Etiketleme Kuramı Howard Becker
Etiketleme Kuramı Howard Becker
Amerikalı sosyolog Hovvard Becker (1928- ) Chicago lllinois’de doğdu, Chicago Üniversitesi’nde okudu ve Ford Vakfı üyeliği ve Stanford Oniversitesi’nde yardımcı profesörlük dâhil, çeşitli araştırma görevlerinin ardından Evanston, lllionis, North VVestern Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Kentsel İlişkiler Profesörü olarak çalışmaya başladı. W.l. Thomas, Herbert Blumer ve Everetto Hughes gibi yazarlardan büyük ölçüde etkilenen Becker, 1950’li ve 60’lı yıllarda, özellikle sapkınlık araştırmasına katkıları ve temel bir sosyolojik araştırma tekniği olarak ‘katılmalı gözlem’ savunusuyla Sembolik Etkileşimci Hareket’in önde gelen kişilerinden biri haline geldi. 15 yaşında profesyonel bir müzisyendi ve ‘Caz Dünyası’yla ilgili derin bilgisinden sapkınlık, etiketleme ve alt-kültürler ve ‘yeraltı dünyası’ yaşam biçimleri konusunda temel bir düşünce kaynağı olarak yararlandı. Becker ayrıca fotoğrafçılık tutkunuydu. Bu özelliği onu ‘Sanat Dünyası’yla ve fotoğrafçılığın sosyolojiye katkısıyla ilgili çalışmalara yöneltmiştir.
Etiketleme düşüncesi Hovvard Becker’a ait değildir -bu ayrım genellikle Frank Tonnenbaum ve Edvvin Lemert’e ve G.H. Mead, W.l. Thomas ve Charles Cooley gibi sembolik etkileşimcilerin geliştirdikleri düşüncelere dayandırılır. Ne de Becker, etiketleme kuramının oluşumu ve gelişiminde tek ‘önemli’ kişidir (Lemert, Schur, Goffman ve diğerleri bu alana aynı ölçüde değerli katkılar yapmışlardır). Becker in katkısı daha ziyade etiketleme kuramının temel kavramlarını ve etiketleme sürecinin aşamalarını sistematik olarak ifade etmesi veya bir kurama dönüştürmesi ve bu kuramı ünlü kitabı Dışarıdakiler1 (1963) aracılığıyla popüler kılmasıdır.
FİKİR
Sapkınlık – toplumun normları ve değerlerini tehdit eden anti-sosyal davranışlar veya suçluluk – toplumun yasalarını ihlâl eden anti-sosyal davranışlar: bütün bunlar doğuştan getirilen özelliklerin sonuçları mıdır, yoksa kişinin içinde doğduğu veya yetiştiği sosyal çevrenin ürettiği davranışlar mıdır? İnsanlar sapkın olarak mı dünyaya gelirler? Onlar suçlu olarak mı doğarlar, yoksa onlara bu şekilde davranan ve tepki veren toplum mu onları anti-sosyal kılar?
Bu sapkınlık ve suç sosyolojisinin temel bir sorusudur ve bu alanın suç ve suçun nedenleriyle ilgili teorileri ve önermelerinin temelini oluşturmuştur. Geleneksel olarak pozitivist sosyologlar sapkınlığı belirli suçlu ya da anti-sosyal tiplerin içsel bir niteliği veya aksine, kötü bir aile geçmişi, çevre veya yanlış sosyalleşmenin bir sonucu olarak açıklama eğilimindeydiler. Fakat fenomenologlar, özellikle sembolik etkileşimci bir çerçeve içinde çalışanlar anti-sosyal davranışı çevrenin bir ürünü, kişinin içinde doğduğu sosyal çevrenin ve ‘önemli diğerleri’nin, özellikle anne-babalar, arkadaşlar, öğretmenler ve otorite konumundakilerin onlara yaklaşım biçimlerinin bir yansıması olarak görme eğilimindedirler. Bu perspektife göre, kimi insanlar doğuştan suçlu ve ıslahı imkânsız kötü veya zararlı varlıklar değillerdir. Onlar daha ziyade diğerlerinin kendilerine yaklaşım biçimlerinin -veya en azından, bu yaklaşımı algılama biçimlerinin- bir sonucu olarak anti-sosyal varlıklara dönüşürler. Bu bakış açısından, sapkınlar ve suçlular diğerlerinin uygun yaklaşımları ve tepkileriyle ıslah ve hatta ‘tedavi edilebilirler’.
