SosyologlarTeoriler

Etiketleme Kuramı Howard Becker

Etiketleme Kuramı Howard Becker

 

Amerikalı sosyolog Hovvard Becker (1928- ) Chicago lllinois’de doğ­du, Chicago Üniversitesi’nde okudu ve Ford Vakfı üyeliği ve Stanford Oniversitesi’nde yardımcı profesörlük dâhil, çeşitli araştırma görevle­rinin ardından Evanston, lllionis, North VVestern Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Kentsel İlişkiler Profesörü olarak çalışmaya başladı. W.l. Thomas, Herbert Blumer ve Everetto Hughes gibi yazarlardan büyük ölçüde etkilenen Becker, 1950’li ve 60’lı yıllarda, özellikle sapkınlık araştırmasına katkıları ve temel bir sosyolojik araştırma tekniği olarak ‘katılmalı gözlem’ savunusuyla Sembolik Etkileşimci Hareket’in önde gelen kişilerinden biri haline geldi. 15 yaşında profesyonel bir müzis­yendi ve ‘Caz Dünyası’yla ilgili derin bilgisinden sapkınlık, etiketleme ve alt-kültürler ve ‘yeraltı dünyası’ yaşam biçimleri konusunda temel bir düşünce kaynağı olarak yararlandı. Becker ayrıca fotoğrafçılık tutkunuydu. Bu özelliği onu ‘Sanat Dünyası’yla ve fotoğrafçılığın sosyolojiye katkısıyla ilgili çalışmalara yöneltmiştir.

Etiketleme düşüncesi Hovvard Becker’a ait değildir -bu ayrım ge­nellikle Frank Tonnenbaum ve Edvvin Lemert’e ve G.H. Mead, W.l. Thomas ve Charles Cooley gibi sembolik etkileşimcilerin geliştirdikle­ri düşüncelere dayandırılır. Ne de Becker, etiketleme kuramının olu­şumu ve gelişiminde tek ‘önemli’ kişidir (Lemert, Schur, Goffman ve diğerleri bu alana aynı ölçüde değerli katkılar yapmışlardır). Becker in katkısı daha ziyade etiketleme kuramının temel kavramlarını ve eti­ketleme sürecinin aşamalarını sistematik olarak ifade etmesi veya bir kurama dönüştürmesi ve bu kuramı ünlü kitabı Dışarıdakiler1 (1963) aracılığıyla popüler kılmasıdır.

 

FİKİR

Sapkınlık – toplumun normları ve değerlerini tehdit eden anti-sosyal davranışlar veya suçluluk – toplumun yasalarını ihlâl eden anti-sosyal davranışlar: bütün bunlar doğuştan getirilen özelliklerin sonuçları mıdır, yoksa kişinin içinde doğduğu veya yetiştiği sosyal çevrenin ürettiği davranışlar mıdır? İnsanlar sapkın olarak mı dünyaya gelirler? Onlar suçlu olarak mı doğarlar, yoksa onlara bu şekilde davranan ve tepki veren toplum mu onları anti-sosyal kılar?

Bu sapkınlık ve suç sosyolojisinin temel bir sorusudur ve bu ala­nın suç ve suçun nedenleriyle ilgili teorileri ve önermelerinin temelini oluşturmuştur. Geleneksel olarak pozitivist sosyologlar sapkınlığı belirli suçlu ya da anti-sosyal tiplerin içsel bir niteliği veya aksine, kötü bir aile geçmişi, çevre veya yanlış sosyalleşmenin bir sonucu olarak açıklama eğilimindeydiler. Fakat fenomenologlar, özellikle sembolik etkileşimci bir çerçeve içinde çalışanlar anti-sosyal davranışı çevrenin bir ürünü, kişinin içinde doğduğu sosyal çevrenin ve ‘önem­li diğerleri’nin, özellikle anne-babalar, arkadaşlar, öğretmenler ve otorite konumundakilerin onlara yaklaşım biçimlerinin bir yansıması olarak görme eğilimindedirler. Bu perspektife göre, kimi insanlar doğuştan suçlu ve ıslahı imkânsız kötü veya zararlı varlıklar değiller­dir. Onlar daha ziyade diğerlerinin kendilerine yaklaşım biçimlerinin -veya en azından, bu yaklaşımı algılama biçimlerinin- bir sonucu olarak anti-sosyal varlıklara dönüşürler. Bu bakış açısından, sapkınlar ve suçlular diğerlerinin uygun yaklaşımları ve tepkileriyle ıslah ve hatta ‘tedavi edilebilirler’.

1950’ler ve 60’larda sembolik etkileşimciliğin popülaritesi artar­ken, birçok farklı sosyolog, özellikle Chicago Üniversitesi’ndekiler ‘etiketleme kuramı’ adı verilen bir yaklaşım, bireylerin doğumla geti­rebilecekleri genetik özelliklerden ziyade, belirli insanlara uyguladı­ğımız ‘toplumsal etiketler’i ve bu etiketlemenin ardından onları sap­kınlığa iten ve sapkınlığı artıran yaklaşım biçimlerimizi araştıran bir teori geliştirmeye başladılar. Etiketleme teorisi hareketinin önde gelenlerinden biri, Chicago Üniversitesi’nde okumuş ve daha sonra Sosyoloji ve Kuzey-Batı Illinois Üniversitesi’nde Kentsel İlişkiler Profe­sörlüğü yapmış Hovvard Becker’dir.

Becker sarsıcı kitabı Dışarıdakiler’de (1963), sistematik bir etiket­leme ve sapkınlık teorisi geliştirir. O aslında sapkınlık diye bir şey olmadığını öne sürer. Daha ziyade, bir davranış biçimi sadece başka­ları öyle tanımladığı için sapkın hale gelir:

Toplumsal gruplar sapkınlığı, ihlâli sapkınlık ‘oluşturan’ kurallar

yaratarak ve bu kuralları belirli kişilere uygulayıp onları Dışarıdaki­ler olarak etiketleyerek yaratırlar. Bu bakış açısından sapkınlık, ki­şinin yaptığı davranışın bir niteliği değil, daha ziyade, ‘suçlu’ya diğerleri tarafından kurallar ve yaptırımlar uygulanmasının bir sonucudur. Sapkın kişi etiketin başarılı şekilde uygulandığı biridir; sapkin davranış insanların bu şekilde etiketlediği davranıştır.

Bu perspektiften, sapkın davranış yoktur; sapkınlık basitçe diğerleri­nin onaylamadıkları ve anti-sosyal, normal-dışı veya suçlu olarak etiketledikleri davranıştır. O tamamen kimin yaptığına, ne zaman, nasıl ve kimin önünde yapıldığına bağlıdır. Bu yüzden örneğin, ban­yoda veya duşta çıplaklık oldukça normalken, kahvaltıya çıplak otur­duğunuzda anne-babanız, kardeşleriniz durumu biraz şaşkınlıkla karşılayacaklardır. Benzer şekilde, çılgınca bir parti ve eğlencede kaba veya çirkin bir davranış doğal karşılanır, hatta teşvik edilirken, bir cenaze töreninde uygun görülmez veya kınanır. Bir başkasını öldür­mek bile ne her zaman yanlış karşılanır ne de mutlaka cezalandırılır. Hepsi koşullara, ilgili bireylerin güdülerine, diğerlerinin, özellikle otorite konumundakilerin ona bakış açılarına bağlıdır. Birini öldür­mek, bu yüzden, cinayet veya en azından kastî-olmayan bir cinayet olarak etiketlenir ve buna göre bir ceza verilir. Aynı şekilde, bu dav­ranış bir savaşta yapılmışsa kahramanlık olarak övülür veya meşru müdafaa olarak görülür. Temel önemde olan, otorite konumundaki­lerin, davranışı kabul edilebilir veya sapkın bir edim olarak tanımlama ve etiketleme gücüne sahip olanların -yargıç ve polis, doktor ve öğretmen, hükümet ve medyanın- tepkisi ve onların -kendilerine yurttaşlar veya hastalar, çocuklar veya okurlar olarak- tâbi olanlarla ilişkileridir. Bu yüzden Becker’e göre, “Sapkınlık, davranışın temelinde yatan bir nitelik değil, eylemi yapan kişi ile bu eyleme tepki gösteren­ler arasındaki etkileşimdir”.

Becker ardından bir kişinin normal olarak görülmekten sapkın olarak algılanma ve etiketlenmeye doğru geçirdiği evreleri kısaca açıklar.

İlk olarak, başlangıçta bir ‘kamusal’ etiketleme işlemi, başlarda çoğu kez oldukça informel olan, ancak sonradan bir ivme kazanan ve genellikle kamusal bir seremoniye ve bir kişinin sadece tuhaf veya sapkın bir biçimde davranan biri olarak değil aksine resmen sapkın biri olarak tanımlanmasına yol açan bir süreç vardır. Örneğin, mah­kemede hüküm giyen ve cezaevine gönderilen bir suçlu; bir doktor ve psikiyatr tarafından teşhis konulan bir alkolik; bir şizofren teşhisi konulan ve tedavi için akıl hastanesine gönderilen ‘kaçık’ teyze.

İkinci olarak, bu resmi etiketler, uygulandıkları andan itibaren

 

egemen etiket haline gelir ve bir kişinin daha önceden bir baba, arkadaş veya patron olarak sahip olduğu diğer bütün semboller ye statüleri ortadan silerler. İnsanlar farklı tepkiler verirler. Onlar ilgili kişiyi tamamen yeni bir ışıkta görür, önceki bütün davranışlarını ol­dukça farklı bir biçimde yorumlar ve bu yorumlara göre davranır, genellikle onu sapkın biri ve artık ilişki kurmayacakları biri olarak reddeder, soyutlar ve paylarlar. Örneğin, ailesi tarafından reddedilen ve evsiz kalan alkolik; bir iş bulamayan veya ev satın alamayan eski suçlu.

Üçüncü olarak, bu reddedilme kaçınılmaz olarak bireylerin kendi­lerini algılama biçimlerini, benlik algılarını etkiler. Çoğu artık bu sap­kın etiketine göre yaşayarak, bir sapkına dönüşerek sapkın bir yaşam biçimini ve hatta sapkın bir ‘kariyer’i benimseyerek tepki verir – profesyonel bir suçluya dönüşen genç bir suçlu, bir eroinman ve uyuşturucu bağımlısı haline gelen bir hap kullanıcısı. Bu tür bireyler çoğu kez ‘normal’ toplumdan uzaklaşır ve alternatif yaşam biçimleri sürdürür veya sapkın alt kültürler içindekilerin desteğini arayarak ve onlar arasında statü kazanmaya çalışarak yeraltına çekilebilirler.

Bu yüzden, bir etiketleme döngüsü kendini doğrulayan kehanete yol açabilir. Sapkın olarak etiketlenen biri sonunda bir sapkına dönü­şebilir; hatta onlar kendilerine uygulanan ‘kontrol sağlayıcı’ etiketi benimseyebilir ve sapkın olarak imgelerini usta bir suçlu veya bir deli olarak sürdürebilirler. Etiketleme kaçınılmaz bir süreç değildir (eski hükümlüler iş bulabilir ve uyuşturucu bağımlıları alışkanlıklarından vazgeçebilir). Ancak, sapkın davranışa özellikle bir akıl hastanesine veya cezaevine kapatılma eşlik ediyorsa, kamunun etiketleyici baskı­larına direnmek ve üstesinden gelmek için güçlü bir karaktere ihtiyaç vardır.

Hovvard Becker etiketleme teorisi içindeki birçok temayı bir araya getirir ve ona yapılandırılmış ve sistematik bir çerçeve kazandırır. Başka yazarlar bu teoriyi benimsemiş ve geliştirmiş, sosyolojik araş­tırma ve pratiğe uygulamaya çalışmışlardır. Edvvin Lemert, örneğin, birincil ve ikincil sapma ayrımı yapar, yani Lemert, toplum tarafından etiketlenmeden önceki sapkın davranışlar/ toplumsal tepkinin bireyin etiketlemesinden sonraki kişisel benlik algısı ve statüsü üzerindeki etkisinden ayırır. Lemert’e göre, çoğu insan bazen sapkın davranış­larda bulunur; fakat bunlardan sadece çok azında yakalanır ve top­lum tarafından etiketlenir. Böylece, birincil sapmalar çoğu kez onların benlik imgeleri veya günlük yaşantılarını çok az etkiler. Bu yüzden, geleneksel kriminolojide yapılanın aksine, suçun nedenlerini ‘ortaya çıkartmak’ için suçluların toplumsal kökenlerini derinlemesine araş­tırmak kullanışlı değildir. Sapkınlığın nedenleri, daha ziyade, toplum tarafından etiketlenme ve bu etiketlenmenin birey üzerindeki etkisi­dir (ikincil sapma).

Aaron Cicourel, polisin ve çocuk suçları bürosundaki görevlilerin zanlılara karşı davranışlarıyla ilgili çalışmasında (1976) böyle bir suç­luluk etiketlemesinin evrelerini ortaya koyar. Cicourel polislerin ve çocuk şubesi görevlilerinin, erkek, zenci, yoksul bir köken veya böl­geden gelen gibi tipik basmakalıp bir suçlu imgesi tarafından nasıl yönlendirildiklerini ve suçlu tipleri soruştururken bireyin müzakere, tutuklanmaya direnme ve dava etme yeteneğinden nasıl etkilendik­lerini araştırmıştır. Nitekim Cicourel’e göre, ‘adalet müzakereye açık­tır’ ve suçun gerçekliğini yansıtmaktan uzaktır; resmi istatistikler daha ziyade polislerin, halkla etkileşimlerinde nispeten güçsüz sosyal gruplara ilişkin ‘kalıp yargılar’ının bir yansımasıdır. Bu yüzden, bu istatistiklere genç, işçi sınıfından ve siyah erkekler daha fazla dâhil edilirken; beyaz, orta sınıftan delikanlılar ve genç kızlar dışarıda bıra­kılır.

Erving Goffman cezaevleri, akıl hastaneleri ve ıslahevleri gibi total kurumların içerdekilerin benlik algıları ve bireyselliklerini nasıl yıktık­larını, onları onur kırıcı bir süreçten geçirerek kurumsal bir sayı, hücre ve konuma nasıl indirgemeye çalıştıklarını ortaya koymuştur. Bu kurumların yeni sakinleri eski giysilerini çıkarmak, saçları ve kişisel eşyalarından kurtulmak zorundadırlar; kurum onları üniformalara sokar ve içerdekilerin özgürlükleri, katılımları ve inisiyatiflerini engel­leyecek biçimde kurumun gündelik rutinlerini hâkim kılar. Böyle bir kurumsal organizasyon, bu insanları ıslah etmek yerine, sadece onla­rın sapkın kimliklerini teyit eder, normal topluma katılmalarını daha da güçleştirir ve böylece suça ve nihayetinde hapishaneye dönme ihtimalini büyük ölçüde arttırır. Bu yüzden, yeniden suç işleme eği­limleri ve delilerin cezaevi veya akıl hastanesine düzenli olarak dön­me eğilimleri çok yüksek oranları bulmaktadır -belki de ironik olan, bu mekânların onların kendilerini güven ve emniyette hissettikleri yerler olmasıdır.

Thomas J. Scheff (1984) ve Thomas Szasz (1987) etiketleme teori­sini psikiyatriye ve akıl hastalıkları araştırmasına uyguladı. SchefPe göre, küçük davranış ihlâlleri ‘tuhaf’ olarak etiketlenebilirken, daha ciddi sürekli normal-dışılıklar akıl hastalığı, delilik teşhisine ve sonuç­ta tecride yol açabilir. Rosenthal ve Jacobson (1968) bu süreci Ameri­ka’daki farklı psikiyatri hastanelerine sesler duyduklarını belirterek başvuran hasta kayıtlarını inceleyerek betimlemeye çalıştı. Başvuran­ların hepsi hastaneye yatırıldı, akıl hastası, muhtemelen şizofreni teşhisi kondu ve bütün hareketleri patolojik olarak yorumlandı. Can sıkıntısı bile hastane personeli tarafından ‘anksiyete’ olarak yorum­landı. Araştırmacıların hileleri kesinlikle fark edilmedi, aksine gerçek hastaların bir bölümüne giderek daha fazla hastalık şüphesi altında bakılmaya başlandı. Szasz etiketleme teorisini geleneksel psikiyatriyi ve onun temel kabulü “akıl hastalığı, görüldüğü kadarıyla, modern hayatın, gündelik hayatın stresleri ve gerilimlerinin yarattığı bir prob­lemden ziyade bir hastalıktır” düşüncesini eleştirmek için kullandı.

