Antropoloji

ENDÜSTRİ TOPLUMU VE YENİ YAŞAM BİÇİMİ Antropoloji

ENDÜSTRİ TOPLUMU VE YENİ YAŞAM BİÇİMİ

Neolitik Devrimle başlayan Tarım Çağı, 18. yüzyılda ivme kazanan bilimsel devri­min izinde ortaya çıkan Endüstri Devrimi ile sona erdi ve topluma, yaşam ve ge­çim biçimlerine yön veren yeni bir çağ, Endüstri Çağı başladı. Bu devrim, 18. yüz­yılda başlayan ve inorganik enerji kaynakları kullana

rak kitlesel üretim yapan fabrikaların esas üretim biri­mi haline geldiği, temel üretim faaliyetinin bu neden­le tarımdan endüstriye kaydığı dönemi başlatan bilim- sel-teknolojik devrim olarak tanımlanır (Fotoğraf 7.4 İlk fabrikalara bir örnek). Bu devrimin iktisadî sonuç­ları, üretim ve tüketim biçimini dönüştürdüğü gibi, ça­lışan sınıfın ağırlığını köylüden işçiye kaydırmış, temel yerleşim ve üretim mekânını köy ve tarla olmaktan çı­kararak, kent ve fabrikaya dönüştürmüş ve geleneksel tarım imparatorluklarının yıkılma sürecine girmesiyle, yerine ulus-devletlerin kurulmasına yol açmıştır. Böy­lelikle Endüstri Devrimi, Neolitik Çağ’da başlayan Ta­rım Devrimi’nden sonra, insanlık tarihinde büyük dö­nüşümlere yol açan ikinci büyük devrim olarak kabul edilir. Tarım Devrimi, insanlığı uzun sürmüş bir avcı- toplayıcı dönemden tarım toplumları aşamasına taşır­ken, Endüstri Devrimi tarım toplumları dönemini ka­patarak sanayi toplumları dönemini ve kapitalist üre­tim biçiminin egemenliğini başlatmıştır.

İnsanlık iktisadi ve toplumsal bakımdan avcı-toplayıcılık, tarım ve sanayi olmak üzere üç temel aşamadan geçmiştir. Bu aşamaların her biri ne kadar sürmüştür? En hızlı değişim ve dönüşümler hangisinde yaşanmıştır? Tartışınız.

Toplumsal Tabakalaşma ve Siyaset

Bu süreçte tabakalaşmanın ve smıfsallık biçimlerinin de büyük bir dönüşüme uğ­radığını görmekteyiz. Toprak üzerindeki mülkiyete ve topraktan üretilen zenginli­ğe el koymaya dayanan aristokrasi, yani toprak soyluluğu, Sanayi Devrimi’yle bir­likte tasfiye olmuştur. Geleneksel tarım toplumlarında aristokrasi, toprak sahipliği­nin yanında bürokrasi içinde de oluşabilmekteydi. Endüstri öncesi devlet formla­
rında belirli yüksek bürokratik görevlerin aile içinde devredildiği ve böylece bu görevi elinde tutan ailenin, toprak soyluluğuna benzer bir ayrıcalık, zenginlik ve hükmetme hakkı kazandığı da görülmüştür. Hatta pek çok durumda aristokratik ailelerin yargılama hakkı da vardı. Bazı durumlarda bu bürokratik mevkilerin top­rak sahipliği nedeniyle bazı ailelerin eline geçtiği de olmuştur. Aristokrasi, bu ay­rıcalıklarını Endüstri Devrimi’yle oluşan yükselen yeni sınıfın -kentli sermaye sını­fının- gücü karşısında yitirmiş ve bugün sadece bazı yerlerde yaşayan sembolik bir varoluş biçimine indirgenmiştir. Endüstri toplumunda bürokrasi de değişmiştir. Es­ki ayrıcalıklı bürokrasi yerini sosyolog Max Weber’in akılcı bürokrasi dediği yeni bir biçime terk etti. Bu bürokrasi endüstri çağında karmaşıklaşan toplumun yöne­tim ve geçim sorunlarını gidermek üzere örgütlenen karmaşık devlet yapısının iş­levsel bir örgütü olarak karşımıza çıktı.

