Kimdir

Faruk Nafiz Çamlıbel kimdir? Hayatı ve eserleri

Faruk Nafiz Çamlıbel kimdir? Hayatı ve eserleri: (1898-1973) Türk şairi ve tiyatro yazarı. 18 Mayıs 1898’de İstanbul’da doğdu. Babası hazîne-i hâssa başmüfettişi Süleyman Nâfiz Bey, annesi Fatma Ruhiye Hanım’dır. Baba tarafından Trabzonlu bir aileye mensuptur. İlk ve orta öğrenimini Bakırköy Rüşdiyesi ile Hadîka-i Meşveret İdâdîsi’nde tamamladı; bir süre devam ettiği Tıp Fakültesi’ni bitiremeyerek dördüncü sınıftan ayrıldı. 1918’de İleri gazetesinin yazı heyetinde çalıştı, 1922’de gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gitti. 1922-1924 yılları arasında Kayseri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Daha sonra Ankara Muallim Mektebi’nde (1924), Ankara Kız ve Erkek liselerinde öğretmenliğe devam etti (1924-1932). İstanbul’a döndükten sonra da Vefa Lisesi, Kabataş Lisesi ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde öğretmenlik yaptı (1932-1946).

1946 yılında politikaya atılarak Demokrat Parti’den İstanbul milletvekili seçildi. 27 Mayıs 1960 İhtilâli’ne kadar milletvekilliği yaptı. İhtilâlde diğer Demokrat Parti milletvekilleriyle birlikte tutuklanarak Yassıada’ya gönderildi. Haziran 1960-Eylül 1961 tarihleri arasında tutuklu kaldı ve suçsuz bulunarak salıverildi. Bir daha politikaya girmedi ve son yıllarını Arnavutköy’deki evinde geçirdi. Bir vapur seyahati sırasında Fethiye civarında 8 Kasım 1973’te öldü. Mezarı Karacaahmet’tedir.

Şiire çok genç yaşta başlayan Faruk Nafiz’in 1913-1917 yılları arasında Peyâm ve Servet-i Fünûn’da neşredilen ilk şiirleri, gerek muhteva gerekse üslûp ve kelime kadrosu bakımından Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî şiirinin özelliklerini taşımaktadır. Bunlarda Cenab Şahabeddin, Tevfik Fikret ve Ahmed Hâşim’in tesirleri açıkça görülür. Şiirlerinin konusu ferdî aşk ve ıstıraplardır. Bu ferdî sanat anlayışı dolayısıyla, o sıralarda cemiyeti derinden sarsan I. Dünya Savaşı bile onun şiirlerinde fazla bir akis bulmamıştır.

1918’de ilk şiir kitabı Şarkın Sultanları’nı neşreder. Aynı yıl Yeni Mecmua, Fağfûr, Şâir gibi edebî mecmualarda da şiirleri yayımlanmaya başlar. Bu şiirlerle birlikte Faruk Nafiz’in edebî kişiliğinin yerine oturduğu görülür; artık aruza hâkimdir ve kendine has bir üslûbu vardır. Bu devreden sonra Faruk Nafiz’in şiirleri Edebiyyât-ı Umûmiyye, Büyük Mecmua, Nedim, Ümid, Yarın, Süs, Yıldız gibi pek çok dergide görülür. 1919’da sadece iki sayı çıkan Edebî Mecmua’nın müdürlüğünü yaptı. Bu dönem şiirlerinde de daha çok aşk konularını ele almıştır. Bunun yanı sıra özellikle Büyük Mecmua, Nedim ve Ümid dergilerinde I. Dünya Savaşı’ndan sonra işgal edilen ülkemize dair “Bozgun”, “Hisar”, “Yaralı Arslan”, “Münâcât” ve “İzmir” gibi şiirleri yayımlanır.

Faruk Nafiz’in sanat hayatında 1922’den sonra yeni bir dönem başlar. Bu tarihten itibaren Anadolu gerçeğini bizzat gören ve yaşayan şair artık bütünüyle cemiyete yönelir. Bu yeni sanat anlayışı ile yazdığı şiirler hece vezniyledir ve doğrudan doğruya o devirde hızlanan sade Türkçecilik cereyanına bağlıdır. Faruk Nafiz’in yeni sanat anlayışını, 1926’da Hayat mecmuasında yayımlanan “Sanat” şiirinde bir beyannâme haline getirdiği görülür. Burada Batı edebiyatı âdeta yok farzedilmekte ve cemiyete yönelme esas alınmaktadır. İstanbullu aydın ile Anadolu’daki halk arasında olumlu bir ilişkinin kurulması gerektiği belirtilirken Batı hayranlığı ve taklitçiliğinin karşısına da Anadolu insanı ve kültürü çıkarılmaktadır.

Şairin bu anlayış doğrultusunda yazdığı en meşhur şiiri “Han Duvarları”dır. Bu şiirle, daha önce itibarî bir tarzda ele alınan Anadolu gerçekçi ve sade bir bakışla anlatılmıştır. Faruk Nafiz bilhassa müdürlüğünü yaptığı Hayat mecmuasında Anadolu’yu, coğrafyasını, tabiatını ve Anadolu insanını, onun meselelerini anlatan, halk edebiyatı kaynaklarıyla da beslenmiş şiirler yazmıştır. Bu şiirlerle birlikte edebiyatımızda “memleket edebiyatı” denilen bir cereyan başlar.

Faruk Nafiz aruzla yazdığı şiirlerde Yahya Kemal’i üstat kabul eder ve onun çtığı yoldan yürür. Daha sonra hece ile yazdığı şiirlerde aruzda sağladığı âhengi hecede de kurmaya çalışır ve bunda da büyük ölçüde başarılı olur. Aynı yıllarda kendisi gibi hece vezniyle yazan Enis Behiç, Yusuf Ziya, Halit Fahri ve Orhan Seyfi ile birlikte “Beş Hececiler” (bk. BEŞ HECECİLER) adı verilen grup içerisinde mütalaa edilir.

Akbaba (1934), Karikatür (1936), Mizah (1946) dergilerinde 800’den fazla mizahî şiiri yayımlanan Faruk Nafiz’in bir de mizah yazarlığı cephesi vardır. Çamlıbel, Çamdeviren, Çamlıviran, Deli Ozan, Akıllı Ozan gibi takma adlarla yazdığı bu şiirlerde daha çok memleket meselelerini, siyasî çekişmeleri ve dil konularını işlemiştir.

Faruk Nafiz ayrıca tiyatro eserleri kaleme almış ve manzum mektep temsilleri yazmıştır. Köy meselelerini işleyen Canavar ile (1926) devletin o yıllardaki resmî tarih tezini destekleyen Akın (1932), Özyurt (1932) ve Kahraman (1933) bunların en tanınmışlarıdır.

Eserleri

Şiirler

Tiyatrolar

Mektep Temsilleri

Faruk Nafiz’in bunlardan başka Yıldız Yağmuru (İstanbul 1936) adlı bir roman denemesiyle Tevfik Fikret, Hayatı ve Eserleri (İstanbul 1937) adlı biyografi çalışması vardır. Ayrıca çeşitli dergi ve gazetelerde hâtıra, sohbet, makale ve denemeleri yayımlanmıştır.

Halil Hadi Bulut   

FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL

İstanbul’da doğdu (19 Mayıs 1898). İlköğrenimini Bakırköy Rüştiyesi’nde, ortaöğrenimini Hadika-i Meşveret İdadisinde tamamladı. Bir süre Tıp Fakül­tesinde okudu. Bitiremeden Heri gazetesinde çalışmaya başladı (1917-18). Kurtuluş Savaşı’nın sona erdiği yıl (1922) bu gazetenin temsilcisi olarak An­kara’ya gidişinde İstanbul’a dönmedi. Kayseri Lisesi (1922-24), Ankara Erkek Öğretmen Okulu (1924), Ankara Kız Lisesi (1925-32), Kabataş Lisesi’nde (1932-46) edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul’dan milletvekili seçildi (1946), 27 Mayıs 1960’ta öteki Demokrat Partili milletvekilleriyle birlikte tutuklana­rak Yassıada’yâ gönderildi (1960-61). Yargılama sonunda beraat etti. Politi­kadan ayrılarak, ölümüne kadar (8 Kasım 1973) hareketsiz bir hayat yaşadı.

İlk kalem deneylerini Peyâm-ı Edebî (1913-14), Edebiyat-ı Umumiye (1916-19), Yeni Mecmua (1918), Ümid (1919-21), Şair (1918-19) dergile­rinde yayımlayan Faruk Nafiz, genç yaşta mütareke dönemi edebiyat hare­ketlerinin önde gelen kişilerinden biri olarak görünür. Bu yıllarda çıkardı­ğı Şarkın Sultanları, Gönülden Gönüle, Dinle Neyden adlı kitaplarında topladığı şiirler hem hece, hem aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Aşk duyarlıkla­rının ağır bastığı bu şiirlerde dönemin dil beğenisi içinde kalmak istemeyen bir yeteneğin çabaları sezilir, işlediği konularda değişik olabilen şair, söyle­yiş yönünden de bir ölçüde beceri kazanmıştır.

Bütün eşyaya hazan indi, sular dermansız,

Şimdi bir gölgeyi bekler, gezerim ben yalnız,

Gördüğüm manzara, akşamları, kalbimde bir ok,

Gece, kalbim gibi evlerde ışık yok, ses yok,

Mavi bir ses çiziyor bahçeler üstünde sabah,

Geziyor gölgeli sahilde hazin bir seyyah.

(1916)

Şarkın Sultanları (1918) kitabına adım veren bu parça -aruz ölçüsünü kullanmadaki becerinin yanı sıra- şairin 18 yaşlarında ulaştığı düzeyi gös­termesi bakımından da ilginçtir.

1916-1922 yıllarındaki çalışmalarına Faruk Nafiz’in ilk sanat dönemi ola­rak bakabiliriz. Bu yıllarında, kimi “ölümü hatırlatan kadın”lardan kendini kurtaramayan, romantik bir delikanlının duyarlığını yaşamakta, kimi de ken­disini “ölünce dallarda perişan öksürüklerinin iniltileri kalacak olan şifasız bir hasta” gibi görmektedir. “Serenat”lar söyler. “Aya Manzumeler” yazar. Dö­nemin okurunu etkilediğini sandığı alaturka duyarlık temel olmak üzere deği­şik biçimlerde çoğaltır kendini.

Nihat Sami Banarlı’ya göre, savaş sonrasının, yenilgilerin yarattığı “ma­razı bir hassasiyet devri”dir bu; “Böyle devirlerde insanların her şeyden çok ya Allah’a, ya aşka yahut da her ikisine de sarıldığı görülür. ”

Faruk Nafiz’de din olağan bir inanç düzeyinde; gönül serüvenleri ise olağanüstü düzeydedir. Kendisi de bilir ve hoşlanır bu durumdan.

Bağından her güzel bir gül seçerdi,

Bundan mı sarardın, soldun ey gönül?

Kadınlar geçerdi, kızlar geçerdi,

Bir zaman aşk için yoldun, ey gönül..

(Gönül, 1918)

biçiminde dizelerin savaş sonrası bunalımı ile filan ilgisi yoktur. Olsa olsa serüven düşkünlüğüne, bencil bir ruh haline bağlanabilir. Zaten şair de kimliğini ortaya koyarken saklamaz bunu:

Bende binbir macera bir muhabbet yarattı,

Bu kadar yorulduktan sonra bugün de, dün de…

Kendimden başkasını sevmedim yeryüzünde…

(Kendim İçin, 1918,)

Faruk Nafiz’in kendisinden ve gönül serüvenlerinden başka bir dünya­nın varlığının farkına varması 1922 sonlarına doğrudur. Yunan orduları denize dökülmüş, İzmir alınmıştır. “Mehmetçik’e Kaside” yazarak zafere selam gönderir:

Ey milletimin lâhzada halkettiği ordu.

Baktın ki bütün bir vatan elden gidiyordu.

Çarpıştın ölümlerle, boğuştun helecanla;

Sildin kara gözlerden akan yaşları kanla,

Memnûn kapanır gözlerim, ölsem de vatanda;

Mâdem ki cihan neş’eli, mâdem ki bu anda Seyretmede bir kaafile Türk ordularından Şarkın ebedi fecrini İzmir sularından.

(1922)

Aynı yıl Anadolu’ya geçen ve Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yarattığı dü­şünsel ortamda kendini bulmaya çalışan şairi, yeni yönelişlerin ardına düş­müş görüyoruz. O, bencil kişiliği İstanbul’da bıraktığına inanarak Anado­lu gerçeğinin içinde yeni bir şair duyarlığını oluşturmaya çalışmak… Yeni amacı budur:

Önce baygın bir iniltiydi yamaçtan duyulan,

Sonra bir gölge belirmişti kuş uçmaz yoldan;

Asya’nın titreterek bağrı yanık toprağını Geliyor baktım, uzaktan sökülen bir kağnı,

“inleyen memleketimdir bu tekerlekte,” dedim;

“Hangi bir köylü bu kağnıyla sürünmekte?” dedim.

(Kızıl Saçlar)

Gerçekten içtenliğin, yeni görüşlerin, Anadolu insanının yazgısından etki­lenmenin yarattığı bir değişme midir bu? Yoksa nazım tekniğine alışmış bir şa­irin Mehmet Emin Yurdakul’da örnekleri çok görülen köy ve köylü temaları­nı işleyerek “zamanının” isteklerine uyma çabası mıdır? Bilinemez. Bilinen, Faruk Nafiz’in 1923’lerden sonra doğaya, hayata, insanlara bakışı ile birlikte dil mantığının da değişerek yeni bir kişiliğe açılan yolun başında bulunduğu­dur. “Müstaripler”, “Sanat”, “Çoban Çeşmesi”, “Hayat” ve “Han Duvarla­rı” şiirlerini bu evresinde yazar. Cumhuriyetin ilk yıllarında siyasal edebiyatta çok görülen köy gerçeği, onun da dizelerine yansır:

Dert bağrımı kanatır, toprak ayaklarımı,

Kızgın güneş kurutur dışıma sızan kanı;

Ben sabana koşsam da kızlarımla karımı,

Buğdayımı el yer, bana kalır samanı.

(Mustaripler)

gibi eleştirel gerçekçiliğe örnek gösterilebilecek olan şiirlerle tek partinin “halkçılık” politikası doğrultusunda coşkular arar. Bu yeni şiir anlayışında bağlandığı ilkelerin dışında kalanları kınayacak ölçüde karar ve inanç adamı olarak görünür:

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini,

Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini…

Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz.

Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz.

(Sanat)

Topluma dönük gözlemlerin getirdiği şiirlerinde (Piç, Ali, Onlar, Dün Bir Kadın Ağladı vb.) düzen bozukluğunun sonuçlarını yansıtmaya çalışır; açlığın, yoksulluğun, umarsızlığın kol gezdiği bir toplum karşısında, Ziya Gökalp’te gördüğümüz “kıssadan hisse çıkarma manzumeleri” yazar:

Bir kavmi uykusundan uyandırır bu haller,

Doğar aç miğdelerden nurtopu ihtilâller;

Bir diyarda almazsa herkes irfan hakkım,

Her çekilen hançerin boş kalacaktır kını.

(Mustaripler)

ÇamlıbePin sanatında üçüncü dönem 1930’dan sonradır. Şair kırkını geçmeden hayata yaşlanmış gözlerle bakmış, 1933’lerde bütün şiirlerinden seçme yaparak hazırladığı kitaba Bir Ömür Böyle Geçti (1933, 5. bas. 1972) adını vermiştir. Geçen zamanın beğeni ölçülerinde yarattığı değişim­lere karşın şiirini yeni olanaklara götürememenin yarattığı kaygıları gizle- yemediği bu döneminde, “düşen yaprakların arkasında çırpınan bir dal gi­bi baktığı şiirlerine, zamanın zulmedeceğini” düşünerek acı duyar.

Sanat bahar günümde çiçekli bir fidandı Kış gelince bir balta altında parçalandı…

Dün gölge veren ağaç, bugün ocakta yandı,

Şimdi bir yan bakan yok kül olan hünerime

Sevda başımda ateş, gurbet içimde düğüm..

Yangından çıkan eşya gibi kırık döküğüm…

Fakat bunlar değildir uğruna yaş döktüğüm,

Yanarım benden evvel can veren eserime…

Gerçekten de Faruk Nafiz şiirinin kendisinden önce eskiyerek “can ver­diği” doğru bir gözlemdir. 1928’lerde Nâzım Hikmet, içerik ve ses yönün­den, yeni bir rüzgâr gibi esmiş: Ahmet Hamdi, Necip Fazıl, Ahmet Muhib, Cahit Sıtkı hece ölçüsü içinde değişik estetikler yaratarak yeni bir şiirin ku­ruluşuna yön vermişlerdir. Faruk Nafiz’i erken zamanaşımına uğratarak -ancak çağın gerisinde kalan okurların elinde bir süre daha kaldıktan son­ra- etkisizliğe sürükleyen budur.

Biçim Yönünden

İlkin aruz ölçüsüyle yazan Faruk Nafiz’in, Cenab Şehabettin, Akif, Yahya Kemal gibi aruz şairlerinin etkisinde kaldığı genellikle kabul edilmiştir. Belki bilerek yararlanma ölçüsüne varan bir etkidir bu. Seçtiği konuya göre, o ko­nularda güzel saydığı şiirin söyleyiş özelliklerini benimser ve ölçüye vurur:

Bir kuş tanıyorum ki, baharda,

Salkımlar açan bahçenin üstünde uçar da Akşamların ürperdiği bir sesle öterdi.

Besbelli bu iklime yabancı Nerden koparak geldiği meçhûl,

Endâmı uzun, tüyleri parlak, sesi vahşi Bir kuş.

(Gurbet)

örneğinde görülen yapı, -sözcüklerin Türkçeleşmesine karşın- Servet-i Fü- nun şiirinin kuruluş özelliklerini taşır. Gazellerinde ve dörtlüklerinde ise Yahya Kemal’in sesinden kurtulduğu ender olarak görünür. Vasfi Mahir Kocatürk, bu etkiyi şöyle ifade etmiştir:

“İlk üstadı Cenab Şehabettin’di. Yahya Kemal’in ise en sâdık ve hocası­nın sanatını daha ileri götüren bir talebesidir. Bunlardan başka, kendinden evvelki eski-yeni bazı şairlerimizden müteessirdir. Fakat bu tesirlerin hiçbi­ri Yahya Kemal’inki kadar hâkim ve sürekli olmadı”(Faruk Nafiz ve Sana­tı, Hayat Dergisi, sayı 134, 20 Haziran 1919).

Hece ölçüsünü kullandığı şiirlerde ise Mehmet Emin ve Rıza Tevfik’te örneklerini bulan halk şiir geleneğinin tekniğini kavramış, giderek özgün olabilmiştir. Parmak hesabına uyma zoruyla dizeleri çarpıttığı “hem”, “ve”, “bir” gibi hece doldurma olanaklarına başvurduğu ender olarak gö­rülür. Anlamı dizeden dizeye taşırırken kendine özgü düzenleri vardır. Öz­gün olmamakla birlikte seçtiği uyaklarda bir beğeni düzeyi tutturduğu, “re- dif”lere başvurduğu zaman da aynı özeni gösterdiği söylenebilir. Manzum oyunlarında da şiirlerindeki teknik düzeyi korumaya çalışmıştır.

ŞİİR KİTAPLARI

MANZUM OYUNLARI

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 1, Meşrutiyet Dönemi 1, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

Fâruk Nâfiz Çamlıbel kimdir? Hayatı ve eserleri: Son devir Türk şâirlerinden, 1898 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Süleyman Nazif Bey; Hazîne-i Hassa Nezâreti başmüfettişi olup, annesi Fatma Rûhiye Hanım, Halıcılar Dergâhı Şeyhi Hacı Feyzullah-ı Nakşibendî’nin kızıdır. Fâruk Nâfiz ilk tahsilini Bakırköy Rüşdiyesinde, orta tahsilini Meşveret İdâdisinde görmüş, yüksek tahsil için Tıbbiyeye devam etmişse de bitirmeden ayrılmıştır. Şâirliğe erken başlamış, 16 yaşlarında ilk şiirlerini neşretmiş, daha yirmi yaşında iken İleri Gazetesi’nin haftalık edebî nüshasına müdür olmuştur.

Tıbbiye’ye devam etmekteyken neşrettiği şiirleriyle dikkat çeken, kısa zamanda şiir ve sanat çevrelerinde tanınan ve îtibâr gören Fâruk Nâfiz’in ilk şiirleri; Peyâm-ı Edebî, Edebiyat-ı Umûmiyye Mecmûası, Yeni Mecmûa, Ümid Mecmûası, Şâir, BüyükMecmûa ve Nedîm Mecmûası’nda neşredilmiştir.

İki yıl Kayseri’de öğretmenlik yapan genç şâir, 1924’te Ankara’ya dönmüş, aynı yıl Ankara Erkek Lisesi, Ankara Kız Lisesi ve Ankara Lisesinde edebiyat okutmuş, hocalığı sırasında Hayat ve Türk Yurdu mecmûalarının müdürlüklerinde de bulunmuştur.

1932 yılında İstanbul Kabataş Lisesi edebiyat hocalığına getirilen Fâruk Nâfiz,AmerikanKız Kolejinde de uzun yıllar edebiyât derslerini yürütmüştür. 1946 yılında Demokrat Partiden İstanbul milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girmiş ve milletvekilliği aralıksız 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar devam etmiştir.İhtilâlden sonra bütün arkadaşları gibi o da Yassıada’ya gönderilmiş, 1960 Haziranından 1961 Eylülüne kadar, 16 aya yakın bir süre burada kalmış, mahkeme neticesinde berâat etmiştir. Artık siyâsî hayattan çekilen şâir, Yassıada’nın acı hâtıralarını, mânâsı derin ve ihâtâlı dörtlükler hâlinde dile getirmiş, neticede 1967 yılında Zindan Duvarları adıyla bir kitap neşretmiştir.

1968 yılından îtibâren İstanbul Fetih Cemiyeti ve Yahya Kemal Enstitüsünde görülen edebî faaliyet içine Fâruk Nâfiz de katılmış ve son şiirlerini Kubbealtı Mecmûası’nda “İsimsiz Kıt’alar” adıyla neşretmiş, 1973 yılı güzünde 75 yaşındayken vefât etmiştir.

Fâruk Nâfiz, çocukluk ve gençlik yıllarında devletin kötü günlerini yaşayan bir şâirdir. Bu devrin bedbaht hayatını ve hastalıklı hassâsiyetini şiirlerine işlemesini bilmiş, Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî edebî ekollerinin dili ile ses vermiştir.

İlk zamanlar şiirlerini olgun ve kuvvetli bir arûzla CenâbŞahabeddin’in tesirinde kalarak yazmış ve eski şâirlerden Bâkî’nin sesi ile eserler vermiştir. Daha sonra Yahya Kemâl gibi söylemekten hoşlanmıştır. Fâruk Nâfiz, şiirlerinde,Tükçenin kudretini gösteren şâirdir.O, şiirin asırların ötesinden süzülerek işlenen Türkçeyle söylenmesi tarafındadır.Türkçe asıllı veya milletimizin değer verdiği yabancı kelimeleri seçen şâir, köklü bir dil zevkine sâhiptir.

O, millî şiirin vezin meselesi hâline getirilmesi, arûzdan heceye göçün başladığı bir zamanda beş hece şâirleri arasına katılmış, bilhassa hecenin 7 + 7 = 14 vezninde güzel şiirler söylemiştir. Fakat bunun yanında aruzu da bırakmayan Fâruk Nâfiz, bu vezni Türk aruzu hâline getiren Muallim Nâci,Mehmed Âkif, Ahmed Hâşim ve Yahyâ Kemâl gibi, şâirleri tâkib etmiş son usta şâirdir. Zâten Fâruk Nâfiz’in bu durumu, Yahyâ Kemâl’in:

Bir lübbüdür, cihânde elezz-i lezâizin
Her mısra-ı güzîdesi Fârûk Nâfiz’in

beyti ile de takdir edilmiştir.

Fâruk Nâfiz, pürüzsüz kullandığı nazım dilini git gide olgunlaştırmış, devrinin genç şâirlerini tesiri altına almıştır. Bütün bunları yaparken yabancı memleketlere âit şiirlere kapısını kapamış ve dâimâ kendi olmaya çalışmıştır. Bu îtibârla Fâruk Nâfiz’de yabancı tesiri görülmez. Şiirlerinde daha çok beşerî aşka yer vermiş, dil ve tabiat sevgisiyle vatan ve millet aşkını bir potada eritmesini bilmiştir. Zamanla şiire yeni duygu ve düşünceleri de getiren şâir, yerine göre, fakir ve dert sâhibi kimselerin derdini işlemiş, belki ana tarafından intikal eden bir duygu ile, Kıssas-ı Enbiyâ’nın kaynaklık ettiği bir ilhâm, onu duygu ve düşünce şiirleri söylemeye sevk etmiş, böylece kısmen eski şiirin çizgilerini yeni şiire getirmeye çalışmıştır. Ayrıca şiirinde İstanbul peyzajlarına da yer vermiştir.

Bütün bunlara ilâve olarak, Fâruk Nâfiz, memleket edebiyâtı fikriyle de şiirler yazmıştır. Bu yönüyle memleketi tanımış ve halk edebiyatının kaynaklığında yeni bir ses getirmiştir. Böylece bu yeni malzeme ile pekçok şiir söylemiştir. Şâir, aruz vezniyle ortaya koyduğu “Melekü’l-Mevt” “Kızıl Saçlar’’ gibi şiirlerinin yanında hece ile söylediği “Han Duvarları” “Çoban Çeşmesi” şiirlerinde de güzel bir söyleyişe ulaşmıştır.

Eserleri:

Fâruk Nâfiz, şiirin yanında roman ve tiyatro eseri hattâ okul temsilleri yazmıştır. Fakat, daha ziyâde şâir olarak tanınmaktadır. Târihî sıraya göre şiir kitapları şunlardır:

1)      Şarkın Sultanları (1918),

2)      Gönülden Gönüle (1919),

3)      Dinle Neyden (1919),

4)      Çoban Çeşmesi (1926),

5)      Suda Halkalar (1928),

6)      Bir Ömür Böyle Geçti (1933),

7)      Elimle Seçtiklerim (1934),

8)      Akarsu, (1936, 1940),

9)      Tatlı Sert (1938),

10)  Akıncı Türküleri (1938, 1939),

11)  Heyecan ve Sükûn (1959),

12)  Zindan Duvarları (1967),

13)  Han Duvarları (1969).

Romanları:

1)      YıldızYağmuru (1936),

2)      Ayşe’nin Doktoru (1949).

Tiyatroları:

1)      Canavar (1925, 1965),

2)      Akın (1932, 1965),

3)      Özyurt (1932, 1965),

4)      Kahraman (1933, 1965),

5)      Yayla Kartalı (1965),

6)      Dev Aynası (basılmamıştır).

Okul temsilleri:

1)      Bir Demete Beş Çiçek (1933),

2)      Yangın (1933).

Han Duvarları’ndan

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı, altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…

Gidiyorum, gurbeti gönlümde duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.

Çoban Çeşmesi’nden

Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?

Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu…
Sızmazdı toprağa çoban çeşmesi.

Madde ve Kuvvet

Gövdeler, varsa, gönüllerinden alır cevherini,
Yürek olmazsa bilekler çekemez hançerini,
Kahramansız yaşamak kahrına mahkumdurlar;
Kaybeden zümreler Allah’ını, Peygamberini.

KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 7. CİLT

İlgili Makaleler