Kimdir

En-Nesefi kimdir? Hayatı, eserleri ve Tefsiri

En-Nesefi kimdir? Hayatı, eserleri ve Tefsiri: Tarihte bir kültür ve medeniyet bölgesi olan Maveraünnehr, münbit ve stratejik arazisi bakımından da bir istikrarsızlık bölgesi olmuştur. Tefsir alanında Zemahşeri ve Fahruddin er-Râzi gibi şahsiyetleri yetiştiren bu bölge bir ilim ve medeniyet merkezi haline gelmiştir. Bu münbit bölge, önce Karahanlılar sonra Gazneliler, Büyük Selçuklular devrinde mahalli hükümdarlar elinde kalmış ve nihayet Moğol istilası başlayıncaya kadar Harzemşahlar elinde bulunmuştur. Moğol istilası, bu canlı ve hareketli bölgenin iktisadi, içtimai ve ilmi hayatını hemen hemen söndürmüştü.

İşte müfessirimiz, Hafizuddin Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmet b. Mahmud en-Nesefi, bu Moğol istilasının hemen akabinde, siyasi çalkantılarla dolu bir dönemde yetişmiş ve bu bölgede İslâm’ın ve İslâmi ilimlerin ne derece sağlam bir şekilde yerleşmiş olduğunu ispat etmiştir.

Ebu’l-Berekat en-Nesefi Özbekistan’daki Sogd ülkesinin Nesef şehrinde doğmuştur. Nesef, Buhara-Belh yolu, üzerinde, Buhara’ya dört, Belh’e de sekiz günlük mesafededir. Ölüm tarihi kafi olarak bilinmeyen Nesefi 642/1244 yılında vefat etmiş olan Şemsu’l-Eimme Muhammed b. Abdussettar el-Kerderi’den ders okuduğuna göre, bundan önceki tarihlerde Nesefte VII. asrın ilk çeyreğinde doğmuş olmalıdır.

Nesefi, Şemsu’l-Eimme Muhammed el-Kerderi, Hamiduddin ed-Darir, Ali b. Muhammed er-Ramitini, Bedruddin Haher Zâde’den ders almıştır. İmam Muhammed’in ez-Ziyadatını, Ahmet b. Muhammed el-Attabi’den okuyarak, ondan rivayet etmiştir.

Tahsilini tamamladıktan sonra müderrisliğe başlamış ve Kirman’daki “el-Kutbiyye es-Sültaniyye” medresesinde müderrislik yapmıştır. Mühim ders kitapları yazan Nesefi, bu eserlerinden bazılarını bizzat kendisi okutmuştur.

Meşhur talebeleri, Muzafferuddin Ahmet b. Ali es-Sa’ati, Nesefi’nin “Kenzu’d-Dekâiki”nin bizzat müellifinden, yukarıda adı geçen medresede okuduğunu söylemektedir. Eserlerinden “Kenzu’d-Dekâik’nin 683/1284; “Kitâbu’l-Kafi”nin 689/1290 yıllarında Kirman’daki medreselerde okutulduğu bilinmektedir.

Nesefi’nin meşhur talebeleri Mecmeu’l-Bahreyn müellifi Muzafferuddin b. es-Sa’ati (ö. 694/1294-1295) ve el-Hidâye sarihlerinden biri olan Husamuddin el-Huseyn b. Ali b. Haccâc es-Siğnaki (ö. 714/1314-1315) dir.

Müellifimiz ilim tahsili için bazı seyahatler yapmış ise de, bu seyahatleri hakkında hemen hemen hiçbir bilgimiz yoktur. Sadece onun 700/1300-1301 veya 710/1310 tarihlerinde Bağdat’a yapmış olduğu seyahatten haberdar olmaktayız ki orada da el-Hidâye’yi şerhettiği kaydolunmaktadır. Ölümünün Bağdat’tan dönüşünden hemen sonra oluşu bu seyahatinin 710 yılında olduğunu söyleyenlerin görüşüne daha uygun olmaktadır.

Birçok talebe yetiştirmiş ve her yönde pek çok eserler vermiş olan Nesefi’nin telif ettiği eserler kabul görmüş ve asırlar boyu medreselerde okutulmuştur. Kendi şerhlerine ilave olarak, daha sonra gelenler tarafından şerhler, haşiyeler ve muhtasarlar yapılmıştır. Bazıları onu, ilminden dolayı “Mezhebde müctehid” lerin sonuncusu olarak kabul etmektedirler. Bu da onun fıkıhtaki değerini gösterici mahiyettedir.

Nesefi Bağdat’a yaptığı seyahatten dönerken, İsbahan ile Huzistan arasındaki “Ezec”, şehrinde hastalanarak orada 710/1310 Ağustos’unda vefat etmiş ve oraya gömülmüştür.

Bir Hanefi fakihi olarak şöhret kazanan Nesefi, Türk-İslâm dünyasında günümüze kadar ulaşan eserleriyle tanınan mühim bir şahsiyettir. En mühim eserleri fıkıhla ilgilidir.

 

Eserlerinden bazılarını şöylece sıralayabiliriz.

Bunlardan başka daha pek çok eseri olan Nesefi’nin İslâm aleminde şöhret kazanan “Medâriku’t-Tenzil ve Hakâikut-Te’vil” adlı tefsirinin tahliline geçebiliriz.

Nesefi’nin “Medâriku’t-Tenzil” adlı tefsiri bazı özellikleri ile temayüz etmiş, İslâm aleminde tutunmuş ve benimsenmiştir. Kendisi tefsirinin baş tarafına koyduğu kısa mukaddimesinde, besmele hamdele ve salveleden sonra şöyle demektedir:

“İsteğine açıkça uymam gereken bir zat benden te’vilata dair orta halli bir kitap (tefsir) yazmamı istedi. Bu kitap, ı’rab ve kıraat vecihelerini içine alan, bedi’ ve işaret ilimlerinin inceliklerini ihtiva edecek, Ehlu’s-Sunne ve’l-Cemaatin sözleriyle süslenecek, bid’at ve delalet ehlinin batıl görüşlerinden hali olacak, usandıracak kadar uzun, kelimenin anlamını bozacak derecede kısa olmayacak.”

