Sosyologlar

Foucault’nun Özgürlük Serüveni

James W. Bernauer: Foucault’nun Özgürlük Serüveni (Bir Düşünce Etiğine Doğru)

Foucault’nun Ögürlük Serüveni

Michel Foucault’nun XX. yüzyıla damgasını vuran en önemli düşünürlerden biri olduğu tartışmasız bir gerçektir. Klasik filozoflar gibi hayata dair hemen her konuda eser vermiş ve “düşüncenin arkeolojisini yapmış çağdaş düşünürlerdendir. Çağımızın temel sorunu olan iktidarı çalışmalarının odağına almış olan Foucault, aynı zamanda kendi yaşamını ve kimliğini de bir eser olarak görmüş, toplumsal ve politik alanda da bir militan olarak kavgasını sürdürmüştür. Nicelik ve nitelik olarak çok zengin bir yelpazeyi kapsayan eserleriyle ve eserlerinin odağına koyduğu yaşamıyla özgün bir yer edinmiş olan Foucault’nun düşüncesini ve serüvenini gayet anlaşılır ve bütünlüklü bir bakışla ele alan James W. Bernauer’in bu eseri, Foucault üzerine yazılmış en önemli metinlerdendir. Foucault’nun düşüncesinin tüm uğraklarını, tarihsel ve düşünsel gelişimi içinde irdeleyen Bernauer, bizlere edebiyattan müziğe, tıp ve psikiyatriden politikaya, hapishaneden cinsel kimliklere uzanan çok farklı Foucault sorunsallarını sergilerken, aynı zamanda bu düşünme süreçlerinin bizdeki olası açılımlarına da ışık tutmaktadır.

Bernauer’in hem kronolojik hem de tematik düzeylerde yaptığı kapsamlı Foucault okuması, düşünürün temel metinlerine dayanıyor. Ayrıntı Yayınları’nın yayımladığı altı ciltlik Seçme Yazılarda bu metinler arasında. Dolayısıyla hem Seçme Yazılar hem de Foucault’nun Özgürlük Serüveni, gerek XX. yüzyıl tarihine ve düşünsel sorunsallarına kafa yormak, gerekse de bu deneyimden ve Foucault’nun ömrünün sonunda gelip dayandığı noktadan devam etmek isteyen herkesin temel başvuru eserleri arasında yer alacaktır. Çünkü Bernauer bize Foucault külliyatını anlatırken, esas geldiği yer tamamen politik bir nokta, bir özgürlük etiğidir. Modern bilgi/iktidar kalelerine karşı etkili bir siyasal karşı duruş için birbirimizle etik temellere dayanan yeni ilişkiler kurmamızı ve bunu gündelik hayatlarımız ve kimliklerimiz düzeyinde gerçekleştirmeyi gerekli gördüğünü vurgulayan yazar, işte tam da bu ilişkilerin Foucault’ya göre temelini oluşturan etik düşünceyi anlamaya çalışıyor. Foucault’nun, iktidarı merkezî, dışsal ve negatif bir yapı olarak tanımlayan kuramlardan farklı olarak; iktidarın merkezi ve tek tip değil, kılcal damarlarla topluma nüfuz eden, dışlayan değil içine alan, negatif değil pozitif mekanizmalar yoluyla işlediğine dikkat çektiğini göstererek modern toplumu anlamamıza ve “iktidar üretmeyen toplumsallıklar” üzerinde düşünmemize yardım ediyor.

Bu kitap şu ana değin Foucault’nun eserleri üzerine yapılan analizlerin kesinlikle en kapsamlısı ve derinlemesine olanı.  Thomas R. Flynn

İçindekiler
1.FİRARIN GÜCÜ, GİRİŞ
A.Foucault’nun Üslubu
B.Kapatılmalar
C.Kaçış
-Sonuç
2.İNSAN VE PSİKOLOJİDEN DÜŞÜNCE DENEYİMİNE
A.Doğru Psikoloji Arayışı
-Akıl Hastalığının Psikolojik Boyutları-I: Üç Yaklaşım
-Akıl Hastalığının Psikolojik Boyutları-II: İnsanî
Varoluş ve Rüya
-Akıl Hastalığının Fiili Koşulları
-Sonuç
B.Temelllerin Sarsılması
-Deliliğin Tarihi
-Deliliğin Tarihi ve Doğru Psikoloji Projesi
-Sonuç
C.Süşünce Deneyimi
-Kliniğin Doğuşu: “içeride(n)” ve “dışarıda(n)”
-Edebiyat: “içeride(n)” ve “dışarıda(n)”
-Sonuç
3.ARINDIRICI DÜŞÜNME
-Giriş
-Düşünceyle Yüzleşme
-Düşüncenin Önündeki Engel: İnsan
-Yöntembilimsel ön-not
A.İnsanın Doğuşu
-Ekonomi, biyoloji, filoloji
-İnsan
B.İnsandan Önce
-Genel Gramer
-Doğal Tarih
-Servet Analizi
C.İnsandan Sonra
-İnsan Bilimlerinin Modern Epistemedeki Yeri
-İnsan Bilimlerinin İşleyişi
D.Düşüncenin Durumu ve Düşünce Ödevi
-Düşüncenin Durumu
-Düşünce Ödevi
-Sonuç
4.UYUMSUZ DÜŞÜNME
-Giriş
A.Arkeolojik Düşünmenin Hedefi
-Düşünce Üzerindeki Kısıtlamalar
-Düşüncenin Serbest Bırakılması
B.Bir Olay Olarak Arkeolojinin Durumu
-Spesifik Düşünürlere Borcu
-Epistemolojik Mutasyon
-Önceki Araştırmaları
C.Yöntem Olarak Arkeoloji
-Etkin Bir Göstergeler Alanının Tesisi: Sözce
-Bir Söylemsel Formasyonun Tesisi
-Sorgulama İstikametleri
-Uygulama Alanları
-Sonuç
5.MUHALİF DÜŞÜNME
-Giriş
A.Çağdaş Bir Siyaset Anlayışına Doğru
-Kapatılma Takımadaları
-Biyosiyasetin Doğuşu
B.Bir Siyaset Aracı Olarak Düşünme
-Foucault’nun Düşünme ve Yönteminin Gelişimi
-Siyasette Düşünme
-Sonuç
6.ESRİK DÜŞÜNME
A.Hıristiyan Deneyimi Üzerine
-İktidar
-Bilgi
-Öznellik
B.Kendiliklerimizin Siyaseti
C.Esrik Düşünme
-Sonuç
-EKLER
I.  Maladie mentale et personnalité (1954) ile Maladie mentale
et psychologie (1962) arasındaki karşılaştırmalar
II. Naissance de la clinique’in iki baskısı (1963 ve 1972)
üzerine bir not
-Michel Foucault’nun Bibliyografyası 1954-1984
-Türkçe’de Michel Foucault

Bugünün Foucault’su:  
Türkçe Baskıya Önsöz (James Bernauer)

Kitabımın Türkçe baskısının yapılacağını duyduğumda hem onurlandım hem de kendimi yetersiz hissettim. Bilhassa Ayrıntı Yayın­ları gibi seçkin bir yayınevinin bana Türkiye’deki Foucault tartış­malarında yer alma fırsatı sunması elbette bir onurdur. Ama tıpkı kitabım Japonca yayımlandığında hissettiğime benzer bir yetersiz­lik hissediyorum, çünkü Foucault hakkında son yıllarda pek çok iyi yorumcunun yazıları yayımlandı ve ben kitabımı yazarken onların çalışmalarından faydalanma imkânı bulamadım. Öte yandan, eğer benim metnim tazeliğini koruyorsa bunun bir nedeni, onu, ilgileri­nin açıkça yer değiştirmekte olduğu bir noktada Foucault ile birlik­te çalışırken ve kendi olma sanatında ona yetişmeye uğraşırken yazmaya başlamış olmam gerçeğidir. Dolayısıyla kitabımın yapısı­nı, onun muazzam enerjik düşünmesini pratiğe geçirmeye çalışır­ken kullandığı farklı yollar oluşturmuştur. L’usage des plaisirs’in girişinde yazdığı gibi, “İnsan yaşamında öyle anlar vardır ki, kişi­nin düşündüğünden farklı düşünüp düşünemeyeceğini ve gördü­ğünden farklı algılayıp algılayamayacağını sorgulaması, bakmayı ve düşünmeyi sürdürebilmesi için elzemdir.” Foucault ile hayatı­nın son yıllarında kesiştim ve farklı düşünme ve algılama arzusunu içeren mesajını çok net aldım; okurlarımın kitabımı Foucault’nun düşüncesinin geniş bir alana serili haritasını kullanma kılavuzların­dan biri olarak görmeleri beni memnun etmiştir. Dits et écrits 1954- 1988’in çıkması ve Collège de France’daki derslerinin yayımlanmaya devam etmesinden dolayı, bu harita kendini tanımlamayı sür­dürüyor. Daha önceki kitapları Foucault’nun okurlarını, parlak ya­zısının ardında kompleks bir düşünür ve araştırmacı olduğuna ikna etmişti; burada sözünü ettiğim yazılar da bunun böyle olduğunu gösteriyor. Bu söyleşi ve denemelerin birçoğu ben kitabımı yazdı­ğım sıralarda henüz mevcut değildi; ancak bunlar burada sundu­ğum biçimiyle düşüncesinin genel yapısını değişime uğratacak tür­den değildir.

Tabii ki, eğer Foucault’nun ölümünden yirmi yıl sonra onun hakkında yazılmış bir yorumun taze bir tarafı varsa, bunun nedeni, haritasını çıkarmış olduğu iktidarlar coğrafyasının, XXI. yüzyılda yol alan bizi idare etmeye hâlâ devam ediyor olması ve kendimizi nasıl deneyimlediğimizi belirleyen güçleri anlamakta sezgilerinin hâlâ aydınlatıcı olmasıdır. İşte bu nedenden dolayıdır ki kitabım hâlâ bugünün Foucault’suna dairdir. Foucault bir keresinde, iktidarın yaşamlarımızı etki altına alan pek çok biçimine yönelik duyarlılığı­nı, Fransa, 1955’ten 1958’e kadar yaşadığı İsveç ve ertesi yılı ge­çirdiği Polonya gibi farklı kültürleri deneyimlemiş olma gerçeğine yormuştu: “Fransa’dan ayrıldığım dönemde kişisel yaşama tanınan özgürlük çok ciddi biçimde kısıtlanmıştı. O günlerde İsveç’in çok daha özgür bir ülke olduğu düşünülüyordu; orada, belli türde bir özgürlüğün, doğrudan kısıtlayıcı bir toplumla tamamen aynı etkile­ri olmasa bile, gene de kısıtlayıcı etkileri olabileceğini öğrendim. Benim açımdan önemli bir deneyimdi bu. Ardından, Komünist Par­ti’nin kısıtlamaları ile baskı gücünün hakikaten bambaşka bir nite­liğe sahip olduğu Polonya’da bir yıl geçirme fırsatı buldum.” Ay­rıca Tunus’ta iki yıl, Brezilya ve ABD’de de pek çok ay geçirmiş­ti. Bu uluslararası deneyim ona, basit olumsuz iktidar kavramların­dan kurtulma ve iktidarın çağdaş kültürlerdeki pozitif işleyişindeki nüansları görme imkânı sağladı. Foucault ’nun okurları daima, onun nüanslara dikkat eden iktidar anlayışının gerektirdiği bir karşı siya­setin çeşitli tarzlarını şekillendirme süreci içerisinde olacaklardır. Bu yazıyı yazdığım şu günlerde, Foucault araştırmacılarını yine onun eserinden etkilenmiş olan toplumsal eylemcilerle birlikte ça­lışmak üzere bir araya getirmeyi hedefleyen yeni bir organizasyo­nun açılış konferansına katılma zevkine eriştim. Foucault Derneği adını alan bu kurumun New York City’de gerçekleştirdiği toplantı, modernlikten miras aldığımız kurumlan yeniden şekillendirmeye ne denli ihtiyacımız olduğu yönünde canlı tartışmalara sahne oldu. Tıpkı Foucault’nun ders verdiği zamanlarda olduğu gibi, onun fikir­lerini tartışmak bizde entelektüel bir heyecan; düşünmeye, nasıl ya­şamamız gerektiğine değil nasıl yaşayabileceğimize dair düşünme­ye teşvik eden eserine yönelik bir minnettarlık doğurdu. Bu bende Paris’te onun derslerini takip ettiğim iki yılın anısını canlandırdı. Michel Foucault öldüğünde, önce metinlerinde, sonra derslerin­de ve daha sonra da bazı kişisel sohbetlerde benim açımdan böylesine yoğun ve gerekli soruları dillendiren ses sustuğu için yas tut­tum. 1984’ün o kederli haziran gününde tahmin edemediğim şey ise o sesin, Foucault’nun sorularıyla uğraşmanın bir sonucu olarak diyalog içine giren pek çok insanın oluşturduğu cemaat içinde et­kin bir biçimde yaşamaya devam edecek olmasıydı. Benim için, ge­rek kadın gerekse erkek, gerek akademik kurumların içinde gerek­se dışında Foucault okurlarıyla muhabbet içinde olmak hem ente­lektüel hem de kişisel bir zevk olmuştur. Yakın zamanlarda, tatmin ve stresi aynı oranda içeren yaşanmış bir kişisel ana sarsılarak tek­rar döndüm. Kitabınım sonuç kısmım yazarken şu cümleleri karalamıştım: “Kimilerinin iddia ettiği gibi Foucault’nun düşüncesi belki ‘bir sevinç narası’ değildir. Fakat şunu sormak gerek: Bir dü­şünürü değerlendirmenin ölçütü ne zamandan beri sevinç naraları atmak oldu? Foucault’nun çalışmalarına kulak verecek olanların, kimi kurbanların sesleriyle, sadece bildik mahkûmların değil, aynı zamanda modern özgürlüklere ve modem özgürlük programlarına kurban verilenlerin sesleriyle yüzleşebilmeleri gerekiyor. Foucault’nun düşüncesi, yeni özgürlük pratikleri için coşkulu bir müca­deleye tutuşan bir düşünceydi. Ve nihayet Foucault’nun düşüncesi manevi bir çığlıktı.” Bu son cümle, üzerinde çalıştığım taslakların hiçbirinde yoktu ve sanki ortaya birdenbire çıkıvermişti; bağlama tam oturmuyor gibiydi ve kulağımdaki tınısı kitabımın yakalamaya çalıştığı Foucault’cu etiğin vurgusunun yankısı değildi. Hayal ürü­nü yorumlar yerine daha doğruya yakın bir okuma yapmaya çalış­maktan övünç duymuştum. Peki, bu “manevi çığlık” neyin nesiydi? Bu cümleyi, hatta “çığlık”ın retorik olarak gönderme yaptığı “se­vinç narası” ifadesini de atmak, kitabı Foucault’cu düşünceye en uygun “yeni özgürlük pratikleri” ile bitirmek istedim. Ama nedeni­ni size açıklayamasam da “manevi” ifadesi, tam kafamdaki şeyi ‘ ifade ediyordu. Bu ifadenin ta derinlerde bir yerlerde doğruluk içer­diğini hissediyordum, dolayısıyla da onu atmadım; ve hiçbir eleş­tirmenin onun hakkında fazla yaygara koparmamasını umut ettim. Onun o zaman ve şimdi neden uygun olduğuna inandığımı burada açıklarken Türk okurunu usandırmadığımı umarım.

Foucault’nun mevcudiyetinin eksiksizliğinin bende uyandırdığı kişisel duygunun kıymetini biliyordum elbette. Foucault ile ilk kez, New York City’ye yaptığım uzun bir tren yolculuğu esnasında Madness and Civilaziton’ı okurken karşılaşmıştım. Son durağa geldiğimde, bir zihin tarafından zapt edilmiş, kafası karıştırılmış, hat­ta belki de bir sorunsalın kancasına takılmış durumda olduğumu bi­liyordum. Bu durum Paris’te uzun bir süre kalmama yol açtı; orada 1979 ve 1980 yıllarında onun derslerini takip etme imkânı buldum ve ayrıca daha sonra 1982 yazında Toronto’da verdiği yaz dersini de izledim. Öğrencileri ve meslektaşlarına duyduğu o kendine öz­gü merakı sayesinde, onunla birkaç kez yüz yüze konuşma fırsatı­nı da buldum. Yani, Foucault’nun biyografilerinin çıkmasından çok daha önce, konusuna onu da katan yalanlarda yayımlanmış bir ro­manda kullanılan bir sözcükle ifade edersem, Foucault “halüsinasyonları” görmeme gerek kalmamıştı. Eksiksiz bir manevi mevcudi­yetle karşılaşmış olmanın ayrıcalığım hissediyordum: Evet, zaman zaman göz korkutucu olabilen bir entelektüel güçtü bu, ama aynı zamanda duygusal bir mevcudiyetti, bir mizah anlayışıydı, başka­larına yönelik bir ilgiydi ve de özellikle yaşamın kurbanlara dönüş­türdüğü insanlara duyulan derin bir sevgiydi. Bu sevgiye onun ki­taplarında ve makalelerinde de dokunulabilir belki, ama en çok ko­nuşmalarında hissedilirdi. Örneğin, Polonya Dayanışma Hareke­ti’ne yönelik yoğun ilgisinin yanı sıra, bendenizin verdiği ve öğren­cilerin felsefe ve teoloji okumaları yaparken aynı zamanda bir tür sosyal hizmet için yoğun bir gayret gösterdikleri (bir evsizler barı­nağı, hapishane ya da ölmekte olan insanlara hizmet sunan bir ba­kımevinde çalıştıkları) bir lisans dersinin onda uyandırdığı özel merakı da hatırlıyorum. Dersin içeriğini çok merak etmişti ve fel­sefenin, öğrencilerin deneyimlerine bütünleyici bir bakış açısı sağ­laması onu memnun etmiş görünüyordu. Benim için “manevi çığ­lık” bu efsanevi sevgiyi ve felsefi yaşamının, salt bir akademik parlaklıktan farklı bir şey olan dehasına kaynaklık eden dünyevi deneyimlerle oluşturduğu birliği çağrıştırıyor.

 

Daha az kişisel bir düzeyde ise, kitabınım bitiş cümlesi, onun eserindeki firar ya da kaçış deneyimine benim atfettiğim önemi gösteriyor. Bu tema kitaba adını verdi ve Foucault’nun çok çeşitli sorgulamalarını benim gözümde bir yapıya oturttu: Birincisi, bir beşeri bilim olarak psikolojiye olan ilk bağlılığından entelektüel kopuşu; sonra modem beşeri bilimleri antropolojik temellerinden arındırıcı firarı; üçüncüsü, tarihsel ahenk ve süreklilik arzumuzu yıkıma uğratan gürültülü bir uyumsuzluğu bilincin önüne koyma çabası; ardından, hem Marksizmin hem de liberalizmin siyasi programlarından ve amentülerinden kendini kurtarmanın bir yolu olarak benimsediği muhalif düşünme; ve nihayet, modem hümanizm pro­jesinden etik bir kurtuluşa delalet eden esrik düşünme. Okurları onun kimliklerden kaçma gayretinin ne denli ayırt edici olduğunu anlamışlardır. Bir yüze sahip olmamak amacıyla yazdığını iddia ediyordu; öğrencileri aşağıdaki satırlarda dile gelen öznel ve sıra dışı tepkisini unutmayacaklardır: “Bana kim olduğumu sormayın ve benden hep aynı kalmamı istemeyin: Kimlik belgelerimizin usule uygun olup olmadığına bürokratlarımız ve polisimiz baksın. Onla­rın ahlâkı en azından yazı yazarken bizi rahat bıraksın.”

Tabii ki Foucault burada bir tür akademik ahlâkı kınıyordu; ama şimdi görüyorum ki, o aynı zamanda bir tür maneviyat şekillendiriyordu. Bir keresinde “maneviyatsız bir dünya”dan bahsetmişti ve ben bu “maneviyatsız dünya”nın onun için ne denli geniş oldu­ğunu daha sonra anladım. Foucault’nun yazılarındaki en önemli ifadenin, “l’âme, prison du corps”, yani “ruh bedenin hapishanesi­dir” olduğunu iddia etmek geliyor içimden. Eğer hem Batı hem Doğu maneviyatının ana akımları beden ile ruh arasında bir ikilik görmek ve ruhu bedenden kurtarmak için bir çilecilik ileri sürmek­ten ibaret olmuşsa, Foucault çarpıcı bir biçimde farklı bir görev ta­sarlanmıştır: İnsanın ruhundan, insanın iç dünyasının ve anlamlı hi­kâyesinin inşa edilme biçiminden bir yabancılaşma yaratmak. Onun gözünde, ruh beşeri bilimlerde pozitif bir içerik edindiği sü­recin bizzat kendisi onu cansız, hayaletimsi bir şeye dönüştürüyor­du; kişinin haddinden sık tesis edilen merkezi olarak onunla, bir ha­yalet yaşamı, dolayısıyla da insani kayıpların en büyüğünü ilişkilendiriyordu: Bu kayıp kişinin dünyasının değil, maneviyatının kaybıydı. Foucault elzem bir manevi sanat ortaya koyar; bu bir özilişki, kendimizi canlı deneyimlememizi sağlamak için modern iktidarların bizi yaratma biçimlerini aşma görevidir. O çok geniş bir alanda bu sanat için tahminler ve geleneksel sezgiler arayışında ol­du. Onun biyografisini yazanlar, Bibliothèque Nationale’deki çalış­ma koşullarından duyduğu hoşnutsuzluğun yanı sıra (ki bu hoşnut­suzluk onu Paris’teki Saulchoir Dominiken Kütüphanesi’nin sessiz okuma odasını işgal etmek durumunda bırakmıştı) Foucault’nun antikçağa ve Hıristiyanlığa ait metinleri nasıl incelediğinden bah­setmişlerdir. Öte yandan, Centre Sèvres’in Cizvit Kütüphanesi’ne de bakmıştı; bir öğleden sonra oraya giderken ona eşlik etmiştim. “Dogmatik teoloji” levhası bulunan ilk bölüme geldiğimizde bura­sının onun yeri olmadığına dair yaptığı şakayı ve asıl aradığı yer olan, uzun odanın en ucundaki “ahlâki teoloji” bölümüne doğru se­ğirtmesini hatırlıyorum. Bu olayı zikretme sebebim, Foucault’nun ahlâki ve manevi hayatın teorilerinden ziyade pratiklerine duyduğu ilginin derinliğini göstermesidir. Eski Yunan, Roma ve Hıristiyan kendilik pratikleri üzerine çalışmaları yaşamının son yıllarındaki akademik ilgilerini sergilerken, Zen gibi konular üzerine onunla yapılan söyleşiler de onun kişisel angajmanına tanıklık eder.

