Felsefe Yazıları

Evrim Nedir? Evrim Tartışması ve Tarihi

EVRİM

Biyolojik anlamda evrim, tüm canlı türlerinin düzenli bir süreklilik içinde birbirlerinden farklılaşarak gelişmesidir. Bu, genellikle bir “olgu” olarak sunu İntakı aysa da, diğer biyolojik yaklaşımlardan (yaratılışçılık gibi) sadece birisi olup teori düzeyinde ele alınması gerekir.

“Nereden geldim, nereye gidiyorum” sorusuna insanın cevap arayışı yeni değildir, özellikle “nereden gedim” sorusu anlik Yunan’dan beri etrafında dönülen soruların başında gelir. Organizmaların ve bunlar içinde en yetkin olan insanın biyolojik anlamda kökenini inceleyen düşünce akımları tarih boyunca iki temel başlık altında gruplandırılabilin değişmezcilik ve evrimcilik. Virüslerden insana kadar tüm türlerin birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıktıklarını, bunlar arasında birinden diğerine geçişin hiçbir zaman vuku bulmadığını ve türlerin birbirlerinden aşılmaz duvarlarla bölünmüş olduğunu savunan görüşler toplulu­ğu değişmczcilik olarak bilinir. Buna mukabil türlerin birbirlerinin varoluş sebebi olduğunu, 4,5 milyar yıldan buyana organik moleküllerden bugünkü yüksek organizasyonlu canlılara sürekli ve durdurulamaz bir akışın süregeldiğini kabul eden görüşler de evrimcilik olarak bilinir.

Doğada ve onun bir parçası olan canlılarda sürekli değişimin varolduğunu ilk benimseyen kişi Herakleitos olmuştur. Daha ziyade felsefi anlamda bir harekeli inceleyen Herakleitos’un yanında canlılar alemi içinde bir evrim düşüncesine ilk yaklaşanlar. Anaksimandros ve Empedokles olmuştur. Bunlar zamanlarında hakim ulan görüşe alternatif görüş olma aşamasından öteye geçememişlerdir.

Modern zamanlara doğru evrim görüşünde XVII. ve XVIII. yüzyıla kadar fazla bir hareketlilik görülmez. XVII. yüzyılda Buffon’la başlayan kıpırdanma, XIX. yüzyılda ortalarında Charles Darwin ile zirvesine ulaşacaktır. Bir teori bağlamında evrimi ilk onaya koyan kişiyse Lamarck olmuştur.

Onaya konulduğu dönem içerisinde Lamarck’in tezi büyük gürültülere sebep olmuş, yankıları uzun süre devam etmiştir. Bu görüşe göre canlıların çevre şartlarının değişmesiyle üstlerinde biriken morfolojik değişiklikler kalıtsal (irsi)dir. Bu nedenle de dölden döle aktarılmak suretiyle tür boyunca kalıtım olarak saklanır. Bu varsayımın yanlışlığı modern genetiğin gelişmesiyle tamamen ortaya konmuş, böylece Lamarckizm bilimsel alanda geçerliliğini yitirmiştir.

Çeşitli değişik görüşleri de barındırarak yoğun ilgi ve etkilerini günümüze kadar koruyan evrim teorisi Darwin’e ait olanıdır. 1859’da ilk baskısını yaptığı Tinlerin Kökeni adlı eserinde bu teoriyi ileri süren ve daha sonra ortaya koyduğu bazı eserlerle teoride kapalı kalan hususları açıklamaya çalışan Darwİn, konuyu ele alış tarzıyla bir anda şöhret kazandı. Aslında Charles Darwin’in evrim kavramına eklediği pek yeni bir şey yoklu. Zamanının bilgi birikimini değerlendirme yanında, buna sadece “doğal seleksiyon” anlayışını eklemişti. Fakat bu değerlendirmesi teoriye öylesine güç katmıştı ki, onun desteğinde teorinin açıklayamayaca­ğı veya aksini gerektireceği hiçbir durum yoktu. Doğal seleksiyon kısaca şuydu: Canlılar içinde çevre şartlarına uygun özellikleri taşıyanlar bu şartlardaki yaşantılarını sürdürmeye devam ederler, bunlara sahip olmayanlar da hayat mücadelesi içinde erirler ve yok olur­lar.

Böylece her istenen şekli alabilecek yapıda bir esnekliğe sahip ve her soruya, her duruma uyarlanabilecek bir silah ele geçmiş oluyordu; canlıların kulağı vardı, çünkü kulağı olanlar tehlikeleri işitip kaçabildiler, olmayanlar av oldu.

Doğal seleksiyon teorisinin bu başarısı, aslında dayandığı mantıksal totolojiden başka bir şey değildi. Şöyle ki:

– Hangi canlılar seçildi?

– Üstün olanlar

– Peki hangi canlılar üstün?

– Seçilmiş olanlar.

Teorinin bu yönü daha sonraları bilim felsefecilerinin şiddetli hücumlarına hedef olacak, teori son derece Önemli eleştirilere maruz kalacaktır; hatla evrimci bilim felsefesiyle tanınan Kari Popper bile onu bir teoriden ziyade metafizik bir görüş olarak niteleyecektir.

Darwin’in yaşadığı dönemin evrime Doğal Seleksiyon’dan başka bir katkısı olmamıştır. Darwin-sonrası dönemde İse en önemli değişiklik olarak kalıtımın ilkelerinin iyice belirginleşmesini görüyoruz.

Darwin’in teorisini ileri sürdüğü dönemde genetik bilgisi oldukça sınırlıydı. Dolayısıyla teori bu önemli bilgi birikiminden mahrumdu. Genetiği evrim teorisi içine sokan akım karşımıza yepyeni bir görüşle çıktı. Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar teorisi. Buna göre genetik materyal oldukça sabittir ve türden türe aynen aktarılır; nadir de olsa zaman zaman vukubulan ve mutasyon adı verilen genetik hatalar bu aktarımla beraber alt döllere taşınmış olur. Bu hataların yol açtığı morfolojik değişiklikler canlının çevreyle olan ilişkisine olumlu yönde katkıda bulunursa, canlı bu değişikliği taşımayanlara nazaran bir üstünlük elde et­miş olur.

Anlaşılacağı gibi bu, kainimin ve doğal seleksiyonun bir sentezinden başka birşey değildir. Neo-Darwinizm denen bu yeni yorumun gelişmesinden sonra evrimde nihai gerçeğe varıldığı kanısıyla evrimci biyologlar dört elle teoriye kanıt toplama çalışmalarına giriştiler.

İçinde bulunduğumuz döneme kadar devam eden bu çalışmaları dört ana başlık halinde şöyle toparlayabiliriz:

a) Paleontolojik çalışmalar,

b) Embriyolojik çalışmalar,

c) Antropolojik çalışmalar,

d) Biyokimya üzerine çalışmalar.

a) Paleontolojİk çalışmalar;
Türden türe geçişi yavaş-yumuşak bir süreç olarak tanımlayan Neo-Darwinist teorinin en önemli beklentisi türler arasında binlerce ara formun bulun­ması olmuştur. Zira, eğer evrim ilk moleküllerden insana kadar kesintisiz süregelen bir işlemse, organizmalar arasında kopukluklardan ziyade kesintisiz bir devamlılığın bulunması kaçınılmazdır. Bununla beraber ne bitkiler de, ne de hayvanlarda böyle bir sürekliliğin betirtilerine şimdiye kadar rastlanmamıştır. Ünlü paleontologlardan Clark bunu şöyle dile getirir:

“Daha önceki hayvan hayatının alı fosil kalın­tılarına bakmak konusunda ne kadar geriye doğru gittiğimizin önemi yok. Çeşitli büyük gruplar ve filimler arasında geçiş formları olan herhangi bir hayvana ait iz bulmuş değiliz. Madem ki, biz fosil veya yaşayan büyük gruplar arasındaki geçişi gösteren en uzak bir delile sahip değiliz. O halde, böyle ara tiplerin hiçbir zaman olmadığını kesinlikle kabul etmem iz gerekir”. Fosil uzmanı Olson İse; “Fosillere göre birçok bitki ve hayvan grubu, herhangi yakın bir soyu olmadan aniden ortaya çıkmıştır. Organizmaların filum ve sınıl’ gibi büyük grupları bu şekilde görülmüştür” de­mekledir.

Fosil kayıllarındaki ara (geçiş.) formlarına ait bu boşluklar paleontolojik çalışmaların eksikliğinden kaynaklanmaz. Fosil kayıtları son derece zengindir. Örneğin Neo-Darwinist araştırmacı Romer’in bildirdiğine göre karaomurgalılann ortalama % 87.8’inin fosilleri bulunmuştur ki, bu son derece yüksek bir orandır.

Yıllarca sürdürülen araştırmalar sonucunda evrim üzerine yayınlanan makale veya yazılarda üç paleontolojik delil göze çarpar:

1- Sudan kuraya geçişe delil: Coelacanth; 2- Karadan uçuşa geçişe delil: Archaeopteryx; 3- Atın evrimi.

1- Balıktan kurbağaya geçişe kanıt olarak sunulan coelacanih’ın yüzme kesesinin akciğer görevi yapabileceği düşünülerek geçiş formu olduğu iddia edilmişti. 1935’ten bu yana yakalanan 50’den fazla coelucanıh üzerinde yapılan gözlemler bu balığın yüzme kesesinin yağ­la dolu olması ve üzerinin pullarla örtülü olması nedeniyle akciğer gibi fonksiyon göster­mesinin fizyolojik olarak imkansız olduğunu ortaya   koymuşlardır. Üstelik bu  balığın 350-400 milyon yıldır değişmeden yaşayageldiği de anlaşılmıştır.

2- Kanallarındaki pençeleri, küçük dişleri ve kuyruğunda omurgası oluşu nedeniyle de Archaeopteryx isimli kuş 135 milyon yıllık fosiline dadanarak sürüngenlerden kuşlara geçiş formu olarak tanıtılmıştır. Yakın dönemde, 1984 yılında Batı Texas’ta 225 milyon yıl öncesine ait bir kuş fosiline rastlandı. I’roioavis adı verilen bu örnek eksiksiz bir kuştu. Buna göre kuşlar alaları olarak tanıtılan sürüngenlerle aynı dönemde yaşıyorlardı ki, bu imkansızdı. Kendisinden 90 milyon yıl önce yaşayan tam bir kuşun varlığı arkhaeopteryx’in arageçîş formu olma iddiasını gündemden çıkardı.

3- Atın evrimi de çokça kullanılan bir delildir. Yapılan sıralamaya göre bu 7-8 türden oluşan bir seri arzetmektedir. Alın evrim serisi de evrimin temel yasası olarak sunulan Dollo Kanunu ile çalışır. Körelen organların yeniden ortaya çıkamayacağını benimseyen Dollo Kanunu’nuiers düşecek tarzda sunulan serideki atların kaburga sayıları azalma ve çoğalmalar şeklinde düzensizlik gösterir.

b)  Embriyolojik çalışmalar: Ernest Haeckel diğer canlıların  embriyolarında geçirdikleri safhaların, soylarının geçirdiği sallıalarıyansıt­tığını İleri sürdü. En son incelemelerde Haeckel’in ünlü çizimlerinde yanlışlıklar olduğu ortaya kondu, Haeckel İnsan embriyosunu (rüşeym) kasıtlı olarak eksik çizmişti.

Yankıları hala devam eden bu iddiada en çok insan ve balık embriyolarında görülen boyun bölgesi oyukları delil olarak kullanılıyordu. Balıklarda bu oyuk daha sonra solungaçlara dönüşürken, insan embriyosundaki oyuk yutağa açılmaz, zamanla alt çene, ösiaki borusu, timüs ve paratiroid bezlerine dönüşür. Bu nedenle bu yarıklar arasında evrimsel bîr ilişki kurmak anlamsızdır.

c) Antropolojik çalışmalar:
insanın kökenini bulma gayretleri  özel  bir  inceleme  alanını oluşturacak şekilde antropolojiye yöneldi ve oldukça uzun ve külfetli çalışmalara temel oluşturdu. İnsanın kökenine yönelik araştırmaların bir kısmı son derece ciddi ve bilimsel çerçeveli olmalarına rağmen, küçümsenemeyecek bir kısmı da bu yapının dışında yer aldı.

İnsanın autları üzerine ilk buluniuların tanımlmasıyla birlikte kısa zamanda “insanın evrimi” serisi de literatüre girdi ki, bu seri 6-7 örnek üzerine bina edilmişti. 18OO’li yılların sonlarından itibaren başlayıp 1950’lere kadar devanı eden araştırmaların sonucu olan bu seri özellikte son yıllarda alt üst oldu. Serinin önemli atlama taşlarım oluşturan Ncbraska, Pil(down ve Java adamlarının birer sahtekar­lık ürünü olduğunun anlaşılmasını müteakiben başlayan çözülme Richard Leakey’nin 1972’de bulduğu ünlü kafatası Skull 1470 ile zirvesine ulaştı.

Kenya’da bulunan Skull 1470 şaşırtıcı şekilde homo sapiens karakterli, yani modern görünümlüydü. Bulan bilim adamı Leakey hayretini o günlerde şöyle dile getirmişti:

“Ya bu kafaiasım ya da ilkel İnsan hakkındaki teorilerimizi atamalıyız. O, insanın ilk modellerinden hiçbirine benzememektedir.”

Bu buluntu seriyi baştan sona karıştırdı; İlkel insansılar olarak sunulan antralopithocuslar soyağacından atıldılar, sonra homoereetuslar da bundan nasiplerini aldılar. Yakın dönemlerde de Fransız dergisi /. ‘Express aracılığıyla tanıtılan hipotezle bu seri tamamen reddedildi, yerine maymunların atalarının insan olduğu görüşü teklif edildi.

d) Biyokimya üzerine çalışmalar:
İlk canlı maddelerin ortaya çıkışını inceleyen evrim teorisi, moleküler veya biyokimyasal evrim, daha popüler olan diğer teoriden bağımsız olarak gelişti. Bu konudaki İlk çalışmalar J.B.S.-Haldane, Oparin gibi araştırmacılara aitse de, Moleküler Evrimi popüler yapan Stanley Miller ve Harold Urcy’dir. Bu iki bilim adamı 1953’de gerçekleştirdikleri ve Miller Deneyi olarak tanınan ünlü deneyleriyle metan (CH4), amonyak (NH3), su buharı (H2O) ve hidrojenden oluşan bir karışımdan aminoasit gibi canlı bünyesinin en önemli yapıtaşjanndan bi­rini sentezlemcyi başarmışlardı. Sentezlenen amino-asitler canlıda yer alan 20 çeşit aminoasitıen dördü olmasına rağmen bu deney sembolik bir yüklem kazandı ve birçok kitap ve ansiklopedide hemen yerini aldı.

Deneyi takip eden 10-15 yıl İçinde beklenmedik gelişmeler oldu. Jeofizik ve jeokimyacılar dünyanın ilk atmosferinde amonyak bulunmasının imkansız olduğunu, olsa bile çok kısa zamanda yok olacağını ortaya koydular. Metanın varlığının da şüpheli olduğunu, böyle bir gazın ilk zamanlar varolduğuna dair bir kanıtın en eski kayalarda bulunmadığını savundular.

Hatta l%5 ve 1()74 yıllarında Mitler Deneyi önce Philip Abclson, sonra da Ferris ve Chen ikilisi taralından tekrarlandı. Bu deneylerde hiçbir aminoasite rastlanmadı. Bu gelişmeleri, Stanley Miller de kabul etti, hatta 19S5’de o da deney kabının başına döndü ve sonuç alamadığını 1986’da İsveç Kraliyet Akademisi’nin “Molecular Evolution of Life” adlı konferansında itiraf etti.

Bu arada DNA ve RNA gibi canlı bünyesinin diğer çok Önemli moleküllerinin sentezlerinin de ilkel denebilecek sarılarda mümkün olmadığı ortaya çıktı. Teoriyi yan desteklerle kurtarma çalışmaları halen de devam ediyor olsa da, konuya yakın bilim adamları moleküler evrim düşüncesi üzerinde ısrar etmenin anlamsızlığını kabul etliler. Bir zamanlar moleküler evrim görüşünün bizzat teorisyenliğini yapan Francis Crick, Leslic Orgel ve Fred Hoylegibi bilim adamları sonyirmi yıldır yaşamın dünyada başlamış olması görüşünün konik olduğu, canlılığın dünyaya uzaydan gelmiş olabileceği tezini benimsediler. Bu bilim adamlan bu yönde harekete zorlayan en bü­yük neden, yaşamın moleküler evirimin fiziğin ve kimyanın temel prensipleriyle taban tabana zil bir konuma girmiş olmasıdır. Konunun açma/.ı bilgi eksikliği değil, bilimci uzlaş­masının imkansız oluşudur. Örneğin amino-a-siılerin polimerize olup proteinleri vermesi için her icpkime bir molekül suyun çıkamsını gerektirir, ama termodinamik olarak bu reak­siyon İlkel şartlarda mümkün değildir. Bu gibi Örnekler çoktur.

Buraya kadar konuları va tarihsel gelişimiyle özetlediğimiz evrim teorisi son yıllarda oldukça dogmatik bir öğreti olma yoluna girmişti. Bunun nedenli, muteryaliksi-ve onun em­rindeki pozitivist-felsefelerin metafizik tüm görüşlere sırt çevirmekle bu teoriyi ölümcül bir silah olarak kullanmalarıdır.

Şurası bir gerçektir ki, materyalizme taban oluşturan felsefi kökenleriyle evrim teorisi ister Lamarckizm, ister başka bir İsim alsın, in­sanların gözü kapalı red veya göz kapalı kabu edecekleri bir teori olmaya uzun bir süre daha devanı edecekür.

Her ne kadar İnsan kültürü ve toplumun düzenli olarak geliştiğine ilişkin fikirler Darwin’den önceye kadar uzanıyorsa da, XIX. yüzyılın ikinci yarısı Sosyal bilimlerde evrim teorisinin en parlak dönemi olmuştur. Bu teori şimdilerde terkedilmiş olan şu varsayıma dayanıyordu: Halihazırda yaşayan ilkel halklar modern toplumun gelişmesindeki erken aşamaları temsil ederler. Bir şekliyle evrim te-orİsİ anan karmaşıklık ve farklılaşmadan söz eden biyolojiye yakın düşer. Bir başka şeklindeyse her ne kadar tüm toplumların bu aşamaların tümünden geçmesi beklenmiyorsa da, ge­lişmenin bir dizi aşama ya safhaları olduğu öne sürülmüştür. Evrimci düşünce, günümüz­de Anglo-Amerikan ve Batı Avrupa toplum­sal ve kültürel antropolojisinde ikincil önemde olmasına rağmen evrim adı altında olmasa da, Marksizmi benimsemiş ülkelerde merkezi bir rol oynamaktadır.

Halil MÜFTÜOĞLU

Evrim
felsefe/evrimizelgesi Biyolojide evrim, canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanmasıdır. Evrim, modern biyolojinin temel taşıdır. Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve Dünya’daki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırdedilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur.

Evrim, bir canlı popülasyonunun genetik kompozisyonunun zamanla değişmesi anlamına gelir. Genlerdeki mutasyonlar, göçler veya çeşitli türler arasında yatay gen aktarımları sonucu türün bireylerinde yeni veya değişmiş özelliklerin ortaya çıkması, evrim sürecini yürüten temel etmendir. Evrim, bu yollarla oluşan değişimlerin popülasyon genelinde daha sık veya daha nadir hale gelmesiyle işler.

Dünya’daki canlı türlerinden henüz sadece 2 milyondan biraz fazlası tanımlanabilmiş ve sınıflanabilmiştir. Bazı tahminlere göre henüz tanımlanmamış 10 ila 30 milyon canlı türü vardır. Bir milimetrenin binde birinden kısa bakterilerden tutun, yerden yüksekliği 100 metreyi, ağırlığı binlerce tonu bulan sequoia servi ağaçlarına kadar dünyadaki canlı türleri, cüsse, biçim ve yaşayış biçimi açısından çok büyük farklılıklar gösterirler. Sıcak su kaynaklarında kaynama sıcaklığına yakın derecelerde yaşayan bakteriler olduğu gibi, Antarktika’daki buzullarda ya da tuz göllerinde -23 °C’ye varan sıcaklıklarda yaşayan algler ve mantarlar vardır. Aynı şekilde karanlık okyanus tabanlarındaki hidrotermal çatlakların kenarlarında yaşayan devasa boru kurtçukları olduğu gibi, Everest Dağı’nın yamaçlarında, 6 bin metre yükseklikte yaşayan hezaren çiçekleri ve örümcekler vardır.

Dünyadaki bu neredeyse sınırsız sayıdaki yaşam biçimi, evrimsel sürecin bir sonucudur. Tüm canlılar, ortak atalardan geldikleri için akrabadırlar. İnsan ve diğer tüm memeliler, yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış sivrifaremsi bir canlıdan evrimleşmişlerdir. Memeliler, kuşlar, sürüngenler, iki yaşamlılar ve balıkların ortak atası 600 myö yaşamış su solucanlarıdır. Tüm hayvanlar ve bitkiler, yaklaşık 3 milyar yıl önce yaşamış bakterimsi mikroorganizmalardan türemişlerdir. Biyolojik evrim, canlı nesillerinin ortak atadan değişerek türeme (İng: descent with modification) sürecidir. Yeni nesiller, eski nesillere göre farklılıklar taşırlar ve ortak atadan uzaklaştıkça çeşitlilik artar.

Tarihçe

İnsanlık tarihi boyunca değişik kültürler, insanın, diğer canlıların ve evreninin kökenini çeşitli şekillerde açıklamaya çalışmış bu çaba da pek çok farklı yaratılış mitine yol açmıştır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da canlıların ortaya çıkışı bir yaratıcının tüm evreni yoktan (Latince: ex nihilo) var etmesiyle açıklanır.

İlk Hristiyan din adamlarından Nenizili Gregor ve Augustinus, tüm canlıların tanrı tarafından yaratılmadığını, bir kısmının sonradan tanrının yaratıklarından gelişerek oluştuğunu ileri sürmüştür. Bu iddianın motivi biyolojik değil dinidir. Bu din adamları, tüm canlı türlerinin, Tufan esnasında Nuh’un gemisine sığamayacağını, bu nedenle bir kısmının sonradan ortaya çıkmış olması gerektiğini düşünüyorlardı.

Antik Yunan filozofları, kendi yaratılış mitlerini oluşturmuşlardır. Anaksimandros, hayvanların şekil değiştirebildiklerini ileri sürmüştür. Empedocles, hayvanların, önceki hayvanların organlarının birleşiminden oluştuklarını ileri sürmüştür.

Bir olgunun ortaya çıkışında bileşenlerin değişime uğramaları ile ilgili süreç tanımının felsefi açıdan “evrim” kelimesi ile belirginleşmesi çok eskiye dayanır. Darwin`in “Türlerin kökeni” adlı eserinde yer alan “Yaşam ağacı”, canlı evriminin anlatımında kullandığı mitolojik bir simgedir ve pek çok inançta yer alır (ing. Tree of life , fr. Arbre de vie, alm. Lebensbaum, osm. Şeceri hayât, ibr. Etz hayim). Herhangi bir “sağlam ve doğru” biyolojik altyapısı olmasa da, Aristoteles’ten Konfüçyüs’e kadar birçok önemli isim evrim kavramı konusunda yazmıştır. Ayrıca, evrim konusunda İbn’i Haldun ve İbn-i Sina farklı teoriler sunmuşlardır.

19. yüzyılda Lamarck, kazanılan karakterlerin kalıtımına dair bir hipotez öne sürmüş, fakat yaptığı deneyler bu hipotezin yanlış olduğunu göstermiştir. Aynı yüzyılda Charles Darwin, Galapagos Adaları’ndaki gözlemlerine dayanarak, evrimin mekanizmasını doğal seçilimle açıklamıştır.

Charles Darwin
Evrimin mekanizmasınının anlaşılmasında ve açıklanmasında bugün geçerli olan bilimsel sentez, İngiliz doğa tarihçisi Charles Darwin tarafından 1859’da ortaya atılmış olan evrim kuramı üstüne kuruludur. Darwin, organizmaların evrim sonucu ortaya çıktığını ve organizmaların göz, kanat, böbrek gibi belirli bir amaca hizmet eden organlara sahip olmalarının yine evrimin bir sonucu olduğunu ileri sürdü. Bu iddiası temelde doğru olmakla birlikte eksikti.[1]

Darwin, kuramını doğal seçilim adını verdiği sürece dayandırıyordu. Ona göre türdeşlerine göre daha çok işe yarar özelliklere sahip olan canlılar (örneğin daha keskin görüşe sahip olanlar ya da daha hızlı koşanlar) hayatta kalma yarışında avantajlı duruma geçiyor, bu nedenle soyunu devam ettirme şansını artırıyordu.

Darwin 1831-1836 yılları arasını, işi gereği, dünyanın farklı bölgelerine seyahat ederek geçirmişdi. Bu yıllarda aklında bir tür evrim kuramı şekillenmeye başladı. Farklı bölgelerde geçen 3 yıl sonunda, evrim teorisine en çok katkıda bulunacak yer olan Galapagos Adaları’na vardı. Bu adalardaki doğal yaşamı ve canlıları, Güney Amerika’dakiler (anakara) ile kıyasladı ve o dönem için şaşırtıcı bazı bağlantıları keşfetti.

Darwin burada, “başarılı nesiller sonunda, yeni bir türün, halihazırdaki bir türden yavaşça farklılaşarak oluştuğu” kanısına vardı. Doğal seçilim adını verdiği bir işlem sonucunda bu değişimlerin ortaya çıktığına inanıyordu:

Darwin’in bu teorisi 3 ana temel üzerine oturmuştur:

* Bir canlı popülasyonunda çeşitli karakteristikler mevcuttur ve bu değişken karakteristikler popülasyondaki bireyler tarafından yeni doğanlara aktarılır.

* Canlılar ölenlerin yerine geçecek sayıdan daha fazla yavrularlar.

* Ortalamada popülasyon rakamları genelde sabit kalır, hiçbir popülasyon sonsuza kadar büyüme göstermez.

“Türlerin Kökeni” eseri
30 yıldan daha fazla bir süre, Darwin düşünceleri için delil topladı. 1858’e kadar fikirlerini yayımlamaktan kaçındı. Fakat 1858’de, Alfred Russel Wallace, Darwin’e Darwin’in düşüncelerine çok benzer bir evrim teorisi fikrini mektupla yollayınca, Darwin düşüncelerini kamuya sunmak istedi. Daha sonra Darwin ve Wallace evrim teorisi ve doğal seçilim üzerine beraberce bir tez yazıp yayımladılar. Yine de, özellikle 1859’da yayımladığı ünlü kitabı “On The Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life” (Yaşam Mücadelesinde Doğal Seçilim veya Avantajlı Irkların Muhafazası Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine) sayesinde Darwin’in adı Wallace’dan çok daha fazla duyuldu. Darwin’in bu kitabı daha sonra biyoloji tarihinin en etkili ve önemli kitaplarından olmuştur.

1930’lar ve sonrasında, neredeyse bir asır önce Gregor Mendel tarafından ortaya konmuş olan kalıtım kuramı, moleküler biyoloji’nin kalıtımın moleküler temellerine dair sağladığı bilgi ve Darwin’in kuramının bütünleştirilmesiyle evrim kuramı modern halini aldı. Güncel bakış açısıyla evrim, bir gen havuzu içinde bir nesilden diğerine belli bir karakterin oluşmasında etkili olan allellerden birinin sıklığının değişmesi olarak tanımlanabilir. Doğal seçilim, genetik özelliklerin üremeye katkısı, ve popülasyon yapısı bu değişime etki eden faktörlerdir. Bu güncellenmiş evrim teorisinin adı “Sentetik evrim kuramı”´dır. Sentetik evrim kuramı´nın bügünkü bilimsel değeri hakkında kuramsal biyoloji uzmanı Theodosius Dobzhansky şöyle demiştir:

“     “
Evrimin ışığıyla aydınlatılmadıkça, biyolojide hiçbir şey bir anlam ifade etmez!”      ”

Evrimi oluşturan süreçler
Evrimi sürdüren iki temel süreç vardır; Doğal seçilim ve genetik sürüklenme. Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini yavrularına aktarmasını, diğer bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Doğal seçilim ile hayatta kalmaya yardımcı olan yeni özellikler sağlayan mutasyonlara sahip bireyler hayatta kalarak popülasyonda baskın hale gelir, hayatta kalma şansını azaltan mutasyonlara sahip bireyle ise yok olur. Bu sayede sonraki nesildeki bireyler, atalarından aldıkları genler sayesinde ortama daha iyi uyum sağlar ve hayatta kalmakta daha başarılı olurlar.[5][6] Çok sayıda nesil sonrasında, çok sayıda başarılı, küçük, rasgele değişikliğin birikmesi ile adaptasyonlar belirgin hale gelir, bu sayede türler çevrelerine olası en iyi uyumu sağlamış olurlar.

İkinci temel süreç ise genetik sürüklenmedir. Genetik sürüklenme, popülasyonda genlerin görülme sıklığında rasgele değişimlere yol açar. Bir nesilde görülen rasgele bir genetik sürüklenme, daha sonraki nesillerde birikim sağlayarak organizmada belirgin değişimlere yol açar.

Doğal seçilim
Evrime göre canlılığın devamı ve çeşitliliği doğal seçilimle sağlanır. Doğal seçilimin üç temel bileşeni bulunur: Genetik karakterlerin devamını sağlayan kalıtım, farklı karakterlerin popülasyondaki zenginliğini sağlayan çeşitlilik, ve bu çeşitli karakterlerden doğadaki koşullara en uygun olanının hayatta kalmasını sağlayan seçilim.

Bu temellere göre Darwin, her popülasyonda birçok bireyin hayatta kalamadığı, kurtulamadığı veya üreyemediğini belirtmiştir. Varolma mücadelesinde sınırlı birçok kaynak için ve mevcut riskler (yırtıcı hayvanlar vb.) yüzünden popülasyonun her bireyi bir diğeriyle yarışmaktadır. Bu varolma mücadelesinde, ortama en iyi adapte olabilmiş bireyler seçici bir avantaja sahip olmakta, daha çok yaşamakta ve daha çok üreyebilmektedir.

Genetik sürüklenme
Genetik sürüklenme ya da “Sewall Wright etkisi”, küçük bir grup canlının genetik havuzunda tamamen şans eseri oluşmuş değişikliklerdir.[8] Genetik sürüklenme bir popülasyondaki genetik bir karakteristiğin yok olmasına ya da güçlü olanın hayatta kalmasından ve alellerin değerinden “bağımsız olarak” yaygın hale gelmesine neden olur.Popülasyonda üremeyi gerçekleştiren canlıların sayısı arttıkça, genetik sürüklenmenin etkisi azalır. Bu durum yazı-tura örneğine benzer. Art arda iki kere tura gelmesi doğal karşılanırken 20 kere tura gelmesi tuhaftır. Yazı-tura işlemi tekrarlandıkça, turaların oranı 0.5’e yaklaşır.

Genetik sürüklenmenin etkisi en çok, bir canlı türünün kaderi birkaç bireye bağlı olduğunda ortaya çıkar. Bu duruma kurucu prensibi[9] denir. Göl, ada gibi izole olmuş ortamlara rüzgar veya başka canlıların vücudu gibi herhangi bir vasıtayla ulaşan tohumlar ve hayvan türleri, genellikle ulaştıkları yeni ortamda koloniler oluştururlar. Bu birkaç kurucu bireydeki alellerin görülme sıklığı, genellikle geride bıraktıkları popülasyondaki lokusların çoğundan farklıdır. Bu farklılıklar, yeni ortamda türeyen popülasyon üzerinde uzun süreli evrimsel etkiler yaratırlar. Hawaii Adaları gibi takımadalarda görülen tür çeşitliliğinin, birbirine temas eden anakaralardan fazla olmasının nedeni, kurucu prensibidir.

Yapay seçilim
Yapay seçilim, evcil hayvan ve bitkilerin kontrollü olarak yetiştirilmesi sonucu gerçekleşir. İnsan eliyle hangi hayvan ya da bitkinin üretileceğine karar verildiğinde, hangi genlerin gelecek nesillere aktarılacağına da karar verilmiş olunur. Yapay seçilimin en büyük etkisi evcil hayvanlarda gözlenir. Örneğin Danua ve Çivava köpek cinslerinin arasındaki cüsse farkı yapay seçilimin bir sonucudur. Çok farklı görünmelerine rağmen, her iki köpek cinsi de -diğer tüm evcil köpek cinsleri gibi- günümüzden yaklaşık 15.000 yıl önce Çin’e denk gelen bölgede evcilleştirilmiş olan birkaç kurdun soyundan gelir.

Birlikte evrim

Birlikte evrim (İng: coevolution), iki veya daha fazla canlı türünün, birbirlerinin evrimini karşılıklı olarak etkilemesidir. Örneğin bir bitkinin morfolojisindeki evrimsel bir değişiklik, o bitkiyle beslenen bir otçulun morfolojisini etkileyebilir. Otçulda meydana gelen değişiklik de tekrar bitkiyi etkileyebilir ve bu süreç karşılıklı devam eder.

Birlikte evrim, farklı türlerin ekolojik etkileşimleri arttığında gerçekleşme eğilimindedir. Bu ekolojik etkileşimler şöyle sıralanabilir:

* Avcı – av
* Parazit – ev sahibi (konak)
* Mücadele halindeki türler
* Ortak yaşamlı türler

Birlikte evrimin en bariz örnekleri çoğunlukla ortak yaşamlı olan bitki-böcek çiftlerinde görülür. Birçok bitki ve onların polen taşıyıcıları olan böcekler varlıklarını devam ettirebilmek için birbirlerine bağımlıdırlar. Ancak polen taşıyıcısı olmayan hayvanlarla eşleşmiş bitki türleri de mevcuttur.

Bazı Orta Amerika akasyaları, içi boş dikenlere ve yapraklarının sapında nektar salgılayan gözeneklere sahiptir. Acacia sphaerocephala (boğa boynuzlu akasya), dikenlerinin içine yuva yapan ve nektarla beslenen Pseudomyrmex karıncalarına ev sahipliği yapar. Karıncalarda akasyayı çeşitli otçullara karşı korur. Bu ilişki birlikte evrimin bir sonucudur. Bitki karıncaların barınabilmesi için içi boş dikenleri ve nektar salgılayan gözenekleri oluşturmuş, karıncalar da bitkiyi otçullardan koruyan davranış biçimini geliştirmişlerdir. Karıncalar bitkiye zarar veren her türlü böcek ve tırtılı öldürmenin yanı sıra bitkinin civarındaki araziyi yabani otlardan temizlemekte, gölge yapan yakındaki ağaçlara zarar vermektedirler. Boğa boynuzlu akasya ve karınca arasındaki bu ilişki ilk kez 1874’te doğa tarihçisi Thomas Belt tarafından gözlenmiştir.

Hayatın kökeni
Hayatın ilk kez ortaya çıkışı, biyolojik evrim için temel bir ön şarttır, ancak evrimin işleyişini anlamak için hayatın kökeninin bulunması gerekli değildir, çünkü bir kez canlı organizmalar ortaya çıktığında evrim kurallarının işleyeceği deneylerle gözlenmiştir. Evrim için ilk organizma sorunu henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Ortaya çıkan ilk canlı organizma hakkında çeşitli teoriler bulunmaktadır.

Şu anki bilimsel konsensüs karmaşık biyokimyanın, basit kimyasal reaksiyonlar ile hayatı oluşturduğu yönündedir, ancak bunun nasıl olduğu henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Hayatın ilk kez ortaya çıkışı, yaşayan ilk şeylerin yapısı veya evrensel ortak atanın genetik yapısı ile ilgili bilgiler henüz eksiktir. Dolayısıyla, hayatın tam olarak nasıl başladığı konusunda bir konsensüs bulunmamaktadır, ancak RNA gibi kendini kopyalayan moleküller ve basit hücre yapıları ile ilgili teoriler mevcuttur.

Evrim Kuramı’nın bilimsel statüsü

Modern bilimde kuram, tutarlı bir bütün oluşturan gerçekler ve açıklamalardır. Modern fiziğin temel taşlarından olan Görelilik ve Kuantum kuramları, şu an üzerinde deliller toplanan, yeteri kadar test edilip güven verdiklerinde kanun konumuna yükselecek hipotezler değillerdir. Evrim kuramı da aynı statüye sahiptir. Biyolojideki birçok veriyi birleştirip anlaşılır kılar; henüz kanıtlanmamış, test aşamasında olan bir “tahmin” değildir.

Evrim kuramı, insanlığın kökenine ilişkin sonuçları nedeniyle ortaya atıldığından bu yana sosyal ve politik alanda en çok tartışılan bilimsel kuramdır. Bunun sonucunda, kuramın bilimsel algılanışı ile popüler algılanışı oldukça farklı olagelmiştir. Evrim kuramına popüler düzeyde karşı çıkan ve onun yerine yeryüzündeki canlılığın kökeni ve çeşitliliğini doğaüstü bir yaratıcıya bağlayan akımlara genel olarak yaratılışçılık adı verilir.

Evrim kuramı, üç hususta açıklamalar getirir:

* Evrimin olgusu (İng: fact of evolution) – canlı organizmaların ortak atalardan geldikleri ve birbirleri ile akraba oldukları bilgisi.
* Evrimsel tarih – Türlerin birbirlerinden tam olarak ne zaman ayrıldıkları ve bu ayrımların detayları.
* Evrimi gerçekleştiren mekanizma ve süreçler.

Bu basamaklardan birincisi olan evrimin olgusu, evrimin temel taşı ve son derece kesinlik arzeden bilgilere sahip olunan kısmıdır. Bu hususta Darwin’in topladığı bir çok delilin üzerine yüzyıllardır bir çok farklı biyoloji dalı tarafından toplanan deliller eklenmiştir. Günümüzde organizmaların evrimsel kökenlerine dair sahip olunan bilgiler, dünyanın yuvarlaklığı, gezegenlerin hareketleri ya da maddenin moleküler yapısı kadar “kesinlik arzeden” bilimsel çıkarımlardır.Burada kastedilen kesinlik, şüphe götürmez bir gerçekliği ifade etmektedir. Diğer iki husustaki bilimsel çalışmalar ise aralıksız devam etmekte, her geçen gün yeni bir sonuca ulaşılmaktadır. Örneğin şempanze ve gorilin insana olan yakınlığının, babun veya diğer maymunlara olan yakınlıklarından daha fazla olduğu bugün kesin olarak bilinmektedir.

Evrim kuramının bilimsel statüsü, eğitim, din, felsefe, bilim ve politika bağlamında sıkça gündeme getirilmektedir. Bu konu daha çok Amerika Birleşik Devletleri’nde Hıristiyan cemaat ve lobilerin öncülüğünde gündeme gelmektedir. Fakat diğer ülkelerde, eğitim ve politikaya uzanmaya çalışan yaratılışçı görüşlerin savunucuları tarafından da gündeme getirilmektedir. Evrim kuramını destekleyen reddedilemez kanıtlar ve neredeyse mutlak denebilecek derecede bir bilimsel konsensüs olmasına rağmen, yaratılışçı şeklinde adlandırılan çevrelerce bilim dünyasında iki kutup varmış gibi gösterilmeye çalışılır. Yaratılışçı çevreler Amerika Birleşik Devletleri’nde, toplumdan büyük oranda destek görmediği iddiası ile Evrim Kuramı’nın okullarda bilim derslerinde okutulmasına karşı çıkmaktadır. Bu konuda Amerika’da yüzbinlerce bilim insanını temsil eden bilimsel meslek kurumları ve onun yanında 72 Nobel ödülü sahibi bilim insanı Evrim Kuramı’nı destekleyen bildiriler yayınlamıştır. Buna ek olarak açılan davalarda evrim kuramının bilimsel olduğu kabul görmüş bir teori olarak kabul edilmiş ve okullarda okutulmasının devamına karar verilmiştir.

Bilimsel camianın büyük bölümü, biyoloji, paleontoloji, antropoloji ve diger disiplinlerdeki görüngüleri açıklayan yagane kuramın Evrim Kuramı olduğunda hemfikirdir. 1987 de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına gore Amerika’daki doğa bilimleri alanında 500,000 bilim insanından yaklaşık %99.85’lik bir bolümünün evrim teorisini desteklediği ortaya konulmuştur. Evrim-yaratılış tartışmalarında uzman konumunda olan Brian Alters, doğa bilimleri alanlarında çalışan tüm bilim insanlarının %99.9’unun Evrim Kuramı’nı desteklediğini belirtmiştir. Benzer şekilde, dünyanın değişik ülkelerindeki bilimsel çevreler defalarca Evrim Kuramı’nın bilimsel olduğuna ilişkin bildiriler yayınlamıştır[19]. 1987 yılında Amerika’daki biliminsanları arasında yapılan bir araştırma, 480.000 bilim insanından sadece 700 bilim insanının yaratılışçı ve benzeri açıklamalara itibar ettigini, ya da Evrim Kuramı’na karşı şüphe duyduğunu göstermiştir. Ve bu 700 (%0.158) bilim insanından sadece küçük bir bölümü doğa bilimleri alanında akademik çalışma yapmaktadır . Son yıllarda yapılan benzeri karşılaştırmalar, Evrim Kuramı’nı bütünü ile reddeden ya da ona karşı şüphe duyan bilim insanlarının oranının yaklaşık olarak %0.054 civarında olduğunu göstermiştir. Karşı çıkanların %75.1’i biyoloji dışındaki bilim dallarında çalışmaktadır.

Halkın evrime bakışı

2005 yılında gelişmiş ülkeler seviyesindeki 34 ülkeyi içeren bir çalışmada, “evrimi doğru kabul edenlerin oranı” yaklaşık %27 ile en düşük Türkiye’de bulunmuştur. Türkiye’den sonra ise %40 ile, akıllı tasarım akımının ortaya çıktığı ABD yer almaktadır.

Gelişmiş Avrupa devletlerinde evrimin doğru kabul edilme oranları Türkiye’den ve Amerika’dan çok daha yüksektir. İzlanda’da halkın %80’inden fazlası, Danimarka, Fransa, İngiltere, Japonya’da yaklaşık %80’i evrimi kesin olarak doğru kabul etmektedir. Geri kalanların büyük bir kısmı ise emin olmadığını belirtmiştir.

Michigan Devlet Üniversitesi’nde siyasal bilimler uzmanı olarak görev yapan profesör Jon Miller, Türkiye’nin henüz gelişmekte olan bir ülke olduğunu, medeniyetinin zirvesine henüz ulaşmadığını, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki halkın tamamen eğitimsiz ya da çok az eğitimli olduğunu dile getirmiş, bir çok ülke tarafından özgür dünyanın lideri kabul edilen ABD’nin durumunun çok daha vahim olduğunu vurgulamıştır. Miller’e göre, eğitim seviyesi artırılırsa Türkiye, birkaç sene içerisinde, evrime bakış açısından ABD’yi geçebilecektir.