Kimdir

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu kimdir? Hayatı ve eserleri

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu kimdir? Hayatı ve eserleri: 1961 Afyon’da doğan Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, ilk, orta ve lise öğrenimini bu şehirde gördü. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölü­münü bitiren Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, öğretmenlik yapmayıp felsefi, tasavvufî çalışmaları­na devam etti. “Türk-İslâm Felsefesinde, Tasavvufî Eğitim Değerlendirmesi” ko­nulu Yüksek Lisans eğitimini tamamladı (1987). Daha sonra girdiği İ.Ü. İktisat Fa­kültesi Sosyal Yapı-Sosyal Değişme Anabilim Dalı’nda “Modernleşme Sürecinde Moda Zihniyet İlişkisi” başlıklı çalışmasıyla sosyoloji doktoru oldu (1994). Bu ça­lışması daha sonra “Modernleşme Sürecinde Moda ve Zihniyet’ başlığıyla yayım­landı (1995).

Evli ve bir çocuk annesi olan Fatma Karabıyık Barbarosoğlu 1990’lardan beri Türk Edebi­yatı ve Dergâh dergilerinde hikâye, deneme ve eleştiriler yayımlıyor. Genç yazar, hikâyelerini Acı Deniz (1996) ve Senin Hikâyen (2001)’de topladı.

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu Hikâyeleri Üzerine

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, sanat görüşü üzerine, bir konuşmamızda, aşağı yukarı şun­ları söyledi: (Not: tamamıyla yazarın ifadesi olmayıp, benim özetlememdir.)

“Dünya ve sanat görüşümde, tasavvufun etkileri derindir. Hikâyelerimin arka plânında tasavvuf bulunuyor. Bu sebeple Seyyid Hüseyin Nasırı, zihniyet ve “es­tetik” yönleri ile çok beğeniyorum. Nasır’ın 1993 başlarında okuduğum “Modern Dünyada Geleneksel İslâm ’’kitabı, özellikle beni sardı. Bu kitapta, üzüntülerim­den biraz kurtulur gibi oldum. Çünkü, günümüz hayatında “İslâmî yaşamak” is­teyenlere (hele hanımlara) küçümseme, saygısızlık ve hakaretler vardır, bunları hoş görmeyi ve tuttuğum İslâmî yolun güzelliklerini o kitapta teyit etmiş oldum.

Nasır, “meşrepler” üzerinde duruyor. Meşrepler çeşit çeşit. Hepsine hoşgörü ve neşeyle eğilmek lâzım. Meselâ İbn Arabi ile İmam Gazali, birbirine zıt meşrep­te büyüklerdir; o halde ikisini ayrı ayrı beğenmek, sevmek ve görüşlerinden ya­rarlanmak gerekiyor. Düşünürsek: Tarikatların çokluğunu da aynı şekilde “meş­rep çeşitliliğine ” yorabiliriz. Öyle ya, “Vahdet-i vücûd” yolu birdir ama, kimisi ora­ya zikirle, kimisi çile ile kimi başka yollarla varmaya çalışmaktadır.”

Fatma’nın hikâyelerinde, yer yer karamsarlık havası sezmiştim.

– Bu halde gelecek hikâyelerinizde o karamsar bakışı görmeyeceğiz demektir. Özellikle bazı kadın kişileri, yaşadıkları hayat içinde, (çalışırken, ev kadım iken, çocuk anası iken, emekli iken vs.) çok şikâyetçi, açındıran ve hüzünlü biçimde anlatıyorsunuz, dedim.

– Hayır karamsar değilim. Bir feminist gibi şikâyet etmiyorum. İsyan meselesi de değil. Tam tersine, onların sabır ve tahammüllerini göstererek bunun İslâmî imandan geldiğini araştırıyorum. Bazen bunu soruşturmaya, bazen de vurgula­maya çalışıyorum. O insanların anlaşılamadığı, fakat anlaşılmaları gerektiğini düşünüyorum. Ama tespit ettiğim şu ki: Bir hikâyeci yeteri kadar güçlü de olsa, bazı mizaçların, sabırların ve katlanmaların hikmetini kalemle anlatmaktan âciz­dir, diye cevap verdi.

– Ayrıca, her yerde ıstırap var. Örtülü kadında da, çocuklu kadında da var. Öy­le olmayanlarda da var. Yalnızlarda, yaşlılarda da var. İnsanlarımız buna nasıl katlanacaklar? Bu azaplara katlanmanın, onlardan neşe çıkarmanın bir yolu da iman, ibadet, görev hissi, sorumluluk değil mi acaba? diye düşünüyorum. Ortalık güllük gülistanlık değil, böyle olduğu halde sıkıntılarına isyan etmemek ne bü­yük hüner. İşte onları yazıyorum, diye devam etti.

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “eleştiriye de meylim var, ama hikâyeyi çok seviyorum” diyor. Hikâye yazmak ve okumak… Sonra okuduklarımı soruşturmak, eleştirmek…

-Hikâyelerinizde size manevî değerleri savunan toplumcu bir yazar, diyebilir miyiz?

-Hikâyelerimde “mesaj” elbette vardır ve onları sembolik gizlilikle söylemiyo­rum; mesajlarım açıktır. Ama bununla birlikte toplumcu denilmesi zor bana. Çün­kü çok öznelciyim, bireyciyim, insanları, kişileri ayırt ediyorum, seçiyorum. On­ların mizaç ve meşreplerine önem veriyorum. Hiçbir şeyi genelleştirmiyorum. İyi­lik kötülük tezleri, ideolojiler, genel kurallar adına konuşmuyorum.

– Peki, size realist (gerçekçi) bir yazar diyelim mi?