KAVRAMSAL GELİŞİM

İlgi odağını bireyden toplumsal tepkiye ve sosyal kontrol birimlerine kaydıran böyle çarpıcı bir suç ve sapkınlık analizi sapkınlık sosyoloji­sini büyük ölçüde etkilemiştir. Böyle bir analiz, sadece kriminoloji alanındaki çalışmalarda değil, tıp, ırk, eğitim ve feminizmle ilgili ça­lışmalarda da etiketleme yaklaşımını bir ölçüde değiştiren ve genişle­ten zengin çalışmaların yolunu açmıştır. Etiketleme kuramı, atası sembolik etkileşimcilik gibi, 1960’ların yeni sosyolojilerinden biri haline gelmiş ve bir süre sapma sosyolojisine egemen olmuştur. Hatta o sosyal politikayı, örneğin akıl hastaneleri ve cezaevleri gibi kurumlardaki uygulamaları etkilemiştir. O özellikle akıl hastalığı ve eğitim araştırmalarını kuvvetle etkilemiştir. Modern psikiyatri alanda­ki uzmanları hastaları çok erken evrede etiketlemenin tehlikeleri ve sonuçları konusunda uyarırken, çok erken bir evrede öğrencileri etiketleme veya yönlendirmenin etkisi üzerine eğitim araştırmaları da Avrupa ve Amerika’daki çok yönlü okul sistemlerinin gelişimine temel teşkil etmiştir.

Ancak etiketleme kuramı, aynı şekilde, kuramsal belirsizliği ve empirik bulgu eksikliği nedeniyle de büyük bir eleştiriye uğramıştır:

  • Etiketleme kuramı, sapkınlığın ‘kaynaklarını’, yani çoğunluk ya­salara uyar ve itaat ederken, belirli bireyleri toplumsal normlar ve yasaları çiğnemeye iten faktörleri açıklayamaz.
  • O suç ve sapkınlığın bütün ‘suçunu’ etiketleyicilere yükler ve sapkınları ‘masum kurbanlar’ olarak gösterir görünür. Ronald Ackers’in kısa ve öz olarak ifade ettiği gibi: “Bazen suç konu­sundaki literatür okunduktan sonra şöyle bir izlenim oluşur: İn­sanlar kendi işleriyle meşgulken -‘birden’- kötü toplum çıkage­lir ve onları damgalı bir etiketle işlerinden alıkoyar”. Uyuşturucu kullananlar veya hırsızlık yapanlar yasayı çiğnediklerinin tama­men farkındadırlar; hatta çoğu kez bu ‘karşı çıkışlarından’ gurur duyarlar. Yine de, etiketleme kuramı, sapkınları edilgin, tutukla­nıncaya kadar yaptıkları davranışın sapkın doğasından habersiz gibi gösterme eğilimindedir. Daha ziyade, birey bir cinayet, barbarca bir eylem veya okuldan kaçma gibi bir kabahat işler ve daha sonra toplumdaki sosyal kontrol birimleri ona tepki göste­rir.
  • Etiketleme kuramı ‘toplumsal tepkiyi’ -yani polis, öğretmenler ve diğerlerinin niçin bu şekilde tepki gösterdiklerini, tutumları ve basmakalıp yargılarını nasıl edindiklerini, nasıl olup da bazı bireyler etiketlenirken diğerlerinin etiketlenmediğini- yeterince açıklayamaz. Daha önemlisi, sapkınlığı tanımlayan kuralları ki­min koyduğu açıklanmaz. Marksistler ve diğer radikal yazarlara göre, bu kural koyma gücünü analiz etmeme ve özellikle de böyle bir gücün ‘sınıfsal’ temelini göstermeme etiketleme ku­ramının zayıf yanıdır. Becker ve Lemert, belirli grupların kural ve etiketleri diğer daha zayıf toplumsal kesimlere (yaşlıların genç­lere, erkeklerin kadınlara, orta sınıfın çalışan sınıfa) dayatma gü­cüne sahip olduklarını kesinlikle kabul eder. Fakat onlar bu an­layışı sosyal sistemin ayrıntılı bir analizini içerecek biçimde ge­nişletmezler. Bunun yerine, etiketleme kuramı, çalışmalarını, etiketler konusunda yasaları etkileyebilecek konumdakilerden ve özellikle bu yasaları yapanlardan -politikacılar, üst düzey işadamları, medya patronlarından- ziyade, ‘kaybedenler’e, hip­piler, suçlu gençler ve eşcinsellere yoğunlaştırma eğilimi göste­rir. Kapitalist toplumlarda suç ve sapkınlık konusunda bütüncül bir analiz geliştirmek Marksist yazarlara kalmıştır ve bu son yak­laşım 1970’ler ve 80’lerde sapkınlık sosyolojisinin egemen gücü olarak giderek etiketleme teorisinin yerini almıştır.
  • Etiketleme kuramı, daha geleneksel perspektifler tarafından, kavramlarının zayıflığı ve ayrıntılı bulgu eksikliği nedeniyle eleş­tirilmiştir. Bazıları örtüşen ve hatta çatışan oldukça farklı etiket­leme tanımları yapılmıştır. Becker ve Lemert gibi bazı kuramcı­lar etiketlemenin bir kuram olduğu düşüncesini bile reddeder ve bu yaklaşımın, daha ayrıntılı analizi teşvik amacıyla tasar­lanmış, duyarlaştırıcı bir anlayış olduğunu savunurlar. Ayrıca, VValter Cove’in (1976) öne sürdüğü gibi, somut çalışmalar eti­ketleme kuramının iddialarının çoğunu çürütecek doğrultuda­dır. Kanıtlar, etiketlemenin kişisel veya kökensel faktörlere göre daha sınırlı bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir ve özellik­le “mevcut kanıtların da gösterdiği gibi, sapkın etiketler aslında sapkın davranışın bir ürünü ve sapkın etiketleri de özünde sap­kın bir davranışın sonucudur ve yine de sapkınlık etiketleri sap­kın kariyerlerin temel nedeni değildir.”