Bu dönüşüm, 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan iki büyük siyasal devrimle ger­çekleşti. Bunlardan ilki 1640 İngiliz Devrimi, ikincisi ise 1789 Fransız Devrimi’dir. Her iki devrim de, kentlerde üretim ve ticaret ile geçinen ve büyük bir servet biri­kimine ulaşan yeni bir sınıfın, burjuvazinin, siyasal sistem içinde rol edinmesini, özgürce ticaret ve üretim yapılabilecek bir ortamın yaratılabileceği anayasal bir re­jimin kurulmasını sağladı. Böylelikle kapalı yerel ekonomilerin ulusal düzeyde bir piyasa ekonomisi içinde bütünleşmesi de sağlanmış oluyordu.

Modern Devlet Biçimleri ve Ulus-Devlet

Endüstri Devrimi’yle birlikte oluşan yeni toplum içinde yeni siyasal ilişkiler geliş­miş ve yeni bir devlet biçimi doğmuştur. Bu devlet biçimine modern devlet diyo­ruz. Modern devlet biçiminin en yaygın hali ulus-devlettir. Ulus-devletler, daha önceki devlet biçimlerinin aksine bir yurttaş yaratma projesine de sahipti. Yurttaş yaratmanın yegâne yolu kültürel süreçlere müdahale etmekten geçmekteydi. Böy­lelikle ulus-devletler geleneksel kültürel ağları tasfiye ederek modern kurumlar aracılığıyla yeni bir kültür, ulusal kültür, yaratmaya giriştiler. Ulusal kültür, tek bir standart dil ve bu dilin kullanıldığı iletişim araçlarıyla iletişim kuran, dinsel kurum­lar yerine laik kurumlar aracılığıyla toplumsallaşan ve devletin belirlediği bir müf­redatın uygulandığı standart, zorunlu ve yaygın eğitim kurumları aracılığıyla kül- türlenen yurttaşların kültürüydü.

Ulus-devletler, kendilerini ortak bir kültürü bulunan ulus öznesiyle tanımlamış ve meşruluğunun temelini bu ulusa dayandırmıştır. Hükümran olduğu toprakların, o ulusun kültürel bakımdan türdeş biçimde işgal ettiği topraklar olduğunu varsa­yar ve kendisini o ulusun siyasal temsili olarak kabul eder. Yönetme meşruluğu­nun esası, daha önceki devlet biçimlerinde gördüğümüz, kutsallıktan ya da soya bağlı geleneksel otoriteden kaynaklanan meşruluktan, dünyasal bir ilişkiye, yurt­taşlık ilişkisine, oradan da yurttaşın tanımlanma biçimine, yani kültürel kimliğe da­yanmaktadır.

Etnisite, Milliyetçilik ve Irkçılık

Belirli burjuva hareketlerinin önderliğinde yürütülen devrimler dışında ulus-dev- letleri yaratan genellikle milliyetçilik hareketleri olmuştur. Milliyetçilik, ulus ola­rak tanımlanan bir toplumsal öznenin kendi devletine kavuşması hareketi olarak kabul edilebilir. Milliyetçiliğin esas olarak üç amaca yönelmiş bir hareket olduğu görülecektir:

  1. Ulusal ekonomiyi yaratmak,
  2. Özerk bir ulusal yasama/yürütme organı (ulus-devletin siyasal ve idarî örgü­tünü) oluşturmak ve ayırıcı bütün bağ ve ilişkileri (bireysel, yöresel bağları ve cemaat bağlarını) bu organın denetimi ve bütünleştiriciliği altında toplamak
  3. Ulusal bir kültür (ortak değer ve beklentiler sistemi) ve buna bağlı bir kim­lik tanımlaması yaratmak.

Özellikle çok milletli, çok dinli büyük tarım imparatorluklarının çözülme süre­cine girmesiyle, milliyetçiliklerin yükselişi eş zamanlıdır. Ulus-devletler kendilerini her ne kadar belirli siyasal sınırlar içinde tanımlamış olsalar ve bu siyasal sınırlar içinde türdeş bir ulusun varlığını öngörseler bile, eski toplumsal/kültürel yapının kalıntısı olan bir etnik ve dinsel çeşitlilikle yüz yüze kalmışlardır. Bu nedenle ulus- devletlerin ve milliyetçi hareketlerin dilsel, bölgesel ve etnik farklılıkları uzlaştırma istek ve yeteneğine bağlı olarak, milliyetçiliğin toplumsal hareketliliğin ve iletişim­deki gelişmenin bir sonucu (örneğin Karl Deutch) olduğu veya kapitalist dünya ekonomisinin iç ve dış taleplerinin bir sonucu olduğu (örneğin Benedict Ander- son) yolunda iki tür açıklama karşımıza çıkmaktadır. Bunlara ek olarak, tipik örne­ğini Ernest Gellner’de bulduğumuz ve kültürün antropolojik anlamını odağa alan yaklaşım da kabul görmektedir. Gellner, milliyetçiliğin temeline endüstrileşme ol­gusunu koymaktadır. Zira tarım toplumları tepede yatay olarak farklılaşmış dar egemen sınıflarla, aşağıda dikey şekilde birbirinden soyutlanmış geniş bir üretici sınıf şeması içinde örgütlenmiştir. Bu kitle ile yönetici sınıf arasında farklılaşmış özellikleri keskinleştiren ve yüksek kültürün savunucusu bir okuryazar takımı bu­lunur. Endüstriyel dünyada ise yöneten ile yönetilen arasındaki toplumsal ve kül­türel farklılıklar neredeyse uçup gitmiş ve yüksek kültür tek kültür ya da herkesin kültürü olmuştur; zira endüstrileşme hareketli ve okuryazar bir emek gücü talep etmektedir. Böylece tarım toplumunda her türlü insan etkinliğinin ihtiyacını karşı­layan aile, kabile ya da köy, endüstri toplumunda yerini daha geniş toplumsal ku­rumlara -okula ve devlete- bırakmıştır. Devlet, endüstrinin talep ettiği hedefler çer­çevesinde yurttaşları kültürel standartlara eriştirecek eğitim araçları üretmek duru­mundadır. Endüstri toplumunda kültür özel değil evrenseldir. Sınıf bağlarıyla ya da etnik/ dinsel bağlarla edinilmiş kültür özellikleri de eğitim ve iletişim sistemi içinde giderilecektir. Böyle bir kültürel türdeşliği hedefleyen ulus-devlet ile, bu bütünlük içinde yer alan etnik gruplardan, dil farklarından veya herhangi bir farklılaştırıcı unsurdan kaynaklanacak kültürel çeşitliliğin varlığı arasında ortaya çıkan gerilim milliyetçiliği doğurur. Oysa tarım toplumu zaten çeşitlilik içerir ve bu çeşitliliği ya da çokkültürlülüğü yüksek kültür lehine bozmaya çalışan hiçbir güç yoktur. Bütün kültürler parçalar halinde ayrı fakat yanyana yaşarlar.