Hakikaten Nesefi’nin bu teftin, ileride de temas edeceğimiz gibi, bütün bu özellikleri ihtiva etmektedir. Bu tefsir dirayet ve rivayet metotlarını insicamlı bir şekilde toplayan, muhtasar, muhtasar olduğu kadar da pek çok ilim ve sanat ve inceliklerini ihtiva eden bir tefsirdir. Tefsir oldukça akıcı ve kolay bir üslupla yazılmış, bu sebepten dolayı bu tefsir üzerinde fazlaca haşiye ve ta’likler yapılmamıştır. Ama bu demek değildir ki bu tefsire hiçbir haşiye yapılmamıştır.

Bu tefsir İslâm aleminde bilhassa Hanefi mezhebi mensupları arasında tutulmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi Nesefi’nin yaşadığı bölgede kendinden evvel çok şöhretli tefsirler ortaya çıkmasına rağmen, bu tefsir bu şöhretler arasında değerini koruyabilmiştir. Zemahşeri’nin tefsirinin, Mutezile mezhebini teyid eden haberlerle dolu olması, Fahruddin er-Râzi ve Kâdi Beydâvi’nin tefsirleri ehlisünnet akidesini her ne kadar veriyorsa da bu iki alimin Eş’ari mezhebini iltizam etmiş olması Muteziüe ve diğer mezheplere karşı, kendi mezheplerini teyid eden bir tavır takınmaları, Maturidi mezhebinin görüşlerini aksettirecek bir tefsire ihtiyacı ortaya koymaktaydı. Maturidi’nin görüşlerini aksettiren “Te’vilaiu’l-Kur’an” varsa da Moğol istilası sırasında bölgedeki nüshaların ve alimlerin imha edilmiş olmaları, böyle bir tefsire ihtiyacı zaruret haline getirmiştir.

Nesefİ’nin bu tefsirinde, kıraat ve i’rab konularına ağırlık verilmiştir. Yine bu tefsirde, kelârni konulan ihtiva eden âyetlerin tefsirinde ehlisünnetin görüşlerini açıklamaya ve delilendirmeye hususi bir önem verilmiştir. Eser, zaman zaman kıssalar, darbı meseller ve güzel sözlerle süslenerek akıcılığı sağlanmıştır. Fıkhi hükümlerin dayanağı olan âyetlerde müfessirin, Hanefi mezhebinin görüşleri paralelinde hareket ettiği görülmektedir.

Genellikle her müfessir, kendinden evvelki tefsirlerden istifade etmiştir. Tefsirinde verdiği isimlere bakacak olursak, sahabe, tabiin ve daha sonrakilerden tefsir görüşlerini nakletmektedir. Müfessir, zayıf gördüğü rivayetleri “Kîle” lafzı ile nakletmektedir. Müfessirimizin yetiştiği zamanda, Moğol istilası sebebiyle müdevven tefsirlerin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ancak, Zemahşeri’nin Keşşafından yaptığı nakillerden, elinde bu tefsirin bir nüshası bulunduğu anlaşılmaktadır.

Nesefİ’nin tesfiri bir dirayet tefsiri olmakla beraber, onda rivayet metoduna da geniş bir yer verildiği görülmektedir. Bilhassa İbn Abbas’ın açıklamalarına çokça yer vermiştir. Nakillerde ve âyetlerin tefsirinde, İbn Abbas’ın sözlerine öncelik verdiği görülmektedir. Diğer müfessir sahabe, tabiin ve etbâu’t-tabiilerden nakiller yapmıştır. Fakat onun tefsirindeki en mühim kaynağı Keşşaf tefsiridir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Zemahşeri’nin kendine has olan üslubunu Medârik’te göremeyiz. Nesefİ’nin Keşşaftan yaptığı nakillerde, ondaki itizali görüşleri ayıklıyarak aldığı unutulmamalıdır.

Nesefi, genellikle isim vermemesine rağmen tefsirine Keşşaftan çok şeyler almıştır. Aldıklarını genellikle kısaltarak kendi üslubu ile takdim etmiştir. Mûtezili fikirleri ayıklayarak ayrıca bir mezhebe reddiye mahiyetinde cevaplar vermiştir. Keşşaftan yaptığı nakilleri bazen kaynak göstererek, bazen kaynak göstermeden ve üslubu değiştirmeden aynen, bazen de üslubunu değiştirerek ve kısaltarak vermektedir.

Nesefi’nin tefsirinde dil ve belagat yönüne önem verdiğini söylemiştik. O, nahiv ve i’rabla ilgili tevcihlerinin büyük ekseriyetini Basra ekolü mensuplarından almakla beraber, Küfe ve Bağdat ekollerinden de istifade etmiştir. Genellikle Halil b. Ahmet, Sibeveyh, Ferra, Zeccâc’ın fikirlerini nakleder, Muberred ve Sa’leb, Ahfeş, Kisâi, Kutrub, Ebu Ubeyde, el-Cevheri gibi zevat, dile dair görüşleri nakledilenler arasında bulunur.

Dil ve belagat yönünden Zemahşeri’nin büyük bir tesiri görülür. Nesefi tefsirinde di!, i’rab ve belagat konularına geniş yer vermiştir. Ayetlerde geçen edebi sanaatları bazen tarif etmiş, bazen de uygulama şekillerini açıklamaya çalışmