İslam Filozofları – Müslüman Düşünürler

Fahreddin er Razi Kimdir, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, Hakkında Bilgi

Ebu Abdillâh (Ebü’l-Fazl) Fahrüddîn Muhammed b. Ömer b. Hüseyn er-Râzî et-Taberistânî (ö. 606/1210) Kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanındaki çalışmalarıyla tanınan Eş’arî âlimi.

Tercih edilen görüşe göre 25 Rama­zan 543(6 Şubat 1149) tarihinde Büyük Selçuklu Devleti’nin başşehri olan Rey’de doğdu. 544’te doğduğu da nakledilir. Bekrî, Teymî ve Kureşî nisbelerinden an­laşıldığına göre soyu Arap asıllı bir aileye dayanır. İbnü’l-Hatîb veya İbn Hatî-bü’r-Rey diye de tanınmakla birlikte da­ha çok Fahreddin er-Râzî adıyla meşhur olmuştur. Şâfıî ve Eş’arî kaynaklarında ise “İmâm” unvanıyla anılır. Begavî’nin yanında yetişen ve kelâm ilmine dair Ğö-yetü’l – meram adlı eseriyle tanınan ba­bası Ömer, Fahreddin’in İlk hocasıdır. On altı yaşında iken babasının vefatı üzeri­ne Simnan’a giderek burada Kemâleddin es-Simnânî’nin derslerine devam et­ti. Bir süre sonra Rey’e döndü ve İşrâkî filozofu Sühreverdî el-Maktûl’ün öğren­cilerinden olan Mecdüddin el-Cîlîden kelâm ve felsefe tahsil etti. Cîlî ile bir­likte gittiği Merâga’da da ondan ders almaya devam etti. Üstün zekâsı ve az­mi sayesinde kısa zamanda kendini ye­tiştirdi. İbn Rüşd el-Hafîd, Muhyiddin Ib-nü’1-Arabî, Abdülkâdir-i Geylânî, İzzed-din b. Abdüsselâm gibi meşhur âlimler­le çağdaş olan Fahreddin er-Râzrnin üne kavuşmasında yaptığı ilmî seyahatlerin büyük payı vardır. Cürcân, Tûs, Herat, Hârizm, Buhara, Semerkant, Hucend, Belh, Gazne ile diğer Hint beldeleri uğ­radığı belli başlı ilim ve kültür merkez­leri arasında yer alır. Hârizm’de iken Mu’tezilî âlimlerle yaptığı münazaralar sonunda bazı olayların çıkması üzerine orayı terkedip Rey’e dönmeye mecbur kaldı. Daha sonra medreselerinde, ken­di eserleri olan el-Mebâhişü’I-Meşri-kıyye ve Şerhu’l-İşârât gibi bazı eser­lerinin okutulduğu Mâverâünnehir bel­delerini dolaştı. İlk olarak Serahs’a uğ­radı ve orada meşhur tabip Abdurrah-man b. Abdülkerim ile tanışıp dostluk kurdu. İbn Sina’nın el-Kânûn adlı ese­rini onun için şerhetti. İki oğlunu da var­lıklı olan bu tabibin kızlarıyla evlendirdi. Serahs’tan Buhara’ya geçince burada Hanefî âlimlerinden Şerefüddin el-Mes’û-dî, Radıyyüddin en-Nîsâbûri ve Rükned-din el-Kazvînî ile fıkhî konularda, Nû-reddin es-Sâbûnî ile itikadî meseleler üzerinde münazaralar yaptı ve büyük takdir topladı. Ayrıca Bâtınîler ve Kerrâ-mîler’le yaptığı tartışmalar da büyük yankılar uyandırdı. Bazı kaynaklarda, Râ-zî’nin Belh’te bulunduğu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Bahâeddin Veled’i sultana şikâyet ederek şe­hirden çıkarılmasına sebep olduğu nakledilirse de bu doğru değildir. Zira Râzî, Bahâeddin Veled’in Belh’ten ayrıldığı tarihten (616/1219) çok önce vefat et­miştir. Râzî ziyaret ettiği beldelerin emîr ve sultanlarından iltifat ve ikram gördü.

Horasan’da Alâeddin Tekiş ile oğlu Mu­hammed. Gur sultanları Gıyâseddin ve Şehâbeddin onun himayelerine mazhar olduğu siyaset adamlarındandır. İran, Türkistan, Afganistan ve Hindistan böl­gesindeki bazı şehirleri dolaştıktan son­ra Herat’a yerleşti (600/1203). Bazı mü-elliflerce, Râzî’nin Bağdat’a gittiği ve bilinmeyen bir sebeple işkence görmesi üzerine oradan Mısır’a geçtiği kaydedi­lirse de kaynaklarda bunu doğrulayan herhangi bir bilgi yoktur. Hayatının geri kalan kısmını Herat’ta geçirdi; bir yan­dan eserlerini telif ederken öte yandan sayıları 300’ü aşan talebe yetiştirdi. Ha­yatının ilk döneminde fakir olmasına rağmen son döneminde muhafızlar ta­rafından korunacak derecede büyük ser­vete sahip oldu. Bunda sultanlardan gör­düğü ikramlarla dünürü Abdurrahman b. Abdülkerîm’den oğullarına intikal eden mirasın büyük payı olduğu nakledilir. Râzî 1 Şevval 606’da(29 Mart 1210) He­rat’ta vefat etti. Kerrâmîler’ce zehirleti­lerek öldürüldüğü de nakledilir. İbn Hallikân’a göre, kendisini mülhidlikle suçlayanların naaşına her­hangi bir zarar vermemesi için vasiyeti­ne uygun olarak Herat yakınlarındaki Muzdâhân köyü civarında defnedilmiştir. İbnü’l-Kıftî’ye göre ise Râzi’nin naaşı aslında kendi evine gö­müldüğü halde Muzdâhân civarındaki bir tepede defnedilmiş gibi gösterilmiş­tir.

Üstün zekâsı, güçlü hafızası, etkili hi-tabetiyle tanınan ve VI. (XII.) yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak ka­bul edilen Fahreddin er-Râzî kelâm, fı­kıh usulü, tefsir, Arap dili, felsefe, man­tık, astronomi, tıp, matematik gibi ça­ğının hemen bütün ilimlerini öğrenip bu alanlarda eserler vermiş çok yönlü bir âlimdir. Bundan dolayı “allâme” unva­nıyla da anılmıştır. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynfnin eş-ŞâmiI’ini, Gazzâlî’nin el-Müstaşfâ’sn ve Ebü’l-Hüseyin el-Basrî’nin el-Muctemed iî uşûli’l-hkh’mı çocukken ezberlemesi güçlü hafızasının delili olarak zikredilir. Eserleri ve tale­beleri vasıtasıyla görüşleri yayılmış, te­sirleri çağını aşmıştır. Kutbüddin el-Mıs-rî, Zeynüddin el-Keşşî, Şerefeddin el-Herevî, Esîrüddin el-Ebherî, Tâceddin el-Urmevî, Sirâceddin el-Urmevî ve 5em-seddin Hüsrevşâhî onun yetiştirdiği ün­lü kişilerdendir. Soyundan gelenler için­de de âlimler yetişmiştir. Cemâleddin Aksarâyî ve Musannifek bunlardandır. İyi bir hatip olduğu için her zümreden din­leyicileri vardı. Hitabeti sayesinde yaptı­ğı münazaralarda başarı gösterdi ve ehl-i bid’ate mensup pek çok kişinin Ehl-i sünnet’e intisap etmesini sağladı. Hıristiyanlarla da çeşitli tartış­malar yaptı. Fikrî mücadelelerini daha çok Mu’tezile, Kerrâmiyye, Felâsife ve Bâtıniyye gruplanna karşı yürüttü. İyi bir hatip olduğu kadar hazırcevap olu­şuyla da tanınır. Bâtıniyye’ye yönelttiği tenkitlerden rahatsız olan bir Bâtınî’nin, derslerini gizlice takip ederek yaptığı tenkitlerin ardından kendisine bıçağını gösterip onu ölümle tehdit etmesinden sonra eleştirilerini aniden kesmesi üze­rine bunun sebebini soran öğrencileri­ne, “Bâtnîler’İn burhân-ı kât”lan vardır* cevabını vermesi onun espri gücüne ör­nek teşkil eder. Genellikle akaidde Eş’a-rî, fıkıhta Şafiî mezhebine bağlı olmakla birlikte bazı konularda mezhebine mu­halefet edip Mu’tezilî görüşleri benim­semiştir. İbn Hacer tarafından Şia’ya mensup bir âlim olarak gösterilmesi isabetli değildir. Zi­ra onun Şiî ve Bâtınî görüşleri şiddetle eleştirdiği bilinmektedir.

Râzî asıl dinî ilimler alanında üne ka­vuşmuştur. Fıkha dair görüşlerini Gaz-zâlî’nin ei-Veciz “ine yaptığı şerhte bir araya getirmişse de bu eser zamanımı­za ulaşmadığından fıkhî görüşleri kıs­men Mündzara/’ından ve Meiâtîhu’l-gayb’ından öğrenilmektedir. Usulde ve fürüda Şâfıî mezhebini savunmuştur. Usûl-i fıkha dair yazdığı el-Mahşûl adlı eseri Gazzâi’nin el-Müstaşfâ’sı, Cüveyni’nin el-Burhân Kâdî Abdülcebbâr’ın el-‘Ahd’i ve Ebü’l-Hüseyin el-Basrrnin el-Mu’temed’me dayanan bir ihtisar ka­bul edilir. Şâfiî mezhebine bağlı olduğu halde nasla-rın zahirine göre hüküm vermeye mey­letmiş. Kur’ân-ı Kerîm’in kıyasla değil haber-i vâhidle tahsis edilebileceğini sa­vunmuştur. Ona göre haram olduğu hak­kında nas bulunmayan her şey mubah­tır ve Ebû Müslim el-İsfahânFnin benim­sediği gibi Kur’an’da nesih yoktur.

Dinî ilimler içinde Râzî’nin daha çok temayüz ettiği alanlar tefsir ve kelâm ilimleridir. Tefsirinde dirayet metodunu başarıyla uygulamış ve kendisinden son­ra gelen hemen bütün müfessirlere kay­nak olmuştur. Kur’an’ı tefsir ederken döneminde mevcut bütün ilimlerden faydalanıp ilmî tefsir hareketine öncülük yapmıştır. İbn Sînâ’nm etkisinde kala­rak tefsirinde dünyanın yuvarlak oldu­ğunu belirtmekle birlikte dönmediğini söylemesi, dev­rindeki ilmî anlayışın tefsirine yansıma­sı olarak görülmelidir. Ona göre aklî bir muhale götürmedikçe naslar zahirî mâ­nalarına göre anlaşılmalı; sarih akılla sa­hih nakil arasında çelişki bulunmadığın­dan zahiri mânaları itibariyle aklın ilke­lerine aykırı görünen âyetler müteşâbih kabul edilip bütün ihtimaller dikkate alı­narak aklın ışığında ve dil kurallarına uygun şekilde te’vil edilmelidir. Râzî ge­nellikle dirayet metodunu kullanmakla birlikte âyetlerle ilgili rivayetleri, nüzul sebeplerini ve kıraat farklılıklarını zik­retmeye de önem vermiştir. Ancak bun­lar arasından birini tercih ederken ter­cih edilen anlamın âyetlerin ruhuna uy­gun olmasına dikkat etmiştir. Ona göre en doğru tefsir Kur’an’ın yine Kur’an’la yapılan tefsiridir. İbn Teymiyye. Mefâtîhu’l-ğayb’da tefsirin dışında her şeyin, yani çağı­nın bütün ilimlerinin mevcut olduğunu söyleyerek eseri eleştirmiş, Sübkî İse on­da tefsirle birlikte dönemindeki ilimlere dair her şeyin bulunduğunu belirterek Râzî’yi savunmuştur. Ay­rıca M. Reşîd Rızâ da hadis ilmini bilme­den Kur’an’ı tefsir ettiği ve Kur’an’daki bazı tabirlere onun semantiğiyle bağ­daşmayan mânalar verdiği için Râzî’nin tefsirciliğini tenkit etmiştir.

Râzî en çok kelâm alanında eser ver­miştir. Ona göre kelâm bütün ilimlerin en şereflisidir. Zira Kur’ân-ı Kerîm ba­şından sonuna kadar peygamberlerle kâfirler arasındaki itikadî mücadeleleri anlatır. İslâm akaidini kesin delillerle ka­nıtlayıp muhalif görüşleri reddetmeyi peygamber mesleği olarak gören Râzî, Gazzâlî’nin yaptığı gibi İslâm filozofları karşısında Eş’ariyye’nin kelâm sistemi­ni savunmuş, Gazzâlî’ye nisbetle eserle­rinde felsefi konulara daha geniş yer ayırmış, özellikle tabiat ilimlerine ait ko­nularda İbn Sina’nın etkisinde kalmış ve felsefe ile kelâmın konularını birleştirip felsefî kelâm dönemini başlatmıştır. Genç yaşından itibaren kelâm ve felsefe ile meşgul ol­masına ve bu sahaların otoritelerinden biri olarak ilim tarihine geçmesine rağmen kaynaklar onun ömrünün sonuna doğru, kelâm ve felsefenin uyguladığı yöntemlerle akaid konularında insanı ke­sin bir tatmine ulaştıramayacağı kana­atine vardığını ve herkesi Kur’an’ın yön­temine dönmeye davet ettiğini kayde­der. Ölümünden önce öğ­rencisi İbrahim b. Ebü Bekir el-İsfahâ-nî’ye yazdırdığı vasiyetinde kaynakların bu tesbitini doğrulayıcı bilgiler mevcut­tur.

Felsefe, mantık, astronomi, tıp ve ma­tematik konularında da eserler yazan Râzî ilimler tarihi araştırmalarına konu olmuştur. Felsefe ve tabiat ilimleri ala­nında geniş ölçüde faydalandığı İbn Sî-nâ’dan etkilenmesine rağmen atom na-zariyesiyle feyiz ve sudur teorisi başta olmak üzere bazı konularda onu eleş­tirmiştir. İbn Haldun’a göre, kelâm âlim­leri içinde mantığı bir alet olmaktan çok bağımsız bir ilim dalı kabul eden ilk âlim Fahreddin er-Râzî’dir. Onun kuvvet hareket, ışık ve ses konularındaki görüşleri önemli bulunmuş, matematiğe dair eserleriyle devrinin matematikçileri arasında sayıl­mıştır.

Arap dili ve edebiyat alanında Hz. Ali’­ye nisbet edilen şiirlerle Ebü’l-Alâ el-Maarrî’nin şiirlerinden etkilenen Râzî, Şe­rif er-Radî’nin eseri Nehcü’î-belâğa’yi şerhetmiş, belagatta Abdülkâhir el-Cür-cânfye ait Delâ’üü’l-i’câz ile Esrârü’l-belâğa adlı eserleri birlikte ihtisar edip yeniden düzenlemiş, Zemahşerî’ nin ei-Mufaşşaî’ım şerhetmiştir. Ayrıca orta seviyede Arapça ve Farsça şiirler yazıp nahve dair eser de vermiştir.

Râzî’nin tasavvufa ilgi duyduğu, bun­da çoğunlukla Eş’ari âlimlerinin tasav­vufa meyletmiş olmalarının yanı sıra ba­basının da aynı yolu seçmesinin ve bü­yük çapta faydalandığı Gazzâlfnin önemli tesiri olduğu belirtilmektedir. Tefsirinde yer yer işârî te’viller yapması, Kur’an’da söz ve yazıyla ifade edilmesi mümkün olmayan sırların, tevhidin en yüksek mer­tebesinde bulunduklarını söylediği ehl-i keşf tarafından bilinebileceğini belirtme­si onun tasavvufî temayülü­nün işaretleri olarak görülmüştür. Ünlü sûfî İbnü’l-Arabfnin Râzî’yi tasavvuf yo­luna girmeye davet eden mektuplar yaz­dığı da bilinmektedir. Taşköprizâde, kay­nağı meçhul bir rivayet naklederek onun Necmeddîn-i Kübrâ’ya intisap edip müşâhede ehli arasına giren bir sûfî oldu­ğunu söylemiştir. Çağdaş yazarlardan Muh­sin Abdülhamîd de Râzî’nin evrâdü ezkâ-ra devam eden bir sûfî olduğunu savun­masına karşılık Süleyman Uludağ onun bir sûfî olarak kabul edilemeyeceğini ile­ri sürer. Râzî’nin bir tarikata intisap ettiğine dair yeterli bilgiler yoksa da eserlerinde in­sanda kutsiyet gücünün bulunduğunu ve sadece keşf ehlinin bilebileceği ilâhî sırların mevcudiyetine ilişkin görüşleri savunduğunu dikkate alarak onun so­filiği benimseyen, en azından tasavvuff düşünce ve hayata değer veren bir dü­şünür olduğu söylenebilir.

Akaidin temel konularında Eş’ariyye’-ye bağlı olan Râzî’nin itikadî görüşleri gençlik döneminden ömrünün sonuna kadar çeşitli değişikliklere uğramıştır. Onun akaide dair ana görüşlerini şöyle­ce özetlemek mümkündür:

1- Bilgi. Râzi’ye göre bilgi üretmek ve bilgiyi kabul etmek açısından insanların kabiliyetleri farklıdır. Bazı eserlerinde bilginin zaruri ol­duğunu kabul etmesine rağmen son eserlerinden biri olan tefsirinde bedîhî bilgilerin dışında kalanların zaruri değil kesbî olduğunu söylemiştir. Bununla birlikte Râzî, ba­zı Mu’tezilfler’in görüşünü benimseyip şartlarına uygun olarak gerçekleştirilen tefekkür sonunda bilginin meydana ge­lişini zaruri görmüştür. Ona göre haber-i vâhid zan ifade eder. Zira onu nakleden­ler masum olmadıkları gibi İslâmî anla­yışa göre bir kişinin şahitliği de yeter­li değildir. Bu sebeple bir rivayetin sa­hih olup olmadığını belirlemek için onu Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında değerlendir­mek gerekir. Râzî’nin atom nazariyesi, te-mâsül-i ecsâm ve âlemin hudûsü konu­larındaki görüşleri değişikliğe uğramış­tır. İbn Sina’nın tesirinde kaldığı felsefî eserlerinde atom nazariyesini, temâsül-i ecsâm teorisini ve âlemin hudûsünü red­dederken son eserlerinde bu konularda Eş’ariyye kelâmcılannın görüşlerini doğ­ru bulmuştur. Râzî Allah’ın âlemi yok­tan var ettiğini, kâinatın yaratılışı ve ida­re edilişinde arşı vasıta kıldığını söyle­mekle birlikte yaratılış meselesini kesin bir çözüme kavuşturmanın beşerî gücü aştığını da kabul etmiştir.

2- Ulûhiyyet. Önce filozofların etkisin­de kalarak Allah’ın varlığı ile mâhiyeti­nin aynı olduğunu ileri sürerken daha sonra varlıkla mâhiyetin ayrı olduğunu ve mâhiyetin insanlarca bilinemeyeceğini söyleyen Râzî, Allah’ın varlığını cisimlerin ve cisimlere ait va­sıfların hudûs ve imkânına dayanan de­lillerin yanı sıra keşf usulünü de dikka­te alan delillerle kanıtlamaya çalışmış, ancak son merhalede Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde önemle durulan, kendisinin “ihkâm ve itkân” diye adlandırdığı gaye ve nizam delilini tercih etmiştir. Zira ona göre bütün kelâmı ve felsefî deliller iti­raza müsait olduğu halde Kur’an’daki isbât-ı vâcib delilleri kısa yoldan insa­nı doğru sonuca ulaştıracak Özelliktedir.

Kelâma dair çeşitli eserlerinde Eş’ariyye’nin sıfât-ı maânî teorisini kabul et­mekle birlikte tefsirinde ilâhî sıfatların Allah’ın zâtından dolayı var olduğunu ve zâttan ayrı düşünülemeyeceğini söyle­miştir. İlâhî sıfatlan başta selbî. izafî ve hakîkî olmak üzere çeşitli gruplara ayırmış, aklen ispat edilebilen sıfatların Allah’a isnat edilmesini caiz görmüş ve gerçek sıfatların sayısının bilinemeye­ceğini söylemiştir. Râzî’ye göre Allah beka sıfa­tıyla değil zâtından dolayı bakîdir. Malu­mun değişmesine bağlı olarak ilâhî ilim­de de değişiklik meydana gelir. Haberî sıfatlar dil kurallarına uygun şekilde ak­lın ışığında te’vi! edilmelidir. Tekvîn müs­takil bir sıfat değil kudret, irade ve ilim sıfatlarının yaratıklara taallukundan iba­rettir. Allah’ın âhirette görülmesini aklen delillendir-mek mümkün olmamakla birlikte naslarda haber verildiğinden buna inanmak gerekir. Bu konuda Eş’arîler’ce ileri sü­rülen deliller zayıftır. Râzî el-Erbaîn (I, 249), Muhaşşal (s. 184) ve Me’âlim (s. 61-62) adlı eserlerinde ilâhî kelâmın lafzî ve nefsî kısımlarına ayrıldığını, bun­lardan lafzî kelâmın hadis, nefsî kelâ­mın ise kadîm olduğunu açıkça belirtti­ği halde onun itikadî görüşlerini incele­yen M. Salih ez-Zerkân, el-Metâlibü’l-qd7iye’de (111. 207) Mu’tezîle adına kay­dettiği bazı görüşleri Râzî’ye ait zanne­derek kelâm-ı nefsîyi de hadis kabul ettiğini ileri sürmüştür.

3- Kulların Fiilleri ve Kader. Bütün be­şerî fiiller insanların karar ve iradeleriyle yakından ilgilidir. Kula ait bir fiilin mey­dana gelmesi için onun önce kesin bir karar vermesi ve bunu gerçekleştirecek gücünün bulunması gerekir. Kulun ka­rar vermesini sağlayan düşüncenin kal­binde doğması ise kendi kendine değil Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. Eğer bunların bir yaratıcı olmaksızın kulun kalbinde kendiliğinden meydana geldi­ği iddia edilirse bu takdirde bütün var­lıkların bir yaratıcıya ihtiyaç duymadan kendi kendine meydana gelebileceğini kabul etmek gerekir ki bu bizi Allah’ın varlığını inkâra götürür. Şu halde kulun kalbine doğan düşünceleri yaratan Al­lah’tır. Fiil yaratılmış da olsa kuldaki güç ve irade ile meydana geldiğinden kul gerçek fail olur. Nitekim Kur’ân-ı Ke­rîm’de önce Allah’ın kalplerdeki düşün­celeri bildiği anlatılmış, sonra da kişiyi fiile sevkeden veya fiilden alıkoyan dü­şünce ve inançlardan ibaret olan kalbin bütün fiillerini yaratan Allah’ın onları bil­memesinin imkânsızlığına dikkat çekil­miştir. Yine Kur’an-da ilimde derinleşmiş kimselerin, “Rab-bimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme” diye niyaz ettikleri bildirilmiştir. Eğer Al­lah kalpleri çevirmeseydi ve O’ndan dü­şünceleri yaratma fiili sâdır olmasaydı âlimlerin bu niyazı anlamsız olurdu. Bü­tün bunlar, iman veya inkâra elverişli olan insan kalbinin müessir bir sebep bulunmadan iki şıktan birinde karar kılmasının mümkün olmadığını ve bu ka­rara tesir eden sebebin ilâhî irade oldu­ğunu göstermektedir. Kullara ait fiilleri Allah’ın yaratması, bütün varlık ve olay­ların ilâhî kadere göre gerçekleştiğini de kanıtlar. Muhsin Abdülhamîd, cebir gö­rüşünü benimseyen Râzî’nin tefsirinde yaptığı bazı açıklamaları yoruma tâbi tu­tarak onun görüşünden döndüğünü ile­ri sürmüşse de bu doğru değildir. Zi­ra tefsirinde bu iddiayı kanıtlayıcı ke­sin bilgiler yoktur.

4- Nübüvvet. Râzî eserlerinin birçoğun­da nübüvveti mucize deliline dayandır­makla birlikte bazı eserlerinde onu sos­yolojik ve episternolojik delillerle kanıt­lamaya çalışmıştır. Ona göre nübüvve­tin mucize ile ispatı mümkünse de bu itiraza müsaittir. Râzî’nin sosyolojik is­patına göre insan, tabiatı gereği mede­nî olan ve toplum içinde yaşamaya mec­bur kalan bir varlıktır. Sosyal düzen her­kesin belli kurallara uymasını gerekti­rir. İnsanlann farklı anlayışlara sahip ol­dukları, ayrıca tam anlamıyla doğru ve adaletli ilkeleri keşfedecek bilgi kayna­ğından da yoksun bulundukları gerçeği, herkesin kabul edip uyacağı temel ku­ralları belirleyecek seçkin bir kimsenin varlığına ihtiyaç gösterir ki bu da sıra­dan insanlardan farklı nitelikler taşıyan peygamberdir. Râzî’nin üzerinde durduğu İkinci delil epistemolojik bir muhtevaya sahiptir. Buna göre insanlar, yetkinlik ve mutluluklarının temel dinamikleri olan kuwe-i nazariyye ile kuvve-i ameliyye açısından hem kusurlu hem de farklı de­recelerdedirler; bu sebeple de peygam­berlerin yardımı olmadan dünya ve âhi-ret mutluluğuna erişemezler. Buna kar­şılık peygamberler, kuvve-i nazariyye ve kuvve-i ameliyye açısından en kâmil mer­tebede bulunduklarından insanların bu konulardaki eksikliklerini tamamlayabi­lirler. Bütün varlıkların bitki, maden ve canlı türlerine ayrılması gibi, teorik ve pratik alanlarda bilgi edinme imkânına sahip olması itibariyle canlılar türü için­de üstün bir konumda bulunan insan­lar da kendi aralarında bilgi muhtevası bakımından farklı mertebelerde bulun­maktadır. Bu açıdan insanların seçkin bir sınıfını teşkil eden peygamberler fi­zik ötesi âlemle İlişki kurma imkânına sahip oldukları için kuvve-i nazariyye ile kuvve-i ameliyye noktasında İnsanlık uf­kunun en üst mertebesinde yer almış­lardır. Bundan dolayı onlar doğru inanç ve güzel davranış yönünden insanların eksiklerini tamamlarlar. Bu tesbitten hareketle Râzî, peygamber olduğunu söy­leyen bir kimsenin insanları Allah’a inan­maya ve doğru davranışlar yapmaya da­vet edip onlara dünya ve âhiret mutlu­luğuna eriştirecek bilgiler öğretmesini onun peygamberliğinin kanıtı olarak de­ğerlendirir. Bu görüşleriyle Gazzâlî tarafından ortaya konulan nübüvvet anlayışına yaklaşan Râzî Hz. Peygamber’in nübüvvetini ge­nellikle Kur’an’ın i’câzı ile kanıtlamaya çalışmış, başlangıçta İnsanların fesahat ve belagat yönünden Kur’an’ın benzeri­ni meydana getirmelerinin mümkün ol­madığını savunurken daha sonra sar-fe nazariyesine meyletmiştir. Râzî aklın her konuda insanlar için yeterli olduğunu, bu sebeple insanların peygamberlere ihti­yaçları bulunmadığı görüşünü, en-Nü-büvvât adlı eserinde mülhidlerin görü­şü olarak naklettiği halde Süleyman Ulu­dağ bir zühul eseri olarak bunları Râzî’­nin kendi görüşleri zannetmiştir. Nitekim Râzî nübüv­vete itiraz mahiyetindeki bu görüşle­ri, “mükellefiyet konusunda aklın yeter­li olduğuna dayanarak nübüvveti inkâr edenlerin şüpheleri”ne ayrılan dördün­cü fasılda sadece nakletmiş, kendi gö­rüşlerini ise daha sonraki bölümlerde ortaya koymuştur.

5- Âhiret. Ölümden sonra bedenin çü-rüyüp dağılmasına karşılık insanın aslî unsurunu teşkil eden ruhun (nefs) yok olmayıp ruhlar âlemine intikal edeceği­ni düşünen Râzî, önce nefsin cismanî bir cevher olduğunu kabul ederken daha sonra filozofların görüşünü benimseye­rek onun ruhî bir cevher olduğuna inan­mıştır. Râzî, muhtemelen Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî’nin düşüncelerinden fayda­lanarak insandaki ben­lik şuurunu ruhun varlığına ilişkin en bü­yük delil olarak gösterir. Zira insanın “ba­şım, gözüm, kulağım, kalbim” diyerek organları kendine nisbet etmesi, onun cismanî varlığını kendisine atfettiği baş­ka bir varlığının bulunduğunu gösterir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de kalbi anlama, gözü görme, kulağı işitme aleti olarak tanıtan ve insanın bunları kullanması gerektiğini belirten ifadeler, yine Kur’an’da Allah yolunda öldü­rülen müminlerin esasen ölü zannedil-memesi gerektiğini, bunların Allah ka­tında diri olup nzıklandırıldıklarını, ölen kâfirlerin ise sabah akşam azaba uğra­tıldıklarını bildiren haberler, insanın aslî unsurunu bedenine hâkim olan ruhî var­lığının oluşturduğuna işaret etmektedir. Eğer ölen insan tamamen yok olup baş­ka bir âleme intikal etmeseydi Kur’an’ın haber verdiği hususlar mümkün olmaz­dı. Ölen insanların ruhları kıyametin kop­masından sonra “aynıyla (aslına) iade edi­len” bedenlerle birleşir. Bedenler diril­tilmeden, ölen insanlara ait ruhların ye­ni doğan başka bir canlının bedenine gir­mesi (tenasüh) mümkün değildir. Eğer bu mümkün olsaydı tıpkı yeni bir bel­deye tayin edilen valinin daha önce ida­re ettiği beldeyi hatırlaması gibi yeni bir bedene intikal eden ruhun da geçmişte birlikte yaşadığı bedeni mutlaka hatır­laması gerekirdi. Halbuki sağlıklı hiçbir insan böyle bir şey hatırlamadığı gibi hiç­bir kimse de kendi kimliğinden şüphe etmez.

6- Hüsün-Kubuh Meselesi. Gençlik dö­neminde Eş’ariyye’nin yaygın görüşüne uyarak hüsün ve kubhun şeriatın açık­lamasıyla bilinebileceğini savunan Râzî, son eserlerinde Mâtürîdrnin görüşüne yaklaşarak bu değerleri taşıma açısın­dan ilâhî fiillerle kulların fiilleri arasın­da kesin bir ayırıma gitmiştir. Buna gö­re ilâhî fiiller hüsün-kubuh ölçüsü dışın­da olup O’nun fiilleri için bir değer ayırı­mına gidilemez. Kulların fiillerine gelince bu konuda yegâne hâkim unsur akıldır.

7- İmamet. Râzî’nin imamet konusun­da Ehl-i sünnet çoğunluğundan farklı düşünmemesine rağmen, nübüvveti açık­larken insanlar içinde kemal mertebesi­nin en üstünde bulunan kimseye İmâ-miyye’nin “imâm-ı ma’sûm” veya “sâhi-bü’z-zamân” dediğini belirtmesi yüzün­den Şîa’nın imamet anlayışını benim­sediği sanılmışsa da eserlerinde Şîa’nın imamet anlayışını reddettiği bilinmektedir.

Öyle görünüyor ki Eş’ariyye kelâmcısı ve Şâfıî usulcüsü olarak yetişen Râzî, İbn Sînâ kanalıyla Aristo ve Eflâtun’un fel­sefî görüşlerinden etkilenmişse de da­ha sonra Gazzâlî’nin yolunu takip ede­rek İslâm filozofları karşısında Eş’ariy­ye doktrinini savunmuş ve bu doktrine aykırı gördüğü felsefî görüşleri eleştir­miş, son dönemlerinde ise kelâmî delil­leri de yeterli görmeyip itikadî mesele­lerin Kur’ân-ı Kerîm’in delil ve metotla­rıyla çözümlenmesi gerektiği kanaatine varmıştır. Genel çerçevede Eş’ariyye’ye bağlı kalmakla birlikte isbât-ı vâcib ko­nusunda cisimlerle bunların nitelikleri­nin hudûsu ve imkânına dayanan bir de­lil geliştirmesi, rü’yetullahın ispatna iliş­kin aklî delilleri zayıf bulması, kulların fiillerinde mecbur olduklarını söylemesi gibi çeşitli konularda Eş’ariyye’nin gele­neksel anlayışlarından farklı görüşleri benimsemiş; ilâhî ilmin maluma göre değiştiği, ilâhî sıfatların ilim ve kudret sıfatlarına hasredilebileceği, hüsün ve kubhun aklîliği gibi bazı noktalarda Mu’tezile’nin görüşlerine meyletmiştir.

Râzî kulların fiilleri ve nübüvvetin de­lilleri gibi bazı konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılar üzerinde etkili olmuştur. Eserlerinde yaptığı tasavvufî yorumların Muhyiddin İbnü’l-Arabfye te­sir ettiği ve onun vahdet-i vücûd felse­fesine şekil verdiği, İbn Haldun ve Ebü’l-Kâsım İbn Zeytûn Ör­neklerinde olduğu gibi tesirlerinin Ba-tı’ya kadar uzandığı kabul edilir. Ayrıca meselelerin çözümüne dair muhtemel alternatiflerin sıralanmasından sonra bir sonuca varılması hususu, ilk defa Râzî tarafından uygulanan bir inceleme yön­temi olarak değerlendirilir ve böylece tasnifçiliği esas alan bir Râzî ekolünden bahsedilir. Râzî tefsir ko­nusunda hemen hemen bütün müteahhir müfessirlerin vazgeçilmez kaynağı olmuştur. Beyzâvî, ÂIûsî, M. Reşîd Rızâ, Elmalılı Muhammed Hamdi gibi âlimle­rin tefsirlerinde ondan geniş iktibaslar yapması bunu göstermektedir.

Eserleri ve tesirleriyle İslâm düşünce tarihinde önemli mevki işgal eden bü­yük bir şahsiyet olmasına rağmen Râzî Seyfeddin el-Âmidî, Nasîrüddîn-i Tûsî, Esîrüddin el-Ebherî, Sirâceddin el-Ur-mevî ve İbn Teymiyye gibi değişik mez­heplere mensup âlimlerce eleştirilmiştir. Âmidî el-Me’âhiz Zale’r-Râzî fî Şerhi’l-îşâmt’mda, Nasîrüddîn-i Tûsî İbn Sînâ’-nm eJ-/şdra/’ına yaptığı şerhte Râzî’nin görüşlerini reddetmişlerdir. İbn Teymiy­ye. şer’î delilleri zannî kabul edip nasla-rı belli felsefî anlayışlara göre yorumla­ması, hudüs ve imkân delillerini değişik şekilde takrir edip bunları Kur’an’a da­yandırması, haberî sıfatlarla İlgili nas-ları mecazî sayarak te’vil etmesi, Allah’ı âlemin içinde ve dışında olmakla nitele-nemeyen bir varlık olarak kabul etmesi, klasik mantık ilkelerini benimsemesi ve cismanî dirilişi kanıtlamak için atom na­zariyesini savunması gibi çeşitli kelâmı ve felsefî konulardaki metot ve yakla­şımları sebebiyle Râzî’yi tenkit etmiş, bununla birlikte Âmidî, Urmevî ve Ebhe-rî’nin Râzî’ye yönelttikleri eleştirileri de haksız bulmuştur. İbn Teymiyye, Râ­zî’nin Esûsü’t-takdîs’me  er-Red “aîâ Te’sîsi’t-takdis adıyla bir red- diye yazmıştır. Râzî’yi eleştirenlerden bi- ri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir. Onun  eleştirileri daha çok, dinî konularda ger- çeği bulmak için kelâm metodunu kullanması noktasında toplanır.

İlgili Makaleler