Ulus tipi toplumsal örgütlenmenin görece yeni bir olgu oluşu, onu etnik birlik­ten ve bilinçten ayırır. Etniklik büyük ölçüde ulustan eski bir toplumsal örgütlen­me biçimidir. Belirli dinsel, dilsel, coğrafî ve/veya kültürel özellikler bakımından hem kendisini diğerlerinden ayrı gören hem de diğerleri tarafından başka sayılan, bütünlüklü bir kimliğe ve kendine özgü kültürleme sürecine sahip, içerden evlen­mek suretiyle bu grup kimliğini koruyan ve grubun sürekliliğini sağlayan toplum­sal/kültürel ve bazen de siyasal oluşuma etnik grup diyoruz. Etnik grup esas ola­rak, bir halk olma (bizlik) duygusunun belli bir birey grubunca paylaşılması sonu­cunda oluşur. Etniklik konusundaki ilkselci (primordialist) görüşe göre, etniklik ile akrabalık arasında sıkı ilişki vardır. Bu ilişkiyi ortak bir ata veya ortak bir kozmik kader duygusu belirler. Bu yolla elde edilen etnik kimlik, kişiliğin gelişmesinde merkezî öğe olarak toplumsallaşmayı, dilin öğrenilmesini ve dinsel-siyasal kültür-
lemeyi sağlar. Buna göre etnikliğin geçerliliği modern öncesi ya da görece izole topluluklarla sınırlıdır. Oysa etnik bilinç modern toplumda da ortaya çıkmaktadır. Modern toplumlarda ve belirli bir milliyetçiliğin baskısı altında kalan yalnız kala­balıklar içinde yabancılaşmayı yaşayan kişiler, aidiyet ve dayanışma ihtiyacını da­ha yoğun biçimde duyarak böylesi bir etnik bilince sarılabilirler. Bu durum etnik- merkezciliği ve toplumsal çatışmaları doğurabilir.

Modern endüstri toplumu içinde gelişen bir başka ayrımcı eğilim ırkçılık ol­muştur. Irkçılık, insanların biyolojik, yani doğuştan getirdikleri özelliklerinin onla­rın kültürel ve toplumsal niteliklerini belirlediğini ileri sürer (Bkz. Ünite 4). Irkçılı­ğın temelinde insanların eşit olmadığı fikri yatar ve bu eşitsizliğin temeli biyolojik özelliklere bağlanır. Irkçılık, Avrupalıların Amerika, Afrika, Avustralya ve Uzak As­ya’yı sömürgeleştirmesine koşut olarak gelişmiştir. Irkçılık böylece yeni sömürge rejimlerinin ve buralardan devşirilen ucuz emeğin gerekçesi olarak gelişmiştir. Bu­ralarda koloni rejimleri kurmak bu ideolojiye göre geri ırklara medeniyet götür­mekti. Zira onların biyolojik donanımı, böyle bir medeniyet seviyesine ulaşmak için yeterli değildi. Ayrıca insan olmanın gerisinde bulunan bu biyolojik seviye ne­deniyle buradaki insan gücü köle emeği olarak kullanılabilirdi. Böylelikle Güney ve Kuzey Amerika’da yeni yoğun tarım içinde köle emeği ciddi bir girdi olarak yer alabildi. Ancak Kuzey Amerika’da 1863’te köleliğin kaldırılmasından sonra da ırk­çılık ortadan kalkmadı. Zenci-Beyaz ayrımı biçiminde 1960’ların sonuna kadar ka­musal alanda ırkçı ayrımcılık sürdü. Avrupa’da da ırkçılık antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) biçiminde tezahür etti ve II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın ırkçı rejimi milyonlarca Yahudi’yi ve onlar gibi geri saydığı Çingeneleri ölüme gönder­di. Aşağı ırktan kabul edilen Slavlar da köle işçi olarak savaş endüstrisinde çalıştı­rıldılar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası örgütler ve devletler ırkçılığa en­gel olacak düzenlemelere gittiler.

Enerji, Teknoloji ve Nüfus

Yalnız kalabalıklar:

Kalabalık kentlerde eski dayanışma ve aidiyet ilişkilerinden kopan bireylerin kendilerini bu kalabalık içinde yalnız, güvensiz ve belirsizlik içinde hissettiklerini anlatan, sosyolog David Riesman’ın kavramıdır)

Endüstri toplumunun en önemli özelliği, onun kitlesel üretim için yüksek kalori sağlayan fosil yakıtlara ve elektrik enerjisine dayanmasıdır. Fosil yakıtlar ve elek­triğin sağladığı yüksek miktardaki nitelikli enerji, birim zamanda yapılan işi tarım toplumlarına göre çok artırmış ve bu da üretimde patlamaya yol açmıştır. Hayvan ve insan gücünün bir enerji kaynağı olarak tamamen tasfiye edildiği bu süreçte, onların yerini fosil yakıtlar veya elektrik enerjisi kullanan makineler almış ve önce bu makinelere dayanan yeni bir teknoloji doğmuştur. Bilimsel devrimin ve yeni bi­limsel buluşların desteklediği bu yeni teknoloji, yüksek bir bilgi düzeyi ve stan- dartlaşmış bir iş gücü talep etmektedir. Bu nedenle devletler bu yeni düzenin ihti­yaç duyduğu niteliklerin kazandırılacağı bir insan yetiştirme meselesini, temel me­seleleri arasına koymak zorunda kalmış; yüksek standart iş gücü talebi kırsal tarım­cı nüfusun hızla işçileşmesine yol açmıştır. Teknoloji önce buhar gücüne dayanı­yordu. Buhar gücünü elde etmek için kömür temel bir enerji kaynağıydı. Buna bağlı olarak 19. yüzyılda ekonomiler kömür elde etmeye yoğunlaştı. Buhar gücü başlangıçta tekstil alanının öncü sektör olmasını sağladı. Ardından bir enerji kay­nağı olarak petrol ve onun kullanıldığı yanmalı motorlar devreye girdi. bu süreçte otomotiv sektörü ile elektrik sektörü egemen sektörler haline geldi (Fotoğraf 7.5 Otomobiller ve trafik). II. Dünya Savaşı’ndan sonra uzay, havacılık ve iletişim sek­törleri ile nükleer enerji kaynakları gelişti ve öncülüğü ele geçirdi. Bu hızlı tekno­lojik gelişme yeni bir insan tipini gerektiriyordu. Bu insan geleneksel kültürleme süreçleri içinde ortaya çıkamazdı. O yüzden insanlar çok küçük yaşlardan itibaren
devletin örgütlediği örgün kurumlar tarafından eği­tim sürecine sokuldular. Artık geleneksel yapıların kültürleme işlevini bizatihi devlet ve okul, hatta okul­öncesi kurumlar görmeye başladı.

Endüstri çağında nüfus da çok hızla arttı. Görece daha iyi yaşam koşulları, bilimsel gelişmeler sayesin­de bazı salgın hastalıkların ortadan kaldırılması gibi nedenlerle, tarım toplumlarının aksine, ömür bek­lentisi yükseldi, bebek ölümleri azaldı ve nüfus artı­şı daha önce görülmemiş bir biçimde arttı. Zaman içinde doğurganlıkta da düşüş yaşanmasına karşın, ölüm hızındaki düşüş doğum hızındaki düşüşten da­ha hızlı olduğu için, nüfus artışı da dramatik bir bi­çimde gerçekleşti. Endüstri Devrimi’nin başlangıcın­da, 1800’lerde dünya nüfusu 910 milyon kadardı. 1850’ye gelindiğinde nüfus 1 milyar 200 milyona, 1900’de 1 milyar 600 milyona, 1950’de 2 milyar 485 milyona ve 2000’de 6 milyara ulaştı. 19. yüzyıldaki hızlı nü­fus artışı Avrupa’dan Kuzey ve Güney Amerika’ya, Avustralya’ya ve Güney Afri­ka’ya yönelik büyük göçlere neden oldu. 1830 ile 1930 yılları arasında Avrupa’dan sadece Kuzey Amerika’ya göç eden insan sayısı 60 milyonu bulmuştu. Bu, tarihte görülmüş en büyük insan yerdeğişimi idi.

Yeni Kent ve Kent Yoksulları

Endüstrileşmenin merkezi kentler oldu. Buna bağlı olarak daha önceden bildiği­miz, belirli bir tarımsal art alanın merkezi olan, o alanın tarım dışı ihtiyaçlarını kar­şılayan ve pazar hizmeti gören, bir ölçüde yönetim ve adalet işlerinin yürütüldüğü eski kent, büyük bir dönüşüme uğradı. Öncelikle kentlerin nüfus yapısı değişti. En­düstrinin ihtiyaç duyduğu insan gücü, kırlardan kentlere aktı. Kırsal alanda endüs­triyel tarımın başlamasıyla toprakların hızla bütünleşmesi ve böylelikle makinelerin kullanıldığı büyük çiftlik tarımcılığının gelişmesi, kır nüfusunu büyük ölçüde top- raksızlaştırdı. Üretken nüfus ihtiyacı duyan kentlerin görece çekiciliği ve kırsal ala­nın topraksızlaşmaya bağlı iticiliği, geleneksel kentlerin hızla büyümesine, varoşla­rın ve gecekondulaşmanın ortaya çıkmasına yol açtı. Erken endüstrileşen ülkeler­de kentler, gecekonduların doğmasına engel olacak biçimde işçi yurtları şeklinde gelişen düzenli yeni mahallelerin kurulmasıyla gelişirken, dünya ekonomik siste­mine eklemlenen ülkelerdeki kentler, çarpık büyüdüler. Çarpık büyümenin en önemli göstergesi plansız kentleşme ve gecekondulaşmadır. Buralarda görece er­ken kente gelenler işçileşirken, iş gücü ihtiyacının doymasından sonra gelenler iş­siz ya da geçici işlerde çalışan kent yoksullarını meydana getirdiler. Tarımdan elde edilecek gelirin güvensiz ve yetersiz oluşu yüzünden kırın neredeyse tamamen bo­şalması nedeniyle, artık büyük kentlerden (metropollerden) değil dev kentlerden (megapollerden) söz ediyoruz. Artık kent dediğimiz ölçek on milyonluk nüfusları barındıran bir toplumsal ortamı çağrıştırır hale gelmiştir. Tarım dönemi kenti, on beş-yirmi bin nüfuslu bir merkezdi. İmparatorluk merkezi niteliğindeki büyük kentlerin nüfusu ise ancak yüz binlerle ölçülebiliyordu. Örneğin en görkemli dö­neminde İstanbul’un nüfusu ancak 750 bini bulmuştu. Endüstri çağının ilk büyük kentleri ise en çok 1-2 milyon kişiyi barındırıyordu. Bugün artık yerleşme örüntü- sünün hâkim görüntüsü milyonlarca kişinin yaşadığı dev kentlerin ulus-devletlerin siyasal ve iktisadî ölçeklerini ve sınırlılıklarını aşarak oluşturduğu bir yeni haritadır.

Yoğun Endüstriyel Tarım

Tarımdaki büyük nüfus kaybı ve makinenin tarla­ya girmesi, tarım alanında da büyük bir dönüşü­me yol açtı. Tarımda makine teknolojileri ve para ekonomisi benimsendikçe, geleneksel geçim fa­aliyetlerine göre besinlerin ve diğer endüstriyel tarım ürünlerinin niteliğini büyük ölçüde yüksel­ten yeni üretim yöntemleri ortaya çıktı. Böylelik­le besin üretiminde yer alan fazla nüfusun başka alanlara kaymasının iktisadî zemini de hazırlan­mış oldu. Tarımda ortaya çıkan bu değişim şu şe­kilde özetlenebilir:

  1. İnsan ya da hayvan gücünün yerini makine kul­lanımı aldı.
  2. Besinler yerine yoğun endüstriyel bitki üretimi­ne geçildi.
  3. Gübre, tohum, mazot gibi piyasadan temin edilen kaynak (girdi) kullanı­mında yoğunlaşma ortaya çıktı.
  4. Nüfus artışı yaşandı ve bu nüfus kırdan kentlere doğru hareketlenerek kent­lerin nüfus yoğunluğunu artırdı.
  5. Tarımda da uzmanlaşma ortaya çıktı. Tarım makinelerinin üretim, bakım ve işletilmesinden tarla içi üretim süreçlerinde uzman kullanımına kadar uza­nan bir dizi meslek erbabı ortaya çıktı.
  6. Üretimde girdilerin çoğalması ve bunların üretimdeki önemlerinin artması tarımda ticarî ilişki ağının genişlemesine yol açtı. Kasaba ve kentlerdeki bir takım esnaf girdi temini sorununu bir tür kredi konusu yaparak, tarımdan daha fazla artık-değer çekmeye başladı. Tarlada üretilen ürün, bizzat çiftçi tarafından pazarlara taşınmak yerine, tarlada alıcı olan tüccarlar eliyle piya­saya sunulmaya başlandı.
  7. Tarımcılar giderek dünya ekonomisinin dalgalanmalarına, fiyat artış ve dü­şüşlerine daha fazla duyarlı hale geldiler ve bu riskleri karşılamak için daha fazla ürün elde edecek yeni tekniklerle ekim-dikim yapmaya, daha fazla ala­nı tarıma açmaya başladılar.

Bütün bu gelişmelere karşın, insan ve hayvan gücü endüstriyel tarımdan hâlâ tam olarak dışlanmış değildir. Bazı bölgelede üretimin belli evrelerinde insan ve/veya hayvan gücünden yararlanılmakta ve makineler belirli bir evrede devreye sokulmaktadır. Örneğin pamuk ve pancar toplayıcılığı gibi yoğun emek gerektiren üretimlerde insan emeğinin yeri hâlâ devam etmektedir. Enerji kullanımı bakımın­dan da bölgeler arasında farklılıklar vardır. Bu farklılıklar, tarımcıların ekonomik gücüyle ve piyasa ekonomisine bağımlılık derecesiyle yakından ilişkilidir. Kredi bulma olanakları, pazarlara yakınlık, verimlilik gibi etkenler tarımcıların enerji kul­lanım stratejilerini belirlemektedir. Tarımda makineleşmenin genelde olumsuz so­nuçlara yol açtığı söylenebilir. Böylelikle geleneksel olarak tarımla uğraşan ve baş­ka alanlarda çalışmak için niteliği olmayan geniş bir kesim işsiz kalmış ve kentle­re ya da başka çekim merkezlerine (örneğin Türklerin Avrupa’ya işçi olarak göçü) göç etmişlerdir.

Yoğun endüstriyel üretimin yarattığı bir diğer önemli sonuç, ticarî ve endüstri­yel niteliği olan ürünlere daha çok toprak, kaynak ve iş gücü ayrılması biçiminde
görülür. Pamuk, keten, kenevir, kauçuk, tütün, pancar gibi endüstriyel ürünler, te­mel besin üretiminin yerini aldığı gibi, daha çok pazar ve para ekonomisi ilişkisi­ni gerektirmekte, tarımcıları kapitalist ekonomiye daha sıkı biçimde entegre et­mekte ve küresel ekonominin dalgalanmalarına açık hale getirmektedir. Bunun gi­bi çay, kahve ve şeker kamışı gibi ürünler, bu süreçte neredeyse bütün bir ülkenin ekonomisinin dayandığı ürünler haline gelmiştir.

Ancak bütün bunlara karşın yoğun üretim, dünyanın hâlâ küçük bir bölümün­de gerçekleştirilmektedir: Dünya topraklarının sadece %11’i tarımsal üretim, %20 kadarı da otlak olarak kullanılmaktadır. Dünya nüfusunun %80 kadarı bu toprak­ların aşağı yukarı %15’inden beslenirken, bu bölgenin büyük bir kısmında daha az yoğun üretim teknikleri kullanılmaktadır.

İlgili Makaleler