– Hikâyelerimde kurmaca yoktur, o bakımdan evet denilebilir. Çünkü ben ha­yalleri, tasarıları, kurmaca, bulmaca oyunlarını değil de yaşanmış olayları yazıyo­rum. Ama “gerçekçilik” tabiî, çok fazla anlamı olan çok yıpranmış bir kelime. Bel­ki, sadece yaşanmış hayatları anlatışım bakımından…

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, dünyadaki, çevredeki âni, zevksiz ve çoğu tek­niğin getirdiği değişmelerden hoşnut değil. Dünya çirkinleşiyor. Yeşillikler, kuş­lar, manzara, nakışlar, töreler bir hiç uğruna yok olup gidiyor. Sözgelişi o güze­lim “çoraplarımızın” yerini, köylerde bile “orlon” aldı. Dünya kalıplaşıyor… Fatma Karabıyık Barbarosoğlu buna benzer üzüntülerini söylediği zaman, onu güzelliklerin telef edil­mesine üzülen felsefî anlamda biraz karamsar bir idealist sayabiliriz. Halis insa­nı bulamadığı zaman, hayal kırıklığına düşen çok duygulu bir güzellik arayıcısı hali bütün hikâyelerinde görülüyor.

Üslûpta sadeliği seven ve Türkçe’yi oldukça kusursuz yazabilen Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, edebiyatın yalnız seçkinlere değil, halka da hitap etmesinden yanadır. Konuşma dilimizin sadeliğini bu açıdan benimsiyor. Cümlelerinin kimisi, bazen vecize denilebilecek kadar muhkem görünüyor. Hemen her hikâyesinde tespit edebildi­ğim bu güçlü cümlelerine birkaç örnek:

“Çiçekleri değil de, çiçeklerin tabutu olan bu aptal çelenkleri sevmiyorum.”

(Acı Deniz’i Yeniden Okurken)

“Benim kocam hiç yaşamıyor oysa; ne kendi yaşıyor ne beni yaşatıyor. Bir ok­sijen tüpünün içindeyiz sanki. Bütün hayatımız, çokça çalışmaktan ve soluk alıp vermekten ibaret.” (İçimdeki Çocuk)

“Biz kurbanlarız. Müslüman erkek, kendi benliğinin buyruğunu «İslâmî» ola­rak yorumladıkça bizim kurbanlığımız devam edecek.” (Senin Hikâyen)

Demek ki Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, hikâyede yeniliği, son yeni metotlarda, akıl dışı ve akıl ötesinde, postmodernde, kurmacada, mekân-zaman-tarih dışılıkta vs. aramı­yor. Ancak, gelenekli hikâye içinde de “yeni” olunabileceğini gösteriyor. Çünkü mesele, Türk insanını, çağın kadın ve erkeğini bulup, onların ruhuna nüfuz ede­rek anlatmaktadır. Bunu, “son yeni” hikâyenin usul ve öğeleri ile de yapabilirsi­niz; bilinen hikâye tarzları içinde de kaldı ki, Nedim gibi divan şairlerinin başar­dığı üzere, klâsik içinde yenilik çok daha zordur. Nitekim şiir aruzla, hece ile ve serbest mısra istifiyle de yazılabilir. Bütün iş, şiirin veya hikâyenin cevherini ya­kalamaktadır.

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, henüz bir kitap doldurmayan hikâyelerinin çoğunu, birine hitap, hatta “mektup” biçiminde kaleme almıştır. Bu hikâyeler, klâsik yapıya ya­kın da olsa, yine de “giriş-düğüm-sonuç” bölümlerine, ısrarla dikkat ettiği söyle­nemez. Bu hikâyelerde bir duygu ağırlığı yani “hisleniş” ilk bakışta dikkati çeker. Sonra ayrıntılara kadar inen bir dikkatle konu işlenir. Bu hikâyelerde “tez” değil ama “mesaj” vardır. Bu mesaj cümleler halinde söylenmese de sözler, hareketler arasında belli edilir. Yani mesajdan korkulmaz, yazarın söylemek istedikleri var­dır; bunlan sembole ve mecaza yedirmeden, açıklıkla söyler.

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, gayretli bir yazar olduğundan dolayı, kafası yazar-okuyucu-eleştirmen ilişkileri ile fazla meşgul görünüyor. Hikâyelerinin bir kısmı gibi, yazılan, deneme ve eleştirileri de bu konulara yaslanıyor. “Acı Deniz’i Yeniden Okurken” hikâyesi gibi “Sitemkâr Okuyucuya Cevabımdır”da ve “Bir Tutkun Okuyucunun Hatıra Defterinden ”de bu konuların, yazan, âdeta rahatsız edercesine ilgilendirdiği görülüyor. Bu tutkunluktan çıkarabileceğimiz sonuç: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ’nun “çok sevdiğini” söylediği ve türlerin hepsine üstün tuttuğu “hi­kâye” yazarlığını olabildiğine ciddiye aldığıdır.

“Tutkun Bir Okuyucunun Hatıra Defterinden”adlı yazısından aldığım şu satır­lar, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ’nun her günkü yaşayışından bir kesit gibidir:

“Benim o odada geçirdiğim uzun saatler sonunda, güneş odadan çıkmak için son vedâlarını yaparken, aradığım bir düşünceyi ya da adını koymadığım bir his­si kitapta aniden karşımda buluverince, güneşin kendisini doğrudan ifade etme­yen o son görüntüsüyle ruhumun kanatlandığını zanneder, işte yaşamak bu der- dim. Mutluluk ve huzurun tarifi benim için tam o «an»daki hissettiklerimden baş­ka bir şey olamazdı. Bütün sıradan şeylerin, alışkanlıkların, acıların, endişelerin unutulduğu o «an»da yazarına tekrar tekrar seslenir şişe içinde yolladığm mesajı aldım. İyi ki yazmışsın derdim. Sonra beni mutlu eden dünyada hiç de yalnız ol­madığımı hissettiren satırların yazarının masanın başında sıkılıp, yazdıklarını her seferinde beğenmeyip «Benimkisi boş bir hayal. Ben kimin için yazıyorum» diye sızlanışlarını sanki kulaklarımda duyardım. Bu böyle olmamalı her yazarın okuyucusunun yüreğinin beynine attığı kancanın takılıp takılmadığım bilmeye hakkı var kalem hakkı diye düşünürdüm. Benim çok sevdiğim kitapların “çoksa­tan kitaplar” listesinde hiç yer almaması bu üzüntümü iyice pekiştirirdi. ”…

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ’nun yazar okuyucu, kitap sevgisi, yazısının beğenilmesi, önem­senmesi, önemsenmemesi gibi konulan, nasıl âdeta bir dert haline getirdiğini da­ha iyi Anlatabilmek için “Sitemkâr Okuyucuya Cevabimdir” yazısını da aşağıya alıyorum:

Sitemkâr Okuyucuya Cevabimdir

Bir kez yazmadınız… Bir mektup… Ya da hislerinize dair bir yazı bir dergi kö­şesinde. Rastlamadım.

“Kalem hakkı” demişsiniz, pek güzel. Türkiye’de her yazar okuyucusundan “kalem hakkını” alacaklı terk-i diyar ediyor.

Okuyucu-yazar ilişkisinde bilir misiniz, yalnızlık hiç paylaşılmadan hep yaza­rın tarafında boy verir. Çoğu, »yazma gücünün altındaki en etkili motivasyon yal­nızlıktır» der. Kim bilir belki doğrudur. Kendi payıma, belki bu kadar yalnız hissetmeseydim kendimi, kuru bir kalemin gövdesine bir gönül yüklemeye kalkmaz­dım.

Sizin hiç olmazsa yalnızlıktan kurtulduğunuz «an»lar varmış. Sığındığınız sa­tır aralan.

Size çok iddialı gelecek belki ama, bana göre dünyanın en cömert insanları ya­zarlardır. Düşündüklerini, hissettiklerini, hayal ettiklerini paylaşmak isterler. O paylaşma uğruna, katlanılan onca cefa ve sıkıntıdan geriye bir sahipsizlik kalır. Sizi hiç anlamayanların elinde oyuncak olur yazdıklarınız. Eli kalem tutmayan dostlarınız arasında, kimisi kitabın adından dolayı içindekilerin okuma merakı uyandırmadığını söyler, kimisi kapak resmine hayıflanıp, okunamaz bulur. Bir kısmı da sözde yıllanmış kitabı sevdiği için okumaz. “Bir kitap toplumsal okey al­dıktan sonra okunur” diyenler çıkar. Toplumsal okeyin ölçüsü ise en az 6-7 baskı yapmış olmasıymış…

Bir kişi gelip, şu hayatın içinde küçük anlara dair yakalayışlarınız öylesine canlı demez. (Şimdiye kadar bir tek siz dediniz… Ne ki, bir sitemin gölgesinde kal­mış cümlelerle. Parasızdım… En sevdiğim kitabı, herkesle paylaşıp, benim gön­lüm ne büyük demek istedim belki. Yazdığımın insanların en değer verdiği şeyle değerlendirildiğini görmek, karşılığında para almak istedim belki… Anlayabilir­diniz… Anlayabilirdiniz… Kitabımı neden senaryolaştırdığımı anlayabilirdiniz.)

Bir beğeni, ya da “anlatmak istediklerim anlatamıyor” türündeki bir eleştiri bile kalemim için can suyu olacaktı… Onlar yoksa, yazdıklarım niye var, diye ken­dimi sorguya çektiğim sabahlan, siz nereden bileceksiniz.

En kötüsü de, kitap fuarlarındaki imza günleri. Okumayan bir ülkede yazarın okuyucu dilendiği standlar… Hepimiz biliriz imza günlerinde, kitap alanların ger­çek bir okuyucu değil de bir imzaya heveskâr olduğunu… Ama yine de, sırada bekleyeni biraz fazla olan arkadaşa dair, kıskanma değil ama, adı bile konamayan küçük şeyler hissederiz.

Masanızda yalnız oturmanıza müsaade etmeyenler çıkar bir de… Seslerindeki tona bile dikkat etmeden yazık bari biz bir kitap alalım” deyip kitabınızı mal ni­yetine önünüze koyarlar. Kendinizden çıktığınızı hissedersiniz… Bir daha yazma­maya karar verirsiniz. Ben bunlar için mi yazıyorum deyip hayıflanırsınız. Ama kalem bırakmaz. Kuru gövdesine yüklediğiniz gönül yeşermiştir. O gönül«senin okuyucun yarında gizli» diye büyülü şeyler fısıldar kulaklarınıza. İnanırsınız ve yeniden yazmaya başlarsınız… (Acı Deniz, 1996, s. 99-100)

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ’ndan İki Hikâye

Mazi Rüyaları – Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Yıllar sonra dört arkadaş beşincimizin Ankara’da olduğu bir pazar akşamında bir araya geliyoruz. Beraberimizde birbirini pek iyi tanımayan eşlerimiz… Bir ta­rih öğretmeni, bir eczacı, bir mimar ve bir iktisatçı. Ortak bir mazileri yok bu adamların. Konuşabilecekleri ortak bir dünyanın çizgisini çizebilecekler mi bil­miyorum. Fakat hepsinin ortak yanı, öne çıkma ve çok konuşmayı sevmeyişleri. Onları başbaşa bıraktığımız bu odada, belki birbirlerine biraz ısınacaklar belki de bizim sürdürmekte kararlı olduğumuz bu aile toplantılarına sadece nezaket icabı katılmayı tercih edecekler.