Kendilik pratiğine yönelik hırsı, ruhu kuvvetlendirmek ya da hakikati içinde onu doğrulamaktan ziyade, onu reddetmek, sınırlarını ihlal etmek ve insanın onunla kurduğu ilişkiyi yeniden icat etmeyi hedefler. Arkadaşı ve destekçisi Georges Dumézil, ölümünden sonra kaleme aldığı yazıda Foucault’nun entelektüel tarzındaki bu en ayırt edici özelliği vurguluyordu: “Foucault’nun zekâsı söz­cüğün gerçek anlamıyla hiçbir sınır tanımazdı, hatta sofistike olan­ları bile. Gözlemevini, bedenle ruh ve içgüdüyle fikir arasındaki geleneksel ayrımların absürt göründüğü canlı bölgeleri üzerinde kurmuştu o: delilik, cinsellik ve suç bölgeleri.” Geleneksel sınırla­rın bu ihlallerini sözcüğün gerçek anlamıyla değerlendirmek gere­kir; örneğin, Foucault Zen hakkında konuşurken, “ruh ve beden arasında var olabilecek yeni ilişkiler”den bahseder. Psikoloji ve antropoloji tarafından bir yandan sırtlanılan bir yandan da hapsedilen modem bir kültür için Foucault, yenilenmiş bir kendilik ilgisi­ne vurgu yapan bir özgürlük tarzına değer vermiş ve ondan yarar­lanmıştı. Onun manevi çığlığı tam anlamıyla insan maneviyatının bugün kapatılmış olduğu hapishaneye karşı gösterilen etkin bir di­reniştir; temel kişisel hakikat ve özilişkinin zemini gövde değil ruh­tur. Özhâkimiyet bir yaşam soluğu ve maneviyattan yoksun ruhlar­la dolu bir dünyadaki bir maneviyat adına terk edilmelidir. Onun manevi çığlığı, insanın idrak gücü ve disiplininin meyveleriyle kur­duğu ilişkiyi yeniden tanımlama arzusuna duyulan bir bağlılıktı. Bu Foucault’cu eleştirel aydınlanma maneviyatının evrim süre­ci birçok aşamadan oluşuyordu ve itici gücü eşsiz bir arayış ruhuy­du. Örneğin, cinselliğin tarihi incelemelerini değiştiren motivasyo­nu şöyle betimler: “Beni bu yola iten neden ise oldukça basitti. Bu nedenin, bazıları için tek başına yeterli olabileceğini düşünüyorum. Bu neden meraktır: Biraz saplantılı bir şekilde tatmin etmeye değecek türden bir merak. Bilinmesi uygun olan şeyi kendi içinde asimile etmeye çalışan merak değil, kişinin kendi kendinden kopmasına olanak veren bir tür merak.” Kendi kendinden kopmak. Çilecilerin ve gizemcilerin çağlar boyunca farkında olmuş oldukları gibi, bu kendi kendinden kopma ve kendi ruhunun hapishanesini terk etme, dingin denizlere açılan bir boğaz güvencesi vermek durumunda değildir. Eğer pek çok kişi dünyayı hor gören ve onun dışında bir sığınak sağlayan bir maneviyatı seçiyorsa, Foucault, kendilerini kendilerinin ve başkalarının olumsal gizemleriyle yüzleştirecek bir manevi varoluş arayan öbür insanların arasındaydı. Böy­le bir maneviyata parrhesiastes’in [parrhesia kullanan kişinin] maneviyatıyla aynı olduğu düşünülebilir. En son derslerinde Foucault’nun parrhesiastes tarifi, peygamber, bilge ya da öğretmen rolle­rine iliştirilen hakikat deneyiminden ziyade manevi sezgilerle uğra­şan bir hakikat anlatıcısı betimlemesi değil midir? Formülasyonlarından biri şudur: parrhesia “konuşmacının hakikatle olan kişisel ilişkisini ifade ettiği, hakikati anlatma eylemini başka insanlara (ve aynı zamanda da kendisine) yardım edip onların durumunu düzelt­me amacını taşıyan bir ödev gibi gördüğü ve bu nedenle hayatını riske attığı bir sözel etkinliktir. Parrhesia’da konuşmacı özgür­lüğünü kullanır ve kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ya da sessizlik yerine hakikati, hayat ve emniyet yerine ölümü, yaltaklan­ma yerine eleştiriyi, kendi çıkarını koruma ve ahlâki kayıtsızlık yerine ahlâki ödevi tercih eder.”

Foucault’cu maneviyat, umut ve sevgi güçleri sergiler. Foucault ideolojik olmayan bir umut içindeydi, siyasi ya da ahlâki sistemle­rin en muhkemine karşı bile etkin bir direnişin gerçekleştirilebile­ceğine inanıyordu. Şüphe onun umudunun bir müttefikiydi, onu ideolojik kurgu ve devrimci aşırılıktan koruyan şeydi. Berkeley’de birkaç Amerikalıyla yaptığı yayımlanmamış bir tartışmada görüşü­nü şöyle dile getirmişti: “Keder ve umutsuzluk başka, şüphe başka şeydir. Eğer şüphe duyuyorsanız, bu tabii ki belli bir umudunuz ol­duğu içindir. Sorun, ne tür bir umudunuzun olduğunu ve umutları­nıza umutlarınız yoluyla tam da bu umutlarla kaçınmayı istediğiniz şeyleri yeniden sokan siyasi çevreden (ki ben buna sizin dediğiniz gibi ‘karamsar çevre’ demiyorum) kaçınmak için ne tür bir umuda sahip olmanın makul olduğunu bilmektir.” Foucault’ya dair en net hatırladığım şey onun sevgi ve arkadaşlık kapasitesidir; ona bahşedilmiş bir armağandı bu. Ani ölüm haberini olağanüstü bir üzüntüy­le karşılayan dünya onun bu yeteneğini takdir etti. Pek çok insan onun umurunda oldu ve o bu umursamayı arkadaşlarına, tanıdıkları­na, öğrencilerine ve okurlarına iletti. Kitabımın onun Türkiye’deki okurlarına bir parça yardım sağlayabileceğine inanmak benim için olağanüstü bir zevk kaynağıdır. Kitabın çevirmenine ve Türkçe baskısını gerçekleştiren Ayrıntı Yayınları’ndaki editörlere teşekkür etmek istiyorum.

Boston College, Chestnut Hill, Massachusetts, ABD, 29 Mayıs 2005

Çeviren: Mehmet Beşikçi

 
Önsöz

Yaklaşık on yıl kadar önce Michel Foucault’nun düşüncesine iliş­kin bu kapsamlı incelemeye başladığım zaman bunu hem geç kal­mış hem de erken doğmuş bir girişim olarak görüyordum. O za­manlar, yazmaya başlamasının üzerinden yirmi beş yıl geçmesine rağmen Foucault’nun yazılarını bir bütün olarak değerlendirmeye girişen İngilizce hiçbir çalışma yoktu. Allahtan bu durum artık ta­mamen değişti ve bugün artık Foucault okurlarına yardım edecek yetkin çalışmalar bulunuyor elimizde. Benim bu çalışmam Foucault’daki farklı unsurların tutarlı bir düşünce etiği oluşturduğunu iddia etmesi açısından sözü edilen çalışmalardan farklı olsa da, Fou­cault’nun yaptıkları üzerine gerek yurtdışında gerekse de ülkemiz­de son yıllarda yayımlanan değişik yorumlardan çok faydalandım. Çalışmamı erken doğmuş saymamın nedeni şuydu: Çalışmaya başladığım zaman Foucault henüz ellili yaşların başındaydı ve düşün­ce serüveninde alacağı daha çok yol vardı. Evet, çok şey başarmış­tı, ama ondan çok daha fazlası da bekleniyordu. Ne var ki 1984’te daha elli yedi yaşındayken gelen zamansız ölümü bütün bu beklen­tileri yıktı. Ölüm, Foucault’nun projelerini, bana bunlara nihai bir şekil verme imkânı sunacak kesin bir kalıba oturttu. Bu bir ölü mas­kesi değil, Foucault’nun gelecekteki okurlarını daha ileri bir tanıma ve yüzleşmeye çağıran kesin bir şekildi.

Bu çalışmaya atılan ilk adım, Foucault’nun 1979 yılında Collège de France’da verdiği derslere katılmamdı. Foucault’nun izlediği keşif yollarından yürümeye devam etmeye adanmış bir araştırma enstitüsü olan Centre Michel Foucault’nun sponsorluğunda 1988 yılında Paris’te düzenlenen “Filozof Olarak Foucault” konferansıy­la çalışmalarım sona erdi. Bu konferans, çeşitli uluslardan etkileyi­ci isimlerin katılımıyla gerçekleşmişti. Bu isimlerden bazıları şun­lardı: Georges Canguilhem, Gilles Deleuze, François Ewald, Fran­çois Wahl, Richard Rorty, Manfred Frank, Miguel Morey, Roberto Machado, Paul Veyne ve André Glucksmann. Konferansta sunulan tebliğler ve yapılan tartışmaların kalitesi elbette ortadaydı. Ancak orada beni şaşırtan şey, Foucault’yu geleneksel felsefi manzaraya yerleştirmenin ne denli zor olduğuydu. Gazetelerin konferansa ilişkin değerlendirmelerinde de belirtildiği gibi Foucault, çağdaş entelektüel yaşamdaki muamma konumunu hâlâ koruyordu. İşte bu ça­lışmamın amacı, bu muammaya mümkün olduğunca netlik kazandırmak ve Foucault’nun özgünlüğünün vaat ettiklerini vurgulamak­tır.

İlgili Makaleler