle tamir ve ihya edildiği öğrenilmektedir.

İyi ve bakımlı durumda 1. Dünya Sa­vaşı yıllarına kadar gelen Fenârî îsâ Ca­mii 1918’deki büyük Fatih yangınında bir defa daha yanmış, memleketin için­de bulunduğu sıkıntılı yıllarda tamir edi­lemediğinden kırk yıl harabe halinde kal­mıştır. Bu yıllarda içinde çok çirkin şey­ler yapılmış, bir ara atların kaçak ola­rak kesildiği mezbaha olmuş, sonunda teneke evlerden oluşan küçük bir ma­halle caminin içine yerleşmiştir. Nihayet 1960’ta yapılan ciddi bir restorasyon so­nunda Fenârî îsâ Camii ihya edilerek tek­rar ibadete açılmıştır. Fakat bu arada. 1636’da yapılan, motifleri üç renkli mala-kârî süslemelere sahip mihraptan kalan parçalar bütünüyle yok edilmiştir. 1942’-de yıktırılan tuğla minaresi de 1970’li yıl­larda yeniden yaptırılmıştır.

Fenârî îsâ Camii, ayrı dönemlere ait birbirine bitişik üç bölümden oluşur. En kuzeydeki en eski yapı. bir holü (narteks) takip eden esas mekânı dört sütunlu “kapalı Yunan haçı” biçimindedir. 1633 yangınından sonra yapılan tamirde bu sütunlar herhalde çatladığından kaldırı­lıp binanın üst yapısını destekleyen kes­me taştan ana eksene paralel iki büyük kemer inşa edilmiştir. 1918 yangınının ardından bu sütunların kaideleri mey­dana çıkmıştır. Dışarı taşkın esas apsi­sin iki yanında, yonca yaprağı biçiminde küçük mekânlar halinde bir çift “pasto-forion” hücresi bulunur. Evvelce holün güney tarafında olan ahşap bir merdi­venden kubbenin dışına çıkılıyordu. Burada hiçbir Bizans kilisesinde rastlan­mayan bir özellik olarak kubbenin dört tarafında dört küçük şapel vardır. 1929-da yapılan arkeolojik incelemede bun­lardan birinde kilise terkedilirken bıra­kılmış Aya Evdokia ikonası bulunmuş ve Arkeoloji Müzesi’nde muhafaza altı­na alınmıştır. Gerek kuzey gerekse gü­ney kiliselerinin kubbeleri eski ölçüle­ri üzerine, kasnaklarındaki pencerelerin biçimlerinden anlaşıldığına göre 1831-1832’deki onarımda yapılmıştır. Yapı­nın kuzeye bakan duvarı da 1960’ta bütünüyle yenilenmiştir. Kuzey kilise­sinin apsis çıkıntılarının üstünde dola­şan mermer silmede kilisenin Hz. Mer­yem’e sunulduğunu bildiren Grekçe ki­tabe yer almaktadır. Bu bölümde mer­mer üzerine taş işçiliği bakımından iti­nalı surette yapılmış mimari organlar (başlık, silme, kubbe eteği silmesil vardır. Yangınlarda büyük kısmı parçalanan bu bezemede çift başlı kartal kabartmaları dikkati çeker.

XVIII. yüzyıl sonlarında öncekine biti­şik olarak inşa edilen güney kilisesinde yine bir dış holü takip eden ana mekân, örneklerine ancak son Bizans dönemin­de rastlanan “dehlizi! tip” denilen siste­me göre yapılmıştır. Kare bir kitle ha­linde yükselen orta mekânın üstünü, ku­zey kilisesindeki gibi 1831-1832’deki kasnak biçimi değiştirilmiş kubbe örter. Burada da orta mekânı “U” biçiminde saran dehlizlerden ayıran sütunlar kal­dırılarak iki büyük tuğla kemerle üst ya­pı desteklenmiştir. Güney kilisesinin dış doğu cephesi. XIII-XİV. yüzyıllar Bizans sanatında çok sevilen tuğla bezemeler­le süslenmiştir. Bu bölümün bir duva­rında pek az mozaik kalıntısı da bulun­muştur.

Her iki binayı batı ve güneyden “L” biçiminde saran ve XIV. yüzyıl içinde ek­lenen koridorlar (parekklesion) mimari bakımdan fazla bir Özelliğe sahip değil­dir. İki binanın döşemeleri altına yerleş­tirilen lahitler gibi bunun da bir kısmın­da mezarlar vardı. Toplam sayılan yirmi iki olan bu mermer lahitler binanın sa­hipsiz kaldığı 1930-1960 yılları arasın­da parçalanmıştır. Bir söylentiye göre binanın altında bir de mahzen bulun­maktadır.

Eski fotoğraflardan anlaşıldığına gö­re caminin etrafında bir avlu duvarı ol­madığı gibi bir şadırvanı da yoktu. Et­rafında eskiden bir hazîre bulunduğunu belli edecek bir ize de rastlanmamıştır. Halkın Molla Fenâri veya Kilise Camii ola­rak adlandırdığı Fenârî îsâ Camii’nin, Türk dönemine ait minberini, yazılarını ve gerçekten çok değerli olan malakârî mihrabını kaybetmiş olmakla beraber yeniden ibadete açılmış olması sevindi­rici bir durumdur.

TDV İslâm Ansiklopedisi

İlgili Makaleler