1950’ler ve 60’larda sembolik etkileşimciliğin popülaritesi artarken, birçok farklı sosyolog, özellikle Chicago Üniversitesi’ndekiler ‘etiketleme kuramı’ adı verilen bir yaklaşım, bireylerin doğumla getirebilecekleri genetik özelliklerden ziyade, belirli insanlara uyguladığımız ‘toplumsal etiketler’i ve bu etiketlemenin ardından onları sapkınlığa iten ve sapkınlığı artıran yaklaşım biçimlerimizi araştıran bir teori geliştirmeye başladılar. Etiketleme teorisi hareketinin önde gelenlerinden biri, Chicago Üniversitesi’nde okumuş ve daha sonra Sosyoloji ve Kuzey-Batı Illinois Üniversitesi’nde Kentsel İlişkiler Profesörlüğü yapmış Hovvard Becker’dir.
Becker sarsıcı kitabı Dışarıdakiler’de (1963), sistematik bir etiketleme ve sapkınlık teorisi geliştirir. O aslında sapkınlık diye bir şey olmadığını öne sürer. Daha ziyade, bir davranış biçimi sadece başkaları öyle tanımladığı için sapkın hale gelir:
Toplumsal gruplar sapkınlığı, ihlâli sapkınlık ‘oluşturan’ kurallar
yaratarak ve bu kuralları belirli kişilere uygulayıp onları Dışarıdakiler olarak etiketleyerek yaratırlar. Bu bakış açısından sapkınlık, kişinin yaptığı davranışın bir niteliği değil, daha ziyade, ‘suçlu’ya diğerleri tarafından kurallar ve yaptırımlar uygulanmasının bir sonucudur. Sapkın kişi etiketin başarılı şekilde uygulandığı biridir; sapkin davranış insanların bu şekilde etiketlediği davranıştır.
Bu perspektiften, sapkın davranış yoktur; sapkınlık basitçe diğerlerinin onaylamadıkları ve anti-sosyal, normal-dışı veya suçlu olarak etiketledikleri davranıştır. O tamamen kimin yaptığına, ne zaman, nasıl ve kimin önünde yapıldığına bağlıdır. Bu yüzden örneğin, banyoda veya duşta çıplaklık oldukça normalken, kahvaltıya çıplak oturduğunuzda anne-babanız, kardeşleriniz durumu biraz şaşkınlıkla karşılayacaklardır. Benzer şekilde, çılgınca bir parti ve eğlencede kaba veya çirkin bir davranış doğal karşılanır, hatta teşvik edilirken, bir cenaze töreninde uygun görülmez veya kınanır. Bir başkasını öldürmek bile ne her zaman yanlış karşılanır ne de mutlaka cezalandırılır. Hepsi koşullara, ilgili bireylerin güdülerine, diğerlerinin, özellikle otorite konumundakilerin ona bakış açılarına bağlıdır. Birini öldürmek, bu yüzden, cinayet veya en azından kastî-olmayan bir cinayet olarak etiketlenir ve buna göre bir ceza verilir. Aynı şekilde, bu davranış bir savaşta yapılmışsa kahramanlık olarak övülür veya meşru müdafaa olarak görülür. Temel önemde olan, otorite konumundakilerin, davranışı kabul edilebilir veya sapkın bir edim olarak tanımlama ve etiketleme gücüne sahip olanların -yargıç ve polis, doktor ve öğretmen, hükümet ve medyanın- tepkisi ve onların -kendilerine yurttaşlar veya hastalar, çocuklar veya okurlar olarak- tâbi olanlarla ilişkileridir. Bu yüzden Becker’e göre, “Sapkınlık, davranışın temelinde yatan bir nitelik değil, eylemi yapan kişi ile bu eyleme tepki gösterenler arasındaki etkileşimdir”.
Becker ardından bir kişinin normal olarak görülmekten sapkın olarak algılanma ve etiketlenmeye doğru geçirdiği evreleri kısaca açıklar.
İlk olarak, başlangıçta bir ‘kamusal’ etiketleme işlemi, başlarda çoğu kez oldukça informel olan, ancak sonradan bir ivme kazanan ve genellikle kamusal bir seremoniye ve bir kişinin sadece tuhaf veya sapkın bir biçimde davranan biri olarak değil aksine resmen sapkın biri olarak tanımlanmasına yol açan bir süreç vardır. Örneğin, mahkemede hüküm giyen ve cezaevine gönderilen bir suçlu; bir doktor ve psikiyatr tarafından teşhis konulan bir alkolik; bir şizofren teşhisi konulan ve tedavi için akıl hastanesine gönderilen ‘kaçık’ teyze.
İkinci olarak, bu resmi etiketler, uygulandıkları andan itibaren
egemen etiket haline gelir ve bir kişinin daha önceden bir baba, arkadaş veya patron olarak sahip olduğu diğer bütün semboller ye statüleri ortadan silerler. İnsanlar farklı tepkiler verirler. Onlar ilgili kişiyi tamamen yeni bir ışıkta görür, önceki bütün davranışlarını oldukça farklı bir biçimde yorumlar ve bu yorumlara göre davranır, genellikle onu sapkın biri ve artık ilişki kurmayacakları biri olarak reddeder, soyutlar ve paylarlar. Örneğin, ailesi tarafından reddedilen ve evsiz kalan alkolik; bir iş bulamayan veya ev satın alamayan eski suçlu.
Üçüncü olarak, bu reddedilme kaçınılmaz olarak bireylerin kendilerini algılama biçimlerini, benlik algılarını etkiler. Çoğu artık bu sapkın etiketine göre yaşayarak, bir sapkına dönüşerek sapkın bir yaşam biçimini ve hatta sapkın bir ‘kariyer’i benimseyerek tepki verir – profesyonel bir suçluya dönüşen genç bir suçlu, bir eroinman ve uyuşturucu bağımlısı haline gelen bir hap kullanıcısı. Bu tür bireyler çoğu kez ‘normal’ toplumdan uzaklaşır ve alternatif yaşam biçimleri sürdürür veya sapkın alt kültürler içindekilerin desteğini arayarak ve onlar arasında statü kazanmaya çalışarak yeraltına çekilebilirler.
Bu yüzden, bir etiketleme döngüsü kendini doğrulayan kehanete yol açabilir. Sapkın olarak etiketlenen biri sonunda bir sapkına dönüşebilir; hatta onlar kendilerine uygulanan ‘kontrol sağlayıcı’ etiketi benimseyebilir ve sapkın olarak imgelerini usta bir suçlu veya bir deli olarak sürdürebilirler. Etiketleme kaçınılmaz bir süreç değildir (eski hükümlüler iş bulabilir ve uyuşturucu bağımlıları alışkanlıklarından vazgeçebilir). Ancak, sapkın davranışa özellikle bir akıl hastanesine veya cezaevine kapatılma eşlik ediyorsa, kamunun etiketleyici baskılarına direnmek ve üstesinden gelmek için güçlü bir karaktere ihtiyaç vardır.
Hovvard Becker etiketleme teorisi içindeki birçok temayı bir araya getirir ve ona yapılandırılmış ve sistematik bir çerçeve kazandırır. Başka yazarlar bu teoriyi benimsemiş ve geliştirmiş, sosyolojik araştırma ve pratiğe uygulamaya çalışmışlardır. Edvvin Lemert, örneğin, birincil ve ikincil sapma ayrımı yapar, yani Lemert, toplum tarafından etiketlenmeden önceki sapkın davranışlar/ toplumsal tepkinin bireyin etiketlemesinden sonraki kişisel benlik algısı ve statüsü üzerindeki etkisinden ayırır. Lemert’e göre, çoğu insan bazen sapkın davranışlarda bulunur; fakat bunlardan sadece çok azında yakalanır ve toplum tarafından etiketlenir. Böylece, birincil sapmalar çoğu kez onların benlik imgeleri veya günlük yaşantılarını çok az etkiler. Bu yüzden, geleneksel kriminolojide yapılanın aksine, suçun nedenlerini ‘ortaya çıkartmak’ için suçluların toplumsal kökenlerini derinlemesine araştırmak kullanışlı değildir. Sapkınlığın nedenleri, daha ziyade, toplum tarafından etiketlenme ve bu etiketlenmenin birey üzerindeki etkisidir (ikincil sapma).
Aaron Cicourel, polisin ve çocuk suçları bürosundaki görevlilerin zanlılara karşı davranışlarıyla ilgili çalışmasında (1976) böyle bir suçluluk etiketlemesinin evrelerini ortaya koyar. Cicourel polislerin ve çocuk şubesi görevlilerinin, erkek, zenci, yoksul bir köken veya bölgeden gelen gibi tipik basmakalıp bir suçlu imgesi tarafından nasıl yönlendirildiklerini ve suçlu tipleri soruştururken bireyin müzakere, tutuklanmaya direnme ve dava etme yeteneğinden nasıl etkilendiklerini araştırmıştır. Nitekim Cicourel’e göre, ‘adalet müzakereye açıktır’ ve suçun gerçekliğini yansıtmaktan uzaktır; resmi istatistikler daha ziyade polislerin, halkla etkileşimlerinde nispeten güçsüz sosyal gruplara ilişkin ‘kalıp yargılar’ının bir yansımasıdır. Bu yüzden, bu istatistiklere genç, işçi sınıfından ve siyah erkekler daha fazla dâhil edilirken; beyaz, orta sınıftan delikanlılar ve genç kızlar dışarıda bırakılır.
Erving Goffman cezaevleri, akıl hastaneleri ve ıslahevleri gibi total kurumların içerdekilerin benlik algıları ve bireyselliklerini nasıl yıktıklarını, onları onur kırıcı bir süreçten geçirerek kurumsal bir sayı, hücre ve konuma nasıl indirgemeye çalıştıklarını ortaya koymuştur. Bu kurumların yeni sakinleri eski giysilerini çıkarmak, saçları ve kişisel eşyalarından kurtulmak zorundadırlar; kurum onları üniformalara sokar ve içerdekilerin özgürlükleri, katılımları ve inisiyatiflerini engelleyecek biçimde kurumun gündelik rutinlerini hâkim kılar. Böyle bir kurumsal organizasyon, bu insanları ıslah etmek yerine, sadece onların sapkın kimliklerini teyit eder, normal topluma katılmalarını daha da güçleştirir ve böylece suça ve nihayetinde hapishaneye dönme ihtimalini büyük ölçüde arttırır. Bu yüzden, yeniden suç işleme eğilimleri ve delilerin cezaevi veya akıl hastanesine düzenli olarak dönme eğilimleri çok yüksek oranları bulmaktadır -belki de ironik olan, bu mekânların onların kendilerini güven ve emniyette hissettikleri yerler olmasıdır.
Thomas J. Scheff (1984) ve Thomas Szasz (1987) etiketleme teorisini psikiyatriye ve akıl hastalıkları araştırmasına uyguladı. SchefPe göre, küçük davranış ihlâlleri ‘tuhaf’ olarak etiketlenebilirken, daha ciddi sürekli normal-dışılıklar akıl hastalığı, delilik teşhisine ve sonuçta tecride yol açabilir. Rosenthal ve Jacobson (1968) bu süreci Amerika’daki farklı psikiyatri hastanelerine sesler duyduklarını belirterek başvuran hasta kayıtlarını inceleyerek betimlemeye çalıştı. Başvuranların hepsi hastaneye yatırıldı, akıl hastası, muhtemelen şizofreni teşhisi kondu ve bütün hareketleri patolojik olarak yorumlandı. Can sıkıntısı bile hastane personeli tarafından ‘anksiyete’ olarak yorumlandı. Araştırmacıların hileleri kesinlikle fark edilmedi, aksine gerçek hastaların bir bölümüne giderek daha fazla hastalık şüphesi altında bakılmaya başlandı. Szasz etiketleme teorisini geleneksel psikiyatriyi ve onun temel kabulü “akıl hastalığı, görüldüğü kadarıyla, modern hayatın, gündelik hayatın stresleri ve gerilimlerinin yarattığı bir problemden ziyade bir hastalıktır” düşüncesini eleştirmek için kullandı.