İlk ne zaman gelmiştik Nihailere? Düğün tebriki için her halde. Biz bekârdık. Uygun bir düğün hediyesi bulabilmek için yarım gün dolaşmıştık Bakırcılar Çarşısı’nda. Verebileceğimiz bütün para dört yüzer liradan ibaretti Sonunda 1600 li­raya bir ayna çerçevesi bulabilmiştik. Nur çok severdi aynaları. Güner’le Çiğdem o parayla başka bir şey alınamadığı için razı olmuşlardı. Çiğdem’in “İkisi de tarih öğretmeni olacak Uzunçarşılı’nın tarihi yoksa onu alsaydık” demesine ne çok gülmüştük.

Nihailerin evi ne kadar güzel gelmişti bize. Saksılardaki renk renk çiçeklere imrenmiş her birinden bir yaprak alıp dikmiştik. Ama hep öyle kel kaldı bizim saksılarımız. Hiç büyümedi çiçekler. O rutubetli çatı katında çiçek büyümezmiş. Rutubetli olduğunun bile farkında değildik. Ya da farkındaydık da orası bizim yuvamızdı ya, rutubetli demek hakaret etmek gibi geldiğinden kendimize bile söy­leyemezdik Şikâyeti yasaklamıştık birbirimize. Şikâyet etmek direncimizi ve bi­ze lâzım olan öfkeyi söndürür derdim. Şikâyet etmeyecek beğenmediğimiz şeyle­ri değiştirmeye çalışacaktık. Değişen biz mi olduk sonunda?

Bu ev on yıl önce geldiğimiz ev değil! O evde her şey bize dosttu. Bildiğimiz, sevdiğimiz şeyler vardı sağda solda. Şimdi her şey yabancı. Demir borulu kitaplı­ğın yerini bir vitrin almış. Renk renk çiçekler yok. “Üç şehir değiştirdik. Kilomet­relerce süren yolculuklara biz dayanamadık çiçekler nasıl dayansındı” diyor Ni­hal. Ben çiçeksiz evleri hiç sevmiyorum galiba. Bu evi bana o kadar yabancı ya­pan onların yokluğu.

O hararetli kucaklaşmadan sonra neden bu kadar uzun sürdü bu sessizlik. Ötekiler de mi evi inceliyor acaba? Biz birbirimize hâl hatır sormazdık. Çiğdem “Gönlü birbirinden çok uzak olan insanlar hâl hatır sorar” derdi. Annesinin bir komşusuyla her gün aynı şekilde yaptığı bir konuşmayı taklit ederdi. Hemen her gün Uşak’lı komşusu annesini yanma çağırır “Nasılsınız komşucuğum?” îyi de­mek âdet olmuş işte. “Hevâlar da iyicene soğudu. Bettaniyiyi bürün, bettaniyiyi bürün.” dermiş. Birbirine hâl hatır soran insanları görünce “bettaniyeyi bürün bettaniyeyi bürün” der gülerdik. Kimse anlamazdı niye güldüğümüzü.

Nihal “ee nasılsınız kızlar, görüşmeyeli” diye sorar sormaz ben, battaniyeyi bürün, bettaniyeyi bürün diyiveriyorum. Hepimiz gülüyoruz. Oda birden ısınıyor. Eşyalar dört bir yandan kucak açıyor sanki. Maziden çıkıp gelen bir cümle onca ayrılığa rağmen bizi yeniden birbirimize bağlayabilecek mi? Ortak bir maziden kaynaklanan bir büyü oluveriyor odadaki zaman. Doyasıya yaşadığımız öğrenci­lik yıllan. Hayatımızın en özgür yıllan doluveriyor içeriye. Merak etmişimdir dostlukları taşıyan mazi mi, istikbal midir diye. Benim cevabım maziden yana hep. Mazi yaşanmıştır ve çirkinliklerden ayıklanarak hatıra bohçasına dürülmüş- tür. Bohçadaki yaşanılan en acı anlar bile hatırlandığında, buruk bir tat verir in­sana. İşte böyle bir buruk tadı anlatıyor Çiğdem ve Güner. Öğrencilik yıllanmn en bohem günlerinden birini. Fuardan kitap alınıp Çehov’un oyunu için tüketilen öğrenci harçlıklan ve arkasından gelen iki aç gün… Anlatırken gözlerinin içi gü­lüyor, kaçıp giden bir dünyayı yakalamak istiyorlar sanki. Koltuk üzerindeki otu-ruşları çok heyecan veren bir olayı yaşıyorlarmış gibi, kafa kafaya vermiş bir va­ziyette bir o anlatıyor bir bu. Ve hepimiz dünün sokaklarına dönüyoruz. Dün bizler büyük adam olacaktık. Zevklerimizle, düşüncelerimizle entelektüel adaylarıy­dık. Kendimizce aday da değil, gerçek entelektüel. Kaçırılmayan sanat toplantıları ve konferanslarla, sabahlara kadar süren sohbetlerimizle entelektüelliği biz kapmayacaktık da kime bırakacaktık. Birden hayal kırıklıklarını örtmeye çalışan bir sükût doluyor içeriye. Duvardaki saat tam on kere vuruyor. Kafamıza tokmak vurur gibi…

