Kimdir

Fâzıl Hüsnü Dağlarca kimdir? Hayatı ve eserleri

Fâzıl Hüsnü Dağlarca kimdir? hayatı ve eserleri: İstanbul’da doğdu (1914). Ortaöğrenimini Kuleli Askeri Lisesi’nde, yükseköğrenimini Harp Okulu’nda tamamladı (1933). Subay olarak ordu­ya katıldı. Önyüzbaşıyken isteğiyle askerlikten ayrılarak Basın Yayın Tu­rizm Genel Müdürlüğü’nde görev aldı. Sonra Çalışma Bakanlığı iş müfet­tişliği örgütüne geçti. Bu son görevinden emekli oldu (1960). İstanbul’da kurduğu Kitap Kitabevi ile Türkçe dergisini yönetti (1960-1970). Yeni Adana gazetesinin düzenlediği bir yarışmada armağan kazanarak yayımla­nan öyküsünden sonra Yavaşlayan Ömür (İstanbul dergisi, 1933), adlı şi­iriyle yazın dünyasına girdi. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile Gençlik, Yeditepe, Türk Dili, Yenilik, Vatan, Çağrı, Ataç, Yön, Devrim… yazdığı dergi ve gazeteler arasındadır.

Fâzıl Hüsnü’nün ilk kitabı Havaya Çizilen Dünya’nın (1935) yayımlan­masından önce 1934 tarihini taşıyan Varlık dergilerinde dört şiiri çıkmıştır. Sandallar (sayı 22), Göçsem (sayı 24). Bu Dağlar (sayı 26), Arkasından (sayı 35) adlarını taşıyan bu parçalarda özgün bir buluş ve benzeti ya da rastlan­tıyla araya sıkışmış coşku dizeleri bulunduğu söylenemez. Hece ölçüsünü kul­lanma tekniği yönünden Faruk Nafiz’in açık etkisi görünmekte, bu şaire öz­gü sözcükler büyük ağırlık taşımaktadır.

Ey gönül rüzgârın hızına sin de İllerin hasreti kopsun içinde Bu kızıl rengi öp bir dal dibinde Bir yaprak ucundan em bu dağlan…

(Bu Dağlar)

Yollar bir söz olsa bildiği dile Anlasa niceymiş neymiş bir çile Yollarda şu dört nal erişe bile Atımın ipekten yelesi onun.

(Arkasından)

Örneklerinde gördüğümüz gibi, içten bir dürtü sonucu değil, dıştan çok okunmuş, beğenilmiş şiirlerin itilimi ile yazılmış izlenimi bırakan dizeler ço­ğunluktadır. ilk kitabı oluşturan kimi şiirlerdeyse Faruk Nafiz etkisi azal­mış, 1934’lerde Varlık dergisinde de sık görünen Necip Fâzıl, Ahmet Ham- di, bir ölçüde Ahmet Muhip şiirlerinde rastladığımız “ölüm, zaman, rüya, şekil, kâinat vb.” sözcük ve kavramlar öne çıkmaya başlamıştır.

Fâzıl Hüsnü’nün, kişiliğini bulma yolunda büyük bir aşama olduğu ka­bul edilen ikinci kitabı Çocuk ve Allah’ta (1940) okuduğumuz çok sayıda şiir de bu evrenin (1935- 36) ürünüdür. Birçoğu ilk kez Varlık, özellikle Kültür Haftası dergilerinde yayımladıktan sonra kitaba alınmıştır (21 sayı çıkabilen Kültür Haftası’nda on dört şiir). Denebilir ki, 21-22 yaşlarını ya­şayan şair, bu evresinin ürünlerinde “felsefe yapmak” hevesine kapılmış ve aslında aynı temele bağlı olan iki etkinin yörüngesine girmiştir. Birincisi, kaynağı özellikle Necip Fâzıl ve Ahmet Hamdi’ye dayanan şiirsel etki, İkin­cisi Ağaç ve Kültür Haftası dergilerinde -metafizik, ruh ve sezgi konuları­nın tartışıldığı- Mustafa Şekip (Tunç), Peyami Safa Necip Fâzıl’ın yazıları­na dayanan düşünsel etki.

Dağlarca’nın Kültür Haftası’nda yayımlanan on dört şiirinde karşılaştı­ğımız “sükûn, ruh, günah, ebediyet, ayna, ruh, Allah” gibi sık kullanılan sözcük ve kavramlarla “karanlık ruhumuz”, “yıldızların mavi sükûnu”, “altın sonrasızlık”, “ruhtan bir heykel” türünden tamlamalar Necip Fâzıl ve Ahmet Hamdi’nin şiirine özgüdür. Çocuk ve Allah’ı oluşturan öteki par­çalardaysa, bunlar genç şairin Necip Fâzıl sözcükleriyle düşünerek şiirini Ahmet Hamdi tamlamaları ile zenginleştirmeye çalıştığını gösterecek ölçü­de görünür. Şiirlerin büyük çoğunluğunda içeriğin belirlenmesine anahtar olabilecek belli sözcükler vardır. Fâzıl Hüsnü’nün: Uzak, nur, uyku, rüya, ölüm, sonsuzluk, meçhul, varlık, ruh, hendese, zaman, Allah, heykel, kuş, gece, sükûn, yıldız, altın, karanlık… Bunlardan birinin geçmediği şiir yok gibidir.. Tamlamalarım da hemen hemen bu sözcüklerden birini kullanarak yapar: “Uzak bulutlar” (sf. 11), “meçhul şehirler”, “uykunun hendeseleri” (sf. 12), “altın oluk” (sf. 21), “altın çocuklar” (sf. 23), “altın tarlalar” (sf. 25), “altın sabahlar” (sf. 27), “tatlı rüyalar” (sf. 28), “meçhul geceler”, “ruhun karanlığı” (sf. 32), “saatsiz karanlık” (sf. 36), “meçhul burçlar” (sf. 37), “altın testiler” (sf. 38), “sonsuz sular” (sf. 45), “sonsuz dua” (sf. 46), “rüyalarca gök” (sf. 47), “sonsuz karanlıklar”, “altın yarasalar” (sf. 58), “altın nebatlar” (sf. 59), “meçhul ölüler” (sf. 60), “altın dallar” (sf. 64), “uçan ruh” (sf. 65), “uzak yıldızlar” (sf. 66), “beyaz bulutlar” (sf. 67), “meçhul kuşlar” (sf. 77).

Benzetiler de aynı özelliktedir:

“Altın bir oyun gibi” (sf. 9), “nur gibi” (sf. 14), “aydınlıklar gibi rüya­dan” (sf. 17), “tatlı rüyalar gibi” (sf. 28), “ilk gençliğin rüyaları kadar” (sf. 32), “dallarda kuş gibi esen rüzgâr” (sf. 35), “rüyadaki güller gibi” (sf. 68).

Düşün yönünden bütün içinde tek başına kaldığı söylenebilen dizeler­deyse, daha çok Necip Fâzıl’ın kişiliğini simgeleyen sözcüklerle karşılaşırız:

“Şuurdan evvelki yarı dünyalar”, “Rüyaların masalların uykunun hende­seleri” (sf. 12), “yüzüme mesafelerle temas eder” (sf. 16), “hacimlerin ebedi misafirliğindeki azap”, “Ve fezalar ki hacimleri Allah’ta”, “kâinatın sükûn senfonisinde” (sf. 33), “Hacimlerin doğduğu büyük an” (sf. 37), “Duyar son­suz karanlıklarda zavallı hendesesini” (sf. 51). Bu türden tamlama, benzeti ve dizeler dolayısıyla karşılaştığımız kavramlar, Fâzıl Hüsnü’nün “felsefe yap­mak” hevesiyle birlikte yerli spritüailistlerle, Bergson’cuların düşünsel etki al­anına girdiğini göstermektedir. Örneğin “bilincin ve dehanın karanlık bir laboratuvarda bilinmeyen düzenler içinde” hazırlandığını ileri süren (Kültür Haftası, sayı 6) Peyami Safa’nın kullandığı sözcükler de Çocuk ve Allah’ı oluş­turan çoğu şiirin içeriğini belirleyici öğe durumundaki sözcük ve tamlamalar çerçevesindedir. Bu şiirlerde “insanın dünya ve evrendeki yeri üzerine çocuk­su bir şaşkınlıkla eğildiği” söylenen F. Hüsnü, gerçekte çocukla Tanrı arasın­da bir bocalama yaşamaz, düpedüz “Ve Allah ne kadar büyüktür / Şükrolsun ruhumuz şimdi / Nihayetsiz asırlar içinde / Bizi tesadüf ettirdi” (sf. 130) dize­lerinde gördüğümüz koşullanma içinde bakar. Bakarken de 1961’lerde Peya­mi Safa’nın ölümü üzerine yazdığı ağıtta (Asu, 1967 basımı) özellikle “Biz mi yazdık, yazdırdılar mı bize gerçeği oralardan” dizelerinde belirttiği gibi, göz­lerinde idealizmin “rüya renkleriyle” bezenmiş gözlükleri vardır.