Etiketleme kuramcıları bu tür eleştirilere, onun sanılandan daha ge­lişkin ve esnek bir kuram olduğunu öne sürerek karşılık verdiler. Bec- ker, ‘Etiketleme Kuramı Üzerine Yeni Bir Değerlendirme’ adlı yazısın­da (1974), yapılan seçimler kadar ‘etiketlenenler’in yeni bir kimlik, kariyer ve yaşam biçimine kavuşurken geçirdikleri süreçleri de ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştı. Bir suçlu, hasta veya toplumdan uzaklaşan bir kişi, belirli bir evrede, sapkın bir kariyere geçmekten vazgeçip asıl kimliğine dönmeye çalışabilir. Ancak Becker daha sonra, kendi araştırma stilinin ‘etiketlenme’ ve damgalanma biçimini üzün­tüyle karşıladığını, aksine bu yaklaşımın pozitivist yaklaşımların bir eleştirisi olarak ve etkileşimci sosyoloji okulunun genel gelişimine bir katkı olarak görülmesi gerektiğini ifade eder.

Böylece etiketleme kuramı, ilgiyi, kuralları çiğneyenlerden kuralla- rı-koyanlara, toplumun normlar ve yasalarının doğal ve önceden verili olduğu kabulünden onların göreli bir yapıya sahip olduklarını kabule yönelterek, sapma sosyolojisinin gelişimine olağanüstü katkı­da bulunmuştur. Etiketleme kuramı sapmanın bir azınlık etkinliği değil, gerçekte çok yaygın bir durum olduğunun fark edilmesini sağlamıştır. Resmi istatistiklerin gösterdiği gibi, normal olmayan şey yakalanmak ve açıkça etiketlenmektir. Etiketleme kuramı sapmayı özünde anti-sosyal ve sadece hasta veya sapkın bireylere özgü bir şey olarak gören pozitivist ve determinist sapma teorileri üzerindeki tartışmalara önemli bir katkıda bulunmuştur. Bu kuram, bireylerin toplumun etkisiyle benimsedikleri anti-sosyal davranışlar içine gir­meye nasıl direndiklerini, hatta bu süreçleri nasıl değiştirmeye çalı­şabileceklerini ortaya koymuştur. O kriminolojiden eğitim ve akıl hastalığına kadar birçok farklı alanda sosyal politikaları etkilemeye yardımcı olmuş, bu alanlardaki uzmanları kendi prosedürleri ve dav­ranışları ve kendi hastaları, öğrencileri veya suçluların sergiledikleri sapkın davranışlara ne kadar katkıda bulundukları konularında yeni­den düşünmeye zorlamıştır. H. Becker gibi etiketleme kuramcılarının yapamadığı şey, bu güçlü sistemi tam bir suç ve sapma kuramı haline getirmektir. Böylece, alanda bu kuramın yerini örneğin 1970’ler ve 80’lerin daha radikal ve Marksist yazarlarının ve 1990’ların post- modernistlerinin daha güçlü kuramları almıştır.

İlgili Makaleler