Nihal çay getirmek için dışarı çıkıyor. Ortanca oğlunu börek tabaklarıyla gön­deriyor. Çiğdem kızıyor. “Çayın yanında börek çörek ne münasebet canım… Bi­razdan bunların tarifini de almaya kalkarsınız. ” Börekten bir kere ısırmamla bir­likte dişlerim bayram yapmaya başlıyor. Sormaz mıyım böreğin tarifini, bütün dostlarımın damaklarının hatırına. Sormamla birlikte Çiğdem isyan eder gibi, bö­rek tabağını elinin tersiyle itiveriyor. Nihal’in “Annem yaptı bilmiyorum” deme­siyle birlikte kafamızdan çıkan entelektüel şapkalar sanki tekrar yerine oturmuş gibi Çiğdem’in yüzü aydınlanıyor. O, en çok bizim adımıza, entelektüel olma mü­cadelesi veriyor. Kendisi için öyle bir kaygı yok. İstanbul’un entelektüellerinden bir liste yapılacak olsa o listede onun da adını göreceğinizden emin olabilirsiniz. Guner her geçen gün yüküne yük katarak, ama aynı zamanda sıradanlaşmaya meydan okuyarak yürüyor kendi çizgisinde. İki çocuk, yatalak bir kayınvalide ve Trabzon’dan İstanbul’a kaprisler yağdıran babanın omuzlarına binen yükü ara­sında, öğrencilerine edebiyatı sevdirme çabası. Yine de “hocalarımın bana verdi­ğini ben öğrencilerime veremiyorum” diye kendisine karşı duyduğu hoşnutsuz­luk. Nihal herkesle her şeyle barışık. Yarım gün tarih öğretmenliği yapıyor, geri kalan vaktinde de bol bol komşuculuk oynayıp, kilo alıyor. Mutfağının duvarında boy boy rejim reçeteleri asılı. Bana karşı 2-0 galip. Ben ne öğretmenlik yapıyorum ne de tadıyla tuzuyla komşuculuk oynuyorum. Hiçbir şey olamayan bir benim ga­liba. Beşincimiz, yani Nur Ankara sokaklarında… Tam on yıl sonra entelektüel bir kafanın, öğretmen yeterlilik imtihanına nasıl gireceğini göstermekle meşgul. Öğ­retmenlik tutkuyla istediği bir şey değil. Bunu biliyorum. Ne istediği sorusunun cevap hanesi boş. Ne evler dost ona, ne sokaklar. Ayda bir tekrarladığı Ankara yolculuklarına “İstanbul’u özlemek için” diye bir mazeret uyduruyor. Gerçekte bunca yıla rağmen onun özlemleri hepimizin meçhulü. Aynalardaki dost kız bili­lerinin bir şiirine, bir hikâyesine ilham olmuş mudur? Muhteşem tembelliğinden dolayı prenses derdik biz ona. Evlenip de evinin hizmetçisi olmadı, o hâlâ pren­ses.

Nihal’in 6 yaşındaki oğlu meraklı bir şekilde bizi dinliyor. Güner “Sen baban­ların yanında otursana” diye kızıyor çocuğa. “Onlar televizyon seyrediyor çok sı- kıçı ” diyor. “Biz senin için bir çizgi film kadar eğlenceliyiz ha çocuk” diye bir kah­kaha atıyor, Güner, Belli belirsiz bir şarkı mırıldanmaya başlıyor. Fakat Hacı Arif Bejden eskisi kadar güzel şarkılar okuyamıyor. Onun da kulağını işgal etmiş çok çalman şarkılar.

On yıl önce nasıl bir dünyamız vardı bizim? Sadece bizim bildiğimiz renklerin imbiğinden süzülen bir dünya. O dünyanın kendine has çehreleri şimdi nerdeler? Hep böyle oluyor. Önce coşkuyla buluşup sonra yorgun argın evlerimize dönüyo­ruz. Dünü konuşmak yoruyor bizi. Gerçekleşememiş hayallerin yükü olanca ağır­lığıyla omuzlarımıza biniveriyor sanki. Ayrılırken daha sık bir araya gelelim diyo­ruz. Ama yine de biliyoruz ki, daha sık bir araya gelmenin yükünü hiçbirimiz çe­ke meyiz. Ayrıldıktan sonra herkes kendi evinde, ama dünün kollan arasında bir saat daha oturacak. Beylerin hepsi “Ben yarın erken kalkacağım” diyerek yanan lâmbaya isyan edecek belki. Güner diz çöküp şarkılar mırıldanacak. Nihal yazılı kâğıtlarını okuyorum bahanesiyle oturacak belki. Çiğdem uzun uzun düşünüp “Kadından bilim adamı olmuyor işte” diye dertlenecek. Düşüncelerinden kaçabil­mek için bir kitabın sayfalarına sığınacak. Ben ev hanımının titizliğini bahane ederek dolanıp duracağım evin içinde. Yarın komşular bize gelecekmiş. Niye ge­liyorlar sanki. Nasıl olsa beni sevmiyorlar. Benim de onlara bayıldığım seylenemez. Ama yine de geliyorlar işte. Takıp takıştırıp geliyorlar. Her seferinde lâf ara­sında benim ne zevksiz biri olduğumu yüzüme vurmak için “sade olmayı seviyor­sunuz” diyorlar. Hiç cevap vermiyorum. Evin her tarafını dolaşıyorlar. Bana rağ­men bardak, peçete, arıyor bahanesiyle dolapları, çekmeceleri açıp temizlik ve tertipten imtihana çekiyorlar beni. Aldığım notu hiç bilmiyorum. Sınıfta kalsam ne olur onların gözünde. Hiç önemi yok. Ben onların, daha doğrusu onlar benim dünyamın dışında. Evime girmiş olmaları yetmiyor dünyama girmek için. Yine de pastalar börekler yapıyorum. Sen psikoloji tahsilini bunlar için yaptın, 100 soru­da psikolojik börek ve pasta ikramı diye bir kitap yazmalısın diye alay ediyorum kendimle. Ben kendimle kalamıyorum bir türlü. Kafamda kurduklarım bir kez ne­fes alamadan, canlanamadan ölüveriyorlar. Oysa aynı sıralan paylaştığım insan­ların çoğu şair oldu, yazar oldu. Birisi 1990 roman ödülünü bile aldı. Bir başkası film çeviriyor adı duyulmuş yönetmen. Bazıları Anadolu’nun bir yerinde okul mü­dürü. Yazdıklarıyla insanları yüceltmeye ya da batırmaya silâhlanmış eleştirmen­ler bile çıktı. O zamanlar beğenmediğim çok çocuksu bulduğum tavırların sahip­leri hep bir yerlerde. Adlarını duyduğumda kardeşimmişçesine benimsiyorum ba­zen. Şimdi beğenmemek ne haddime. Onlar benim yaptığım ev kurabiyelerini be­ğenecekler mi diye düşünüyorum. (Türk Edebiyatı, Sayı: 225, Temmuz 1992, s. 43-44)

Söz Darmadağın – Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Söz tükendi, nice bir da’vâ-yi şi’r ü şâiri Lâf u da’vâ bir taraf, şimdi du’a hengâmıdır

Nefî

Her kaçışın ayak izi beynimde. Yaşanılamayan kırık dökük onca şeyin ardın­dan değişik mekânlara sığmma. “Ben” içimdeki o ağlamaklı sesiyle dolaştıkça her şehir birbirinin aynı oluveriyor birdenbire. Aynı oluştaki o farklılık, farklılık­taki o aynı oluş birbirini takip ettikçe hakikat denenin, aslolanın hangisi olduğu­nu düşünemiyorum. Sonra yeniden mânalardan kaçıp hasretlere sığmış, varlığı­mı hasretlere gömmek istiyorum.

Güneş doğuyor. Her ülkede, her şehirde, her şehrin her mahallesinde, her so­kağında, doğan aynı güneş mi sahiden? Hüzün veren, mutluluk veren, ya da “ya­şamak işte bu” diye insanı çılgına çeviren bahar güneşleriyle, erişilemeyen ve güvenilemeyen bir noktada duran kış güneşi aynı mı? O aynıysa bizdeki değişen ne? İçimizdeki kuş mu, bizi böylesine perişan dolaştıran? Özgürlüğünü yitirmiş zavallı kuş… Kafesin içinde ordan oraya giderek hür uyandığı sabahların lezzeti­ni arıyor. Kafes hangi dala konarsa konsun taze çimen kokulan gelmiyor. Kaybol­muş bir zamanın içinde hayal perdesine akseden bir gölge oluveriyor dokunul­mak istenen her şey.

Her gidiş bir mâna üzereymiş… Yalan. Adı konulamayan yolculukların yükü hep benim omuzlarımda. Şoför teybin sesini sonuna kadar açıyor. Şarkıcının se­sine, başı dönmüş, midesi bulanan bu dünya eşlik ediyor. Yanımdaki kadın “Yol­culuk nereye” diyor. “Bir bilsem” diyorum… Garip buluyor kadın söylediğimi, bel- * ki de mânâsız… Ben mânalardan kaçıyorum.

Rüyalarımı anlatmayacaktın. Hiçbir rüya anlatılamaz. Sembollerin dilini han­gi kulak yere düşürmeden muhafaza edebilir.

Sen rüyayı ona anlattın.

O sahibine ulaştırdı.

Rüyalar sahiplerine ulaşıyor. Ya sen? Ben hazır değilim oysa. “Bu rüyanın baş­ka mânası olmalı” dedim. Efendimiz beni bekliyor. “Gelsin nasibini alsın” buyu­ruyor dediler. Abdest aldığım yerlerde caminin tuvaletlerini temizliyordum. Yaş­lı kadınların yükünü evine kadar götürüyordum. Kitaplar yol eri olmana fazileti­ni anlatıyordu. Ben yol eri olmaya hazır değildim. Her gittiğim yerde bir şey bıra­kıyordum kendimden. Eksik kalan bir şeyler oluyordu bende daima. Gidip gidip gittiği yerlerden dönemeyen bir sürü Sühandan oluyordu. Her dönüş hayal kırık­lığı oluyordu. “Sen böyle değildin Sühandan” diye paylıyorlardı hep. Sühandan siz de böyle değildiniz diyemiyordu. Sühandan dertleşecek kimse bulamıyor, bı­raktığı Sühandan’Iara ağlıyor, öteki Sühandan’lar gözyaşlarını topluyordu.

Ah hocaanne keşke sana rüyalarımı hiç anlatmayaydım. “Abdest alıp iki rekat namaz kıl” diyor hocaanne. “Efendimiz bizi bekliyor” diyor sonra. Abdest adıyo­rum. Muslukları tekrar tekrar ovuyorum. Nefsime ağır gelebilecek bir şey arıyorum. Bulamıyorum. Hoca efendinin karşısına çıkmaya korkuyorum. Namaz kılar­ken ağlamaktan duaları unutuyorum. İM rekattık namaz bir türlü bitemiyor.

Ben bugün çarşıya çıkacaktım. Bir manto görmüştüm. Cebimde paralar… Mantoya doğru gidecektim. Arkadaşlarım mantomu beğeneceklerdi. “Güle güle giy” diyeceklerdi. “Kaça aldın” diyeceklerdi. “Çok yakışmış” diyeceklerdi. Manto­ya doğru gitmeyeceğim oysa… Hoca efendinin önünde oturup ağladığımı kimse bilmeyecek. Pazartesi, perşembe oruçlarını saklayacağım. Canım istemiyor diye­ceğim kahvaltı yapmadan çıkmama bahane olarak