Nedir ki, bu durum iki kapı birden açar genç Fâzıl Hüsnü’nün önünde. Birincisi, dönemin kurulu düzenden yakınması olmayan çevrelerinin geçerli saydığı kavramlarla şiiri arasındaki ilgileri kurma becerisine ulaşma yoludur. İkincisi ise, kimi edebiyat tarihçilerinin, eleştirmenlerin “deha” olarak nitele­dikleri “anlaşılmaz derinlikler”in yolu. Belki Çocuk ve Allah’ın şaire kazan­dırdığı olanaklar ötesinde asıl değeri “vaktin nedameti indi karanlığa” (sf. 126), “yaşıyorum meçhulin hayatını” (sf. 136), “o karanlıklar ki zaviyesi ol­mayan şekil” (sf. 142) türünden çok sık rastladığımız 25-26 yaşlarının büyük görünme hevesiyle donanmış dizelerde değil, şairin bu hevesten arınabildiği ender şiirlerdedir. “Yarı aydınlıklar ki sahipsiz”, “Bir sabah vakti sarı ökü­zün başucunda / Bahçe içinde ev, ev içinde düşünmek” gibi şiirlerde.

Çocuk ve Allah’tan sonra yayımladığı 30’a yakın kitapta yüzlerce şiirle günümüze ulaşan Fâzıl Hüsnü’nün değişik dönemlerinde şiirine kaynak olan duyarlıkların üç yönde geliştiği söylenebilir:

Daha, Çakırın Destanı, Asu, Haydi, Aç Yazı, Aylam’daki şiirlerde genel görünüşleriyle insan-doğa, insan-evren ilgilerinin ağır bastığı temalar işlen­mektedir. Daha’da doğayla birlikte toprağın üzerinde yaşayanlar; yaşanan dönemle birlikte geçmiş zaman şiire girmeye başlamıştır. Kişi, doğa ve ev­ren karşısında yine “meçhul”ün baskısını duymaktadır. Doğa, dağ, yeşil, kuş, ağaç, evren, gök, yıldız, sonsuzluk, insan halleri çoğun yine rüya ve uy­ku sözcükleriyle karşılanır. Sınırlı kavramlarla uğraşmaktan yorulup sıkıl­maz Fâzıl Hüsnü. Değişik ve etkililikle çok kullanılmış ve etkisizin yan ya­na gelmesinden de rahatsız olmaz. Bu nedenle Çocuk ve Allah’ta gördüğü­müz sözcükler, kavramlar Daha’da yine temel öğe durumuna gelmiştir. Tamlamalar da öyle: “Zengin uykular” (si. 16), “uzak denizlerin rüyası” (sf. 18), “sıcak bir rüya” (sf. 27), “aydınlığın rüyası” (sf. 37), “suların uy­kusu” (sf. 42) vb…

Genellikle aynı türden sözcükler en durağan halleriyle dizeye egemen ol­muştur: “Cesur ve nazik rüyasında” (sf. 15), “taşlarla yükseldi rüyam” (sf. 20), “sularda ve bazen rüyada” (sf. 25), “rüya ve aşk üzre mevsim” (sf. 43).

Yer yer 4’lü, 5’li dizelere dayanan yapılarda ağırlık bu gibi dizelere yük­lendiği için, düşünsel daralma şiirsel dengeyi de rahatsız eder.

Talihin büyük dairesi Çocukla tembel ihtiyarla rahat Gelecek müddetler usaresinde Herşeyi eşyada bırakmak (sf. 73)

Geceler yıldız yıldız parlamakta Uykusuz simsiyah dehşetten Elimizde ne kaldı Nefis denen devletten (sf. 116)

Belki bu nedene bağlı olarak, doğa da, genellikle yaşayan bir gerçeklik olarak görünmemektedir. Dağlar, ağaçlar, sular, dilin alıştığı, coğrafyada­ki gibi değişik izlenimler yaratmayan nesneler durumundadır: “Yaprakla­rın yeşilinde aşikâr” (sf. 22), “dağlar bulutlar her taraf” (sf. 23), “kır çiçek­lerinden dağ havasından” (sf. 27), “büyük yapraklı kalın ağaçların altında” (sf. 87), “ağaran dağlar çevresinde” (sf. 137), “bazı dağlar vardı uzakta yükselen” (sf. 163).

Sözcükler şiire yol açan birer anahtar işlevi yüklenmiştir Fâzıl Hüsnü’de. Dize içindeki önemi, etkisi, yaratması mümkün olan tekdüzeliği hesapla­madan yararlanmaya bakan, sözcüklerden sanki en alışık olduklarının yar­dımı ile yola çıkıyor gibidir.

47 şiirin iki dizesi ağaç, rüya, gece, uyku, ölüm, dağ, kuş, yıldız sözcük­lerinden biriyle başlayan Çakırın Destanı’nda yaklaşık olarak her yedi se­kiz dizeden birinde bunların bulunması rastlantı sayılamaz. Dar sözcük ya­rattığı için bildiri ender olarak şiirselle kaynaşma noktasına ulaşmıştır. Ayrıca, çoğu şiirin omurgasına idealizmden kaynaklanan düşün kırıntılarının işlenmemiş biçimde egemen olması ne güzellik, ne derinlik yaratır: “Çıkıp gitti, rüyadaki daire” (sf. 28), “Vücudumu terk ederek uyusam” (sf. 29), “Kanımızda meçhulün lezzeti” (sf. 34), “tamamlar meçhulün manzarası / Teması ile fikirden” (sf. 58).

Kendisinin de “ağaçlar, dağlar, denizler / yani her gün yazdıklarım” di­ye nitelediği ortamdan çıktığı ya da bu öğelere asıl araç gözüyle bakmadı­ğı yerde düşün buluşla, şiir imgelerle zenginleşir. Böyle ender rastladığımız parçalar da hem güzel, her derindir.

Asu’da ölüm, ölüm düşüncesi, korkusu, ölüler, ölümden sonra yok ol­mayı sindirememek. Tanrıya sığınmak zorunluluğu birbirleriyle iç içe gir­miş temalar halinde görünür. “Tanrı’nın yüceliğini duyuyorum “ (sf. 115) diyerek yok olma düşünüsünün karşısında güçlüye sığınarak kurtulmak is­teyen şair yer yer “kara, ulu kapılar” (sf. 81), “ulu kapılar” (sf. 81) gibi dinsel varsayımları çağrıştıran deyişlerle ölüm korkusunun biriktirdiği ağır­lıklardan kurtulmaya çalışmaktadır. Ama ölüm, karşıtı olan yaşamla bile sarmıştır onu. Bakışın, düşünüşün, unutma çabalarının bu sınırlamayı par­çalamaya yetmediği açıktır.

Gecelerin sessizliğinde usulca (sf. 47) denemek istediği ölüm ve herkesin uyuduğu saatlerde “gözlerinden öpen ölüler”le (sf. 83) dolaylı dolaysız bir etki çemberindedir dünyası. Ancak bir şiirinde (Yer Sağlığı, sf. 52) kabul eder göründüğü gerçeği, çoğun kendinden bile gizlemeye çalışarak, var ol­ma, yok olma, ölüm, ölümsüzlük kavramlarına yüzeysel değişiklikler kazan­dırmaya çalışır. Gerçekte, Yoklukta Sağlar (sf. 19) şiirinde düşünsel yönden söylemiştir söyleyeceğini. “Ben olur diyorum / Ölümün / Sessizliğinde seviş­mek / Olmaz diyorsunuz.”

Yüz elliye yakın dizede kullandığı ölüm, ölmek sözcükleri çevresindeki çeşitlemeler de bu temel düşünün halkaları olarak görünür.

Kitabına girerken, “yol yok, yol düşüncesi var. Uzay yok, uzay düşün­cesi var.” diyerek idealizme bağlılığını ifade eden şair, birtakım kavramla­rın arkasına çekilmediği ya da aykırı doğrular hevesine kapılmadığı zaman Bergson’la dirsek teması halindedir.

Bergson, daha büyük ve daha küçüğün uzayı içerdiğini söylemişti. O, yeryüzünü, merkezdeki orta benek üzerinde iç içe değirmilerle varsayar? Bergson, “Sayı genellikle birimler derlemesi, ya da daha kesin konuşursak bir’le çoğun sentezi gibi görünebilir” diye yazar? Bergson’a göre, “’geçmiş ve şimdi karşılıklı dışsal değildir, bilincin birliği içinde karışmıştır. ”

Fâzıl Hüsnü’ye göre, “gelecek, bir süre büyümesi değildir. Bir us, bir us duyarlığı büyümesidir.”

Asw’yu oluşturan şiirlerde zaman, gece (yüzü aşkın dize), çağ, vakit, gün; uzay, evren, uzaklık, boşluklar, sonrasızlık; ölüm, varlık, uyku (yüz el­liye yakın dizede), yokluk; doğa, yeşil, yeşillik, dağ, kuş, ağaç sözcükleriy-

le anlatılır. Kimi şiirlerde bunlara (öteki kitaplardaki gibi) çok büyük oran­larda rastlarız. Yetmiş iki şiirdeyse yine iki dizede başlangıç sözcükleri ola­rak görünürler. Bu nedenle alışılmışla yeni yan yanadır yine. Şairin şema- tizmden kurtulduğu yerde (Merihliye Sesleniş, Asu, Asu’nun Oğlu) özgün ve etkili olduğu söylenebilir.

Toplumsal Şiirler

Fâzıl Hüsnü’nün Toprak Ana, Aç Yazı, Dışardan Gazel, Yeryağ, Kaz- malama kitaplarında insan-toplum, insan-doğa ilişkilerine dayanan tema­lar işlenmektedir. Köyde geçimini topraktan sağlayan (Toprak Ana’da az topraklı) köylü, kentte orta tabaka ve gün çalışıp gün yaşayan insanların yoksullukları, acıları, yalnız bırakılmışlıkları, daha çok saptamaların ağır düzeylerinde gelişir. Şair, soyut sözcükleri hemen tümüyle bırakmış, halkın dilini aramayı amaçlamıştır.

“Buğda, cenderme, heç, tez, gayri, üçecek, erigeçi, gidemek, dönünce, ıs- mam” vb. (Toprak Ana) sözcüklerle işlediği temaya sokulmaya çalışırken, “Toprak, yol, tarla, ev, samanlık, ocak” gibi yer belirleyen, “kağnı, öküz, eşek” gibi köy yaşamı ile birleşmiş sözcükleri sık kullanır: “Görüverdi gitti­ğini öküzün / Eşeğin peşi sıra” (sf. 55), “Sarı öküz evimizin babası / tarlayı sürer” (sf. 50), “Öküz acıkmamıştı heç” (sf. 76), “Bir eşek üstünde sarı bir yüz” (sf. 89), “Kağnı durmuştu öküzler bağrışıyorlardı oha’lara” (sf. 106), “Yeder Ali öküzleri” (sf. 94).

Köy ve köy insanının yaşamını, yer yer “Yorgun serilmişiz çiftten dönün- cek / El ayak sığmaz olur ortalığa” (sf. 63) dizesindeki gibi kişilerin söyleyişiy­le yerellik kazandırmaya çalışarak yansıtır: “Onulmaz kuraklığın derdi onul­maz” (sf. 75), “Anam tarhanayı kardı mı” (sf. 78), “Ağıllardan ses kesilir ten- harda” (sf. 79). Yoksulluklarsa, genellikle şairin seslenişleriyle verilmiştir:

Bir kağnı içinde sarı bir yüz Pis bir döşek çare olmuş derdine,

Çul örtülmüş sakallarına kadar,

Bu hasta hangi köyden,

En fakir, en yaşlı, en…

Köy-kent, köylü-kentli, insan-toprak, insan-araç ilişkilerinin işlenmesine karşılık topraksız köylü ile ağa çelişkilerine dayanan şiirlere pek rastlanmaz.

Halkın dilini kullanma çabalarına karşın, geleneksel halk şiiri biçimle­rinden yalnız türküye yaklaştığı olur Fâzıl Hüsnü’nün. Söyleyiş olanakları kazanmak için folklora başvurduğu söylenemez. 1960’lara kadar saptama gerçekçiliği diyebileceğimiz düzeyde şiirine, öykü anlatımı egemendir. Özel­likle Toprak Ana’da sık sık görebiliriz bunu. Şair, dizede değişik ses ola­nakları deneyerek, çizimler yaparak, çevre betimlemelerine özen göstererek konusunun zorunlu bıraktığı ayrıntılarla şiir öğeleri arasındaki uyumu yi­tirme tehlikesini önlemeye çalışır. Başardığı yerde (Kağnılar-Kızılırmak) ye­ni bir toplumsal şiirin yetkin, unutulmaz örneklerine ulaşmıştır. Aç Yazı’daysa bireysel düşün ve duyarlıkların toplumsal düzeye çıkması daha de­ğişiktir. Toplumsal olaylardan, sorunlardan çok, kişiye özgü duyarlıklar yol verir şiirlere. Tekilden çoğula doğru gelişen parçalarla bireysel durum­ları yansıtanlar kesin çizgilerle ayrılmaz. Özellikle “Yedi İhtimal ” ve “Çağ­larda” gibi, etkisini içerik-biçim bütünlüğünden alan evrenselin uğultuları­nı duyduğumuz çoksesli şiirlerin yanında, gücü yine uyaklara ve alışılmış Fâzıl Hüsnü sözcüklerine bağlı olan kuruluşların bulunması belki bu ne­denledir.

1960’lardan sonraki örneklerse, iç ve dış sorunlara bakış açısı değişen bir aydın kişinin (1950’den önce Amerikan uçak gemisi Missouri’ye hoş geldin manzumesi yazma düzeyinden) ulusal çıkarlara sahip çıkma bilinci­ne ulaşmasının öfke, başkaldırı patlamaları sayılabilir. Dışardan Gazel, Türk Olmak, Kazmalama, Yeryağ kitaplarındaki örneklerde Fâzıl Hüs- nü’nün her türlü toplumsal etki olanaklarını şiirleştirmeye çalıştığı görül­mektedir. Güncel yurt ve dünya sorunları karşısındaki tepkilerini yansıtan bu şiirlerde şair, Kıbrıs olaylarından ulusal petrol sorununa, seçim ve grev­lere kadar değişik konuları işlerken küçük bürokratlardan Almanya’daki emekçilere, çöpçülere kadar tabana yakın kesimdeki insanlarımızın şiirini yazar. Bunlarda yer yer özellikle 1965’lerden sonraki toplumsal yönelişle­rin yansımaları vardır.

Destanlar

İlkin Üç Şehitler Destanı’nda (1949) Kurtuluş Savaşı konusuna bağlı te­maları işleyen Fâzıl Hüsnü, daha sonra Samsun’dan Ankara’ya, İnönü’ler, Delice Böcek, Yedi Memetler, Sakarya Kıyıları, 30 Ağustos, İzmir Yolların­da kitaplarında aynı konuyu -tarihsel gelişimi içinde alarak- başlangıç ve zafer arasındaki önemli olaylar, savaşmalar çizgisi düzeyinde sürdürmüş­tür. Mustafa Kemal Paşa’nın kongreler evresindeki girişimleri, örgütlenme aşaması, İnönü ve Sakarya savaşmaları, cepheler, cephe gerisi, savaşçılar, savaşa yandaş olarak katılan yurtseverler genellikle özerk parçalar halinde görünen şiirlerle verilmek istenmiştir. Bu durum, destanların bütünlüğüne aykırı olmasa bile, her parçanın ayrı ayrı yüklendiği işlevin önemsenmesi­ne yol açar. Bir destanın bölümlerinden başka nitelikler bekleriz onlardan. Şiirsel nitelikler bekleriz.

Öte yandan, savaşı da belli sözcüklerin sorumluluğuna yükler Fâzıl Hüsnü. Bu nedenle, savaş giderek yaşanan trajik bir durum olmaktan çıkı­yor izlenimi uyandırmaya başlar. Çoğun kahraman, yiğit, şehit gibi sözcük­lerle anlatılan savaşçılar da insansallığı yitirir. “Altay’lardan Avrupa’ya ge­len Türk”ün (İzmir Yollarında, sf. 21, 1973) geçmiş çağlardaki kişiliğini çağrıştırır. “Ana beni orduya aldılar” (Sakarya Kıyıları, sf. 20) mantığı çer­çevesinde geleneksel inançlarına sığman Ziya Gökalp’in “Gözlerimi kapa­rım / Vazifemi yaparım” dizelerinde belirttiği özlemin somutlaşmış kişile­riyle karşılaşmış gibiyizdir. Olayları ve tarihsel bilgileri sergileme kaygısı­nın ağır bastığı kesimlerde, savaşan insanın varlığını belirleyecek öğelerin zayıflığı (ya da yapaylığı) destanın özünü de yaralar. Okur, yaşamın o çiz­gisine özgü öznel nitelikleri duyumsamayı bekler çünkü.

Bu nedenle genişliği ne ölçüde olursa olsun, parça-bütün birlikteliği için gereken bağlamların zayıflığı, özerk parçalarda şairin başka ürünlerinde sık rastladığımız buluşlar, deyişler, benzetiler, sözcükler; destanları oluşturan parçaların ortak özellikleri olarak görünür. Bu durum, Fâzıl Hüsnü’nün bu alandaki çalışmalarına yaklaşmak isteyen kimi yazarların da dikkatinden (Muzaffer Uyguner, Varlık dergisi, Ekim 1970) kaçmamıştır.

Arkaüstü (Uçsuz Bucaksız Yaşama), Yeryüzü Çocukları adlı kitaplarını oluşturan ürünlerde yapı, Fâzıl Hüsnü şiirinin yapısı, sözcükler Fâzıl Hüs­nü sözcükleridir. Arkaüstü’de daha çok, doğa, evren karşısında çocuğun soru dünyası ve nesnelerle bilinci arasında kurmaya çalıştığı denge işlen­mektedir. Burada, sorma, öğrenme aşamasındaki çocuk, Çocuk ve Al­lah’taki mistik havadan çıkmış, uzay çağının yarattığı us düzeyine gelmiş­tir. Yeryüzü Çocuklarındaysa şair, genellikle küçük ya da büyük bir ülke­nin yeni ya da eski uygarlığından, coğrafya özelliğinden yola çıkarak çocuk duyarlığı ile bu özellikler arasında ilişkiler aramakta, çocuklar arası bir dünyanın içtenliğini yaşatmaya çalışmaktadır.

1933’lerden bu yana sürekli bir akış içinde kesilmeyen hızı, değişmeleri, kapsamı, verimliliği ile yeni edebiyatımızın en ilginç şairlerinden biri olan Fâzıl Hüsnü, eleştirmen Doğan Hızlan’m deyişiyle, gerçekten “Tek başına bir akım” kimliğini göstermektedir.

YAPITLARI:

Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun 1966 Turan Emeksiz Armağanı’nı kazandı. Amerika’da Pittsburg şehrindeki International Poetry Forum (Uluslararası Şiir Forumu) tarafından 1967’de, yaşayan en iyi Türk ozanı seçildi. Struga (Yugoslavya) XIII. Şiir Festivali’nde Altın Çelenk Ödülü’nü kazandı (1974). Aynı yıl Milli- yet-Sanat dergisince, Yılın Sanatçısı seçildi. Horoz adlı kitabı ile Sedat Sima- vi Vakfı Ödülü’nü Peride Celal ile paylaştı (1977).

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 3, Cumhuriyet Dönemi 1, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

Fâzıl Hüsnü Dağlarca kimdir? Hayatı ve eserleri: Son devir Türk şâirlerinden. 1914’te İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Anadolu’nun çeşitli illerinde yaptı. Kuleli Askerî Lisesini (1933) ve Harb Okulunu (1935) bitirdi. Piyâde subayı olarak yurdun birçok yerinde bulundu. 1950’de yüzbaşıyken askerlikten ayrılıp, serbest hayata geçti. Bir yıl Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde çalıştı. 1953’ten 1959’a kadar da Çalışma Bakanlığında iş müfettişliği yaptı. 1959’dan sonra İstanbul’da “Kitap” adlı bir kitâbevi kurdu.

İlk şiiri “Yavaşlayan Ömür” 1932’de İstanbul Dergisi’nde çıktı. 1940’ta Çocuk ve Allah ile edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. Yalnız şiir türünde eserler verdi.

Şiirleri: Dağlarca’nın şiirleri tür, şekil ve muhtevâ yönlerinden devamlı değişmeler göstermiş, şiirin özünde de değişmeler olmuştur. Şekilcilikten şeklin inkârına kadar, açık seçik söyleyişten mânâsızın ötesine kadar, zor tanınır ve zor izah edilir şiirleri vardır. Konu ve üslûp bakımından değişik görünen bu şiirlerde, şâirin tabiatına, şahsına bağlı bulunan ortak özellikler onu çağdaşı şâirlerinden ayırmaktadır.

Fâzıl Hüsnü, ilk şiirlerinden beri kendini çok zengin bir tabiatın sırları, gizlilikleri içinde bulur.Gördüğü, seyrettiği ile yetinmeyerek o sırları bol görüntüler, semboller, mecazlar vâsıtasıyla şiire yansıtır.

Ağırlık noktalarına bakarak şiirleri üç bölümde toplanabilir: Destanlar, toplumcu-gerçekci şiirler,felsefî-lirik şiirler.

Destanlar: Destan tarzı, Dağlarca’nın verimli olduğu ve çığır açtığı bir alan olup bu yönü ile yenidir. Ondan sonra bu yolda yazarlar çok görülmüştür.Üç Şehitler Destanı, İstiklâl Savaşı, Delice Böcek, İstanbul Fetih Destanı… gibi kitapları, takım şiirler hâlinde koçaklamalardır. Fâzıl Hüsnü bu koçaklama şiirlerinde hem târih gerçekleri ve savaş bilgilerine, hem de söylentilerine bağlanmaktadır.

Toplumcu-gerçekçi şiirleri: Bu tür şiirleri, daha çok; Toprak Ana,Aç Yazı, Türk Olmak kitaplarında bulunmaktadır. Şiirler Anadolu üzerine açık düşünceler söylemekle destandan ayrılır. Bu şiirler halkın ve yurdun hâline acıyan, koyu gerçekçi, isyancı, inkârcı mısralar hâlindedir. Kişiler, basit değil, karmaşık iç dünyâsı olan çok yanlı insanlardır.

Felsefî-lirik şiirler: Bunlar Dağlarca’nın asıl tarzı olan şiirleridir. Şöhretini sağlayan kitabı Çocuk ve Allah’tan başlayarak ruh derinliklerini, tabiat üstüyü ve madde ötesini gözetmiştir. İnsan ve nesnelerin sathını bırakıp özüne inmeye çalışmıştır. Şiirlerinde karanlık, aydınlık, ölümle-dirim, korkuyla ümit, nefretle sevgi, geçmişle gelecek birbirleriyle çarpışan ve birbirine karışan bulut kümeleri gibidir. Her bucaktaki sır ve gizlilik hem rüyâ, hem de gerçek şiir hâlinde şiire yansımaktadır.

Üslûp: Dağlarca, Şeyh Gâlib’in istediği gibi “bir başka lügat”la konuşan şâirlerdendir. Konuşma diline fazla iltifât etmemiş, kitâbî kelimelere de az yer vermiştir. Her şiirde değişik sözler aramıştır.O, kelimelerle fazla oynayan bir şâirdir. Bâzı şiirlerinde iç ahenge önem verir. Şiirlerinde, âheng sağlamak için, kendince bir çeşit imâlelerden ve tabiat taklidi seslerden de faydalanmıştır. Fâzıl Hüsnü Dağlarca, buhranlarla, tatminsizliklerle dolu bir şâir olarak tanınır. Din, insan, hayat, ahlâk gibi konularda kendi yapısında bulunan kararsızlık ve bunalımlar, aynen şiirlerine aksetmiştir. Bu bakımdan kendinde ve eserlerinde çok keskin zikzaklara, tam ters dönüşlere çok sık rastlanır. Şiirlerini bu noktadan değerlendirmek, onun gerçek yapısını anlamak açısından faydalı olur.

Eserleri:

1)      Havaya Çizilen Dünyâ (1935)

2)      Çocuk ve Allah (1940).

3)      Daha (1943).

4)      Çakırın Destanı (1945),

5)      Taş Devri (1945),

6)      Üç Şehitler Destânı (1949).

7)      Toprak Ana (1950),

8)      Aç Yazı,

9)      İstiklâl Savaşı-Samsun’dan Ankara’ya (1951),

10)  İstiklâl Savaşı-İnönüler,

11)  Sivaslı Karınca (1951),

12)  İstanbul-Fetih Destanı (1953),

13)  Anıtkabir (1953),

14)  Delice Böcek (1957),

15)  Batı Acısı,

16)  Mevlânâ’da Olmak-Gezi (1958),

17)  Hoo’lar (1960),

18)  Özgürlük Alanı,

19)  Cezayir Türküsü (1961),

20)  Aylâm (1962),

21)  Türk Olmak (1963).

22)  Yedi Mehmedler (1964),

23)  Çanakkale Destanı (1965),

24)  Dışardan Gazel (1965),

25)  Yeryağ (1965),

26)  Vietnam Savaşımız (1966).

27)  Kubilay Destanı (1968),

28)  Haydi,

29)  19 Mayıs Destanı (1969).

30)  Vietnam Körü,

31)  Hiroşima (1970),

32)  Kuş Ayak,

33)  Malazgirt Ululaması (1971),

34)  Kınalı Kuzu Ağıdı (1973),

35)  Hollandalı Dörtlükler (1977),

36)  Nötron Bombası (1981).

İstanbul Fetih Destanı’ndan

Sultan Mehmed’in Gemileri:
Bir sabah fermân ile uyandık İstanbul kıyılarında,
Bir sabah duyuldu, Sultan Mehmed:
“-Gemilerim karadan yüzdürülsün!
Dağlar Taşlar inledi:
“Emret!”
Kazıklarla yarıldı yer, ufuklarca
Saçılıp zümrüt göklere, gümüş böceklere merhamet
Acayip pınarlardan, meçhul koruluklardan geçtik
Zamanımızla durdu iki yanda
Geçmiş devirler sed sed
…………………………

İlk defa, bu koca dünyâ ilk defa,
Bir şey âşikâr oluyordu bütün milletlere ibret,
Tabiat üzerinde açan kuvvet gülü,
Allah’ın toprağı geçit veriyordu.
Türk’ün koluna hürmet.

İniverdik uyumuşların önüne, karadan gemilerle,
Kesildiler, serâpâ nûr, serâpâ hayret.
Açıldı onlara Doğu’dan.
Bize Batıdan,
Ebediyet.

KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 7. CİLT

İlgili Makaleler