Evrensel Dinler Seviyesinde Sırf Dinî Gruplar
Sırf Dinî Grupların Müesses Dinler Şeklinde Ortaya Çıkışı
Yüksek ve evrensel dinler sırf dinî grupların gereklilik kazanması ve kaidevî tezahürler haline gelmelerine imkân vermiştir. Aslında evrensel dinleri karakterize eden önemli bir husus, onlarda dini tesis eden bir şahsın (peygamber, din kurucusu) mevcudiyetidir. Bu bakımdan bu dinlere “müesses dinler” adı da verilmektedir. Bu anlamda, sosyolojik bakımdan Konfüçyus, Buda, Jaina, Zerdüşt, Mani, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Mühammed birer din kurucusudurlar. Bu büyük din kurucularının, toplumlarında önceden var olan geleneksel dinlere oranla yeni olan dinî tecrübeleri inanç, düşünce ve fiil alanlarında son derecede büyük bir genişlik ve zenginliğin ortaya çıkmasına vesîle olmuştur. Böylece grup dayanışması bakımından da yeni anlayışlar ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan dünya tarihi içinde büyük ve evrensel dinlerin tarihi ve bu dinlerin kuruluş dönemleri, tarihî bakımından son derecede önemli gelişmelerin başlangıcına işaret ettikleri gibi, dinî grupların sosyolojisi bakımından da sırf din bağı ile oluşmuş cemâatlerin teessüsüne ve bunların geleneksel tabiî dinî gruplara nispetle süreklilik kazanmalarına imkân vermeleri bakımından ehemmiyet arz etmektedir. Üstelik, din sosyolojisi bakımından dikkate değer bir durum, birçok bakımlardan bu tür grupların doğuşu ve gelişmesini tarihî seyri içinde takip edebilme imkânının az çok bulunmasıdır. Bu hususta, sosyologa, diğer dinlere nispetle doğuşu ve gelişmesi hususunda oldukça zengin kaynaklar sunan İslâmiyet’in, din sosyolojisinin araştırmaları için en cazip konularından birini teşkil ettiğine de işaret etmeliyiz.
Müesses dinlerin cemâatlerine, dinî grupların sosyolojisi açısından yaklaştığımızda, bu grupların doğuşunda, çevrelerinin ve oralardaki sosyal, sosyo-ekonomik ve kültürel şartların oynadıkları rolü aydınlığa kavuşturmak meselesi şüphesiz çok önemlidir. Bu dinlerin kurucularının ve onlara ilk tâbi olanların belli sosyal tabaka veya çevrelerden geldiklerini veya bu cemâatlerin oluşmasında falan veya filan sosyal, ekonomik, politik, vb. şartların, değişimlerin ve mahrumiyetlerin büyük bir rol oynadığını tespit etmek de mümkündür. Nitekim, sosyolog Max Weber, tarihî büyük dinlerin hemen daima toplumsal bir kriz ortamında doğduğu vakıasına dikkat çekmektedir. Bununla birlikte, bu dinî grupların içinde doğdukları geri-plâna bakarak onları, Sosyolojistlerin veya Tarihî Maddecilerin yaptıkları gibi, determinist bir tarzda söz konusu bu geri-plândaki sosyal, sosyo-ekonomik veya kültürel şartların gelişmesi, değişmesi ve kesişmesinin bir sonucu olarak görmek uygun düşmemekte; temelde münhasıran dinî olan saikleri hiçbir şekilde gözden uzak tutmamak ve onları her şeyden önce sırf dinî hareketler olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu cümleden olarak, meselâ dindeki Allah inancı, ibadet, inanma ve tapınma ihtiyaçları gibi hususları münhasıran dinî olan bir grubun doğuşu meselesinde göz ardı etmek, şüphesiz dini, ruhundan ve özünden mahrum bırakmak olacaktır. Kaldı ki, bu tür sırf dinî grupların üyelerini birleştiren manevî ve dinî bağın kaynaklandığı, din kurucusunun dinî tecrübesi ve bu tecrübenin ihtiva ettiği vahiy ve tebliğlerin, her çeşit toplumsal sınırlamaların üstünde ve ötesinde yüce ve İlâhi bir kaynağa dayanmakta olduğu hususunda bütün mü’minler hemfikirdirler ve ona öylece inanmaktadırlar. Buna göre, menşeî dinî tecrübenin içinde neşet ettiği toplumsal, ekonomik ve kültürel şartların ve değişmelerin belki de onun tezahür etmesi için uygun ortamlar oluşturduklarını belirtmek gerekecektir. Zira, bu tür orijinal dinî tecrübelerin, geleneksel, kurumlaşmış ve istikrar arz eden bir dinî, toplumsal ve kültürel ortamda ortaya çıkma ve başarıya erişme şansları pek bulunmamaktadır. Buna karşılık toplumsal bunalım, değişme ve çözülme ortamları veya ileri derecede kurumlaşamamış dinî, sosyal ve kültürel yapılarda onların başarı şansı yükselmektedir. Esasen, böylesine bir yeni dinî hareket, bir değişim veya bunalım ortamında kendini göstermiş bile olsa, kurumlaşmış dinî ve sosyo-kültürel yapı adına geleneksel toplumun ve onun önderlerinin tepkisi ile kaçınılmaz olarak karşılaşmaktadır.
Din kurucusunun sırf dinî olan ilk dinî tecrübesi, ilk anda kendisinin yaşadığı ve bildiği sübjektif bir realitedir. Ancak böylesine önemli ve etkili bir tecrübenin objektifleşerek fertler arası bir görünüme bürünmek ve bir dinî grup ya da cemâat oluşturabilmek özel
liği kuvve halinde de olsa mevcuttur. Nitekim, sosyolojik bakımdan incelendiğinde, din kurucularının bu sırf dinî tecrübelerini çevrelerine açtıkları ve az bir zaman sonra onların etrafında ilk anda sınırları çok dar ve küçük bir grubun, bir “ilk cemâatsin teşekkül ettiği görülmektedir. Gerçekte bu grup, dinden doğan grupların ya da sırf dinî grupların ilk ve aslî şeklidir. Çünkü bu ilk cemâat, tamamen ve münhasıran dini kuran şahsın cemâat üyeleri üzerinde doğrudan doğruya sırf dinî tecrübesinden neşet eden cazibe aracılığıyla icra ettiği tesir neticesi vücut bulmuştur. Islâm’da, Hz. Peygamber’in etrafında kenetlenmiş bulunan Ashab, şüphesiz bu tür bir ilk cemâatin dikkate değer bir örneğidir. Aynı şekilde, diğer din kurucularının etraflarında toplanan ilk cemâatlerin de bu duruma örnek teşkil edeceklerine şüphe yoktur.