“O rüyanın başka mânası olmalı” diyorum hocaanneye. Kitaplar hep yol eri di­ye bahsediyor. Demek ki hanımlara yer yok bu yolculukta. Adı anılan bir Rabiatül Adeviyye. “Bu rüyanın başka mânası olmalı” diyorum son bir çaresizlikle. “Gide­lim” diyor hocaanne. “Gitmeyelim ” diyen ayaklarım oluyor. Dilim hocaannenin arkasına düşüyor. “Belki huzura kabul edilmezsin” diyor içimdeki bütün olup bi­tenleri anladığını ima eder gibi. Korkuyorum. Kabul edilmemek için dualar edi­yorum. Hoca efendiye söyleyeceğim cümleler son sürat koşmaya başlıyor. Diyece­ğim M, etendim ben henüz derviş olmaya hazar değilim. Bir sosyal kulübe üye olur gibi derviş olmak istemiyorum…

Hiçbir şey tasarladığım gibi olmuyor. “Sühandan ders almaya geldi” diyor hocaanne. Diz çöküp yere otururken içimden bir ses “Sen derviş olamazsın, sen der­viş olamazsın” diyor. Sese karşı çıkmıyorum. Ben derviş olamam, olamam… Ek­sik olan bir şey var bende. Bir sürü şey konuşuluyor odada. Hem hoca efendi var­ken hem yokken. Hiçbirini duymuyorum. Ya da duyuyorum da idrak edemiyo­rum. İçimdeki ses olanca gücüyle bağıran çatlak bir tonda “sen derviş olamazsın ” diye dışarı çıkmak istiyor. Korka korka etrafıma bakmıyorum. Bu sesi onlar da duyuyor zannediyorum. Boynumu iyice büküyorum. N’olursun sus ben de biliyo­rum derviş olamayacağımı. İçimdeki ses bu sefer alay ediyor, madem biliyorsun öyleyse niye geldin buraya. Kendi isteğimle gelmedim demek istiyorum. Of of ne kadar kendimle alâkalıyım. Kendisiyle bu kadar ilgili olanlar derviş olabilir mi…

Korkuyorum çok korkuyorum… Taşıdığım yüklere bir yük daha eklenecek. Ne yaparsam yapayım suçlanmaktan kurtulamayacağım. Yeterince suçlayan biri ol­madığım için suçlanmaktan kurtulamayacağım. “Bir de dersli olacaksın ” diye azarlayacaklar beni. İçimdeki bütün Sühandan’lara ilâve bir de derviş Sühandan karışacak. Öğrenci Sühandan, öğretmen Sühandan, beceriksiz Sühandan, sevgi­lerin tutsağı Sühandan, kimselere benzemeyip de kimsesizlikte boğulan Sühan­dan. Derviş Sühandan bütün Sühandan’ları öldürecek mi? Öldürsün. Öldürsün. Öldürsün…

Ya ölüm…? Toprak dost mudur sahiden insana. “Geldin hiç gitmemecesine yi­ne bana döndün işte” der de bağrına basar mı? Ölümün mânasını bile taşıyamı- yor kafam. Ağır olan mânalar… Bunun için mi hep ondan kaçmaklığımız. Derviş olabilseydim mânalar bu kadar çözülmez ve ağır olmayacaktı. Bunca teferruat ye­rine Bir olanı bütün hücrelerimle duyumsayabilseydim, mânayı anlamak bunca zor olmayacaktı. Hiçbir şey kitaplardakine benzemiyor. Namazlarımda dünya var iliğine kemiğine kadar. Namazdan dünyaya döndüğümde eşya isimsiz kalıveriyor gözlerimin önünde. Hiçbir şeyin ismi yok. İsimsizlik yüzünden hiç kimseyle hiç­bir şey paylaşamazlığım. İsimsizlik belirsizliği oturtuyor karşıma. Belirsizlik ya­şamanın tadını tuzunu emiyor. Ve ben nefsime zor gelebilecek bir şeyi ararken, tad alabileceğim beni hayata bağlayabilecek bir şey arıyorum belki farkında ol­madan. İçimdeki ses beni mutlu edebilecek her şeyi çığlıklarla bölüp parçalıyor.

Ölmeden önce ölemiyordum bir türlü. Ölümü düşündükçe daha çok yaşama isteği sarıyor benliğimi. Uzun yaşamak için dua eder buluyorum içimdeki sesi. Ama onlar hocaannenin evindeki kadınlar ölmeden önce ölüyorlar. Ya da ölüyor­muş gibi yapıyorlar. O kadınlar birbirleriyle konuşurlarken “biz” diyorlar hep. Ben aralarında “sen” olarak halkaya girmeye çalışıyorum.”Biz” olamıyorum hiç. Oysa onlar “biz”i ne kadar çok koruyorlar. Ben ilk gün manto almayı düşündü­ğüm için mi “biz”in içine hiç giremiyordum. Bütün iyi şeylere “biz” lâyıktı. Bütün övgüler ve sevgiler “biz“e gönderiliyordu. İçlerindeki “ben”i “biz” yapıp çoğalıyorlardı. El ele tutuşup kucaklaşırken; birbirlerine yüreklerini veriyorlardı. Bana yüreğini veren olmuyordu. Ben yüreksiz ve gönülsüz kalıyordum. Hocaanne “Gö­nülsüz derviş olunmaz” diyordu. Ve ben derviş olmama yolunda yürüyordum. Ka­dınlar zikrederken ağlıyorlardı. Gözyaşları onları güzelleştiriyordu. Ben ağlama­dan taş gibi oturuyordum. Bedenim hem beni, hem onları rahatsız ediyordu. “Ben”i görmesinler diye delik çoraplar, düğmesi kopuk hırkalar giyiyordum oy­sa. Bakışları delik çoraplarıma düğmenin boşluğuna takılıyordu ama yine de “ben”i görüyorlardı. En gençleri benim diye hizmet bekliyorlardı. İçimde hizmet etmenin korkunç arzusunu duyduğum halde ayağa kalkamıyordum. Başımda ko­caman bir dünya vardı. Ben ayağa kalkmaya çalıştıkça o bastırıyordu. Kendimden utanıyordum. Ben kendimden utandıkça “biz”in arasına girmem imkânsızlaşıyor­du. Oysa halkadaki kadınların kızları güle oynaya etrafı süpürüyor sofraya yemek taşıyorlardı. Kimisi benim yaşımdaydı. Halkanın dışmdaydılar. Demek onlara he­nüz bir rüya armağan edilmemişti. Ya bana? Bilebilseydim… Ah bilebilseydim o rüyanın bana bir armağan olduğunu. Kendimi yemek davetine gitmiş davetsiz bir misafir gibi görüyordum. O sofraya davet edildiğimi bir bilebilseydim. Davet edil­mekten mest, ölmeden önce ölürmüydüm?