KAVRAMSAL GELİŞİM
İlgi odağını bireyden toplumsal tepkiye ve sosyal kontrol birimlerine kaydıran böyle çarpıcı bir suç ve sapkınlık analizi sapkınlık sosyolojisini büyük ölçüde etkilemiştir. Böyle bir analiz, sadece kriminoloji alanındaki çalışmalarda değil, tıp, ırk, eğitim ve feminizmle ilgili çalışmalarda da etiketleme yaklaşımını bir ölçüde değiştiren ve genişleten zengin çalışmaların yolunu açmıştır. Etiketleme kuramı, atası sembolik etkileşimcilik gibi, 1960’ların yeni sosyolojilerinden biri haline gelmiş ve bir süre sapma sosyolojisine egemen olmuştur. Hatta o sosyal politikayı, örneğin akıl hastaneleri ve cezaevleri gibi kurumlardaki uygulamaları etkilemiştir. O özellikle akıl hastalığı ve eğitim araştırmalarını kuvvetle etkilemiştir. Modern psikiyatri alandaki uzmanları hastaları çok erken evrede etiketlemenin tehlikeleri ve sonuçları konusunda uyarırken, çok erken bir evrede öğrencileri etiketleme veya yönlendirmenin etkisi üzerine eğitim araştırmaları da Avrupa ve Amerika’daki çok yönlü okul sistemlerinin gelişimine temel teşkil etmiştir.
Ancak etiketleme kuramı, aynı şekilde, kuramsal belirsizliği ve empirik bulgu eksikliği nedeniyle de büyük bir eleştiriye uğramıştır:
- Etiketleme kuramı, sapkınlığın ‘kaynaklarını’, yani çoğunluk yasalara uyar ve itaat ederken, belirli bireyleri toplumsal normlar ve yasaları çiğnemeye iten faktörleri açıklayamaz.
- O suç ve sapkınlığın bütün ‘suçunu’ etiketleyicilere yükler ve sapkınları ‘masum kurbanlar’ olarak gösterir görünür. Ronald Ackers’in kısa ve öz olarak ifade ettiği gibi: “Bazen suç konusundaki literatür okunduktan sonra şöyle bir izlenim oluşur: İnsanlar kendi işleriyle meşgulken -‘birden’- kötü toplum çıkagelir ve onları damgalı bir etiketle işlerinden alıkoyar”. Uyuşturucu kullananlar veya hırsızlık yapanlar yasayı çiğnediklerinin tamamen farkındadırlar; hatta çoğu kez bu ‘karşı çıkışlarından’ gurur duyarlar. Yine de, etiketleme kuramı, sapkınları edilgin, tutuklanıncaya kadar yaptıkları davranışın sapkın doğasından habersiz gibi gösterme eğilimindedir. Daha ziyade, birey bir cinayet, barbarca bir eylem veya okuldan kaçma gibi bir kabahat işler ve daha sonra toplumdaki sosyal kontrol birimleri ona tepki gösterir.
- Etiketleme kuramı ‘toplumsal tepkiyi’ -yani polis, öğretmenler ve diğerlerinin niçin bu şekilde tepki gösterdiklerini, tutumları ve basmakalıp yargılarını nasıl edindiklerini, nasıl olup da bazı bireyler etiketlenirken diğerlerinin etiketlenmediğini- yeterince açıklayamaz. Daha önemlisi, sapkınlığı tanımlayan kuralları kimin koyduğu açıklanmaz. Marksistler ve diğer radikal yazarlara göre, bu kural koyma gücünü analiz etmeme ve özellikle de böyle bir gücün ‘sınıfsal’ temelini göstermeme etiketleme kuramının zayıf yanıdır. Becker ve Lemert, belirli grupların kural ve etiketleri diğer daha zayıf toplumsal kesimlere (yaşlıların gençlere, erkeklerin kadınlara, orta sınıfın çalışan sınıfa) dayatma gücüne sahip olduklarını kesinlikle kabul eder. Fakat onlar bu anlayışı sosyal sistemin ayrıntılı bir analizini içerecek biçimde genişletmezler. Bunun yerine, etiketleme kuramı, çalışmalarını, etiketler konusunda yasaları etkileyebilecek konumdakilerden ve özellikle bu yasaları yapanlardan -politikacılar, üst düzey işadamları, medya patronlarından- ziyade, ‘kaybedenler’e, hippiler, suçlu gençler ve eşcinsellere yoğunlaştırma eğilimi gösterir. Kapitalist toplumlarda suç ve sapkınlık konusunda bütüncül bir analiz geliştirmek Marksist yazarlara kalmıştır ve bu son yaklaşım 1970’ler ve 80’lerde sapkınlık sosyolojisinin egemen gücü olarak giderek etiketleme teorisinin yerini almıştır.
- Etiketleme kuramı, daha geleneksel perspektifler tarafından, kavramlarının zayıflığı ve ayrıntılı bulgu eksikliği nedeniyle eleştirilmiştir. Bazıları örtüşen ve hatta çatışan oldukça farklı etiketleme tanımları yapılmıştır. Becker ve Lemert gibi bazı kuramcılar etiketlemenin bir kuram olduğu düşüncesini bile reddeder ve bu yaklaşımın, daha ayrıntılı analizi teşvik amacıyla tasarlanmış, duyarlaştırıcı bir anlayış olduğunu savunurlar. Ayrıca, VValter Cove’in (1976) öne sürdüğü gibi, somut çalışmalar etiketleme kuramının iddialarının çoğunu çürütecek doğrultudadır. Kanıtlar, etiketlemenin kişisel veya kökensel faktörlere göre daha sınırlı bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir ve özellikle “mevcut kanıtların da gösterdiği gibi, sapkın etiketler aslında sapkın davranışın bir ürünü ve sapkın etiketleri de özünde sapkın bir davranışın sonucudur ve yine de sapkınlık etiketleri sapkın kariyerlerin temel nedeni değildir.”
Etiketleme kuramcıları bu tür eleştirilere, onun sanılandan daha gelişkin ve esnek bir kuram olduğunu öne sürerek karşılık verdiler. Bec- ker, ‘Etiketleme Kuramı Üzerine Yeni Bir Değerlendirme’ adlı yazısında (1974), yapılan seçimler kadar ‘etiketlenenler’in yeni bir kimlik, kariyer ve yaşam biçimine kavuşurken geçirdikleri süreçleri de ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştı. Bir suçlu, hasta veya toplumdan uzaklaşan bir kişi, belirli bir evrede, sapkın bir kariyere geçmekten vazgeçip asıl kimliğine dönmeye çalışabilir. Ancak Becker daha sonra, kendi araştırma stilinin ‘etiketlenme’ ve damgalanma biçimini üzüntüyle karşıladığını, aksine bu yaklaşımın pozitivist yaklaşımların bir eleştirisi olarak ve etkileşimci sosyoloji okulunun genel gelişimine bir katkı olarak görülmesi gerektiğini ifade eder.
Böylece etiketleme kuramı, ilgiyi, kuralları çiğneyenlerden kuralla- rı-koyanlara, toplumun normlar ve yasalarının doğal ve önceden verili olduğu kabulünden onların göreli bir yapıya sahip olduklarını kabule yönelterek, sapma sosyolojisinin gelişimine olağanüstü katkıda bulunmuştur. Etiketleme kuramı sapmanın bir azınlık etkinliği değil, gerçekte çok yaygın bir durum olduğunun fark edilmesini sağlamıştır. Resmi istatistiklerin gösterdiği gibi, normal olmayan şey yakalanmak ve açıkça etiketlenmektir. Etiketleme kuramı sapmayı özünde anti-sosyal ve sadece hasta veya sapkın bireylere özgü bir şey olarak gören pozitivist ve determinist sapma teorileri üzerindeki tartışmalara önemli bir katkıda bulunmuştur. Bu kuram, bireylerin toplumun etkisiyle benimsedikleri anti-sosyal davranışlar içine girmeye nasıl direndiklerini, hatta bu süreçleri nasıl değiştirmeye çalışabileceklerini ortaya koymuştur. O kriminolojiden eğitim ve akıl hastalığına kadar birçok farklı alanda sosyal politikaları etkilemeye yardımcı olmuş, bu alanlardaki uzmanları kendi prosedürleri ve davranışları ve kendi hastaları, öğrencileri veya suçluların sergiledikleri sapkın davranışlara ne kadar katkıda bulundukları konularında yeniden düşünmeye zorlamıştır. H. Becker gibi etiketleme kuramcılarının yapamadığı şey, bu güçlü sistemi tam bir suç ve sapma kuramı haline getirmektir. Böylece, alanda bu kuramın yerini örneğin 1970’ler ve 80’lerin daha radikal ve Marksist yazarlarının ve 1990’ların post- modernistlerinin daha güçlü kuramları almıştır.