Ölmeden önce ölemedim. Halkadaki kadınlar sahiden ölü müydüler? Ben hiç ölemedim. Halkaya, kafamda yüklerle girdim, yine yüklerle çıktım. Ölmedim. Ölemedim. O kadınlar -hocaanne “ihvan diyeceksin” diye ikaz ediyor- öldülerse ne çabuk döndüler tekrar yaşamaya. Hocaannenin evinden çıktığımda hiçbir şey görmüyordum. Merdivenlerden yuvarlandım. Halkaya yeni katılan hanımlardan biri girdi koluma. Ara sokaklardan şehrin kalabalık sokaklarına çıkana kadar be­ni kolunda taşıdı. Onun kolunda yürürken huzuru tadabilirdim, kendimi taşıma­nın yükünden kurtulabilirdim. Olmadı. Haftalar önce almak istediğim mavi man­toyu gösterdi. “Bak ne güzel” dedi. “Sen ölmemiş miydin” dedim. Kadın anlama­dı. Mavi mantodan tiksindim. Ölememekliğim geziniyordu mantonun yakaların­da, kol ağızlarında. Kustum. Kustum. Hafızamı kusup her şeyi unutmak yeni bir insan olmak istedim. O mavi mantoyu almak isteyişimdeki keskinlik orda öylece durdukça derviş olamazdım. Olamazdım ve ölemezdim de…

Şık giyimli Sühandan çık içimden çık. İçimdeki bütün bahçeleri senin giydi­ğin renkler kurutuyor. Çık Sühandan… Git Sühandan. Git. Ölmeden ölemiyorsun. Ölmüş gibi de yapamıyorsun. Bari yaşarmış gibi yap Sühandan. Dan dan. Olmaz. Kendini dışardan öldürmek yasak. İçinde öldür kendini. Öldüremezsin. Kendini tanımadan öldüremezsin. Sen hangisisin Sühandan. Seni bul. Seni bul. Bulama­dığın kendinsin. Başkalarını unut, senin içinde başkalarını aratmayacak kadar çok Sühandan dolaştıkça anma hiçbir adı. Önce sen tek ol. Teklik ve birlikte zen­ginleş Sühandan. .

İyi bildiğim hiçbir şey yok İnsan en çok en iyi bildiğine sığınır. Benim ne za­man iyi bildiğim şeyler olacak? Olacakmı Sühandan… gelin ve benimle olun bü­tün iyi bildiğim şeyler. Neden bu kalabalık şehre gönderildiğimi bile bilmiyorum.

Bilmiyor musun? Annemin hasta teyzesine bakmak için. Masum bir yalan. Ger­çekte o yaşlı kadından bana göz kulak olmasını istediler. Duydum. Telefonda an­nem ağlıyordu. “Tek umudumuz sizsiniz. Doktor mekân değişikliği iyi gelir dedi Sühandan hasta teyze. Bu yaşla… “Gözyaşları kelimeleri öldürür. Ya insanı öfdü- ren? Yaşıyormuş gibi yapan değil ama Muşş gibilerin hiçbir SIRR’ı yok. İnsanı ölmeden önce öldüren nedir? Mekân değişikliği iyi gelirmiş, Mekân değişince o içimdeki Sühandan’lar gelemiyecek mi oraya? Onea kalabalığın içine bir derviş Sühandan’ı sokmadılar. Korktular… Derviş Sühandan girebilseydi içeri bütün öteki Sühandanlar birbirleriyle barışacaklardı. Ne kadar çok öteki Sühandan’lardan var. Amipleştiniz Sühandan, bölündükçe çoğalıyorsunuz. Çoğaldıkça güçsüzleşiyorsunuz.

Amipler arkalarında insan istemezler ama. Ben arkamda bilileri olsun istiyo­rum. Nefes alışlarını daima duyacağım birileri. Beraber ölebileceğimiz birini arı­yorum. Şehrin sokaklarına bir afiş yapıştırıyorlar: “Birlikte yaşanır yalnız ölü­nür.” İnsanlar birlikte yaşamaktan kaçmak istiyorlar. Gidebilecekleri yer yok. Suçlular suçlarından kurtulabilecekleri yeri bulamazlar hiç. Kendi bedenlerinin üstüne başka kafalar oturtarak bu cezayı bitirmeye çalışıyorlar. “Tövbe et” diyor hocaanne. Tövbenin temizlemeyeceği günah yokmuş. “Bütün varlığınla tövbe et” diyor. Bütün varlığımı bir araya getirip bir türlü tövbe edemiyorum. Benim varlı­ğım darmadağın. Bir Sühandan’ın bütün Sühandan’lan toplaması gerekiyor. Hangi Sühandan yapar bunu. Derviş Sühandan yapar bunu. Yazık o hiç derviş olamadı. Bütün Sühandan’lar darmadağın. Sühandan’lan kim toplar?

(Dergâh, sayı: 28, Haziran 1992, s. 5-6; Acı Deniz, 1996, s. 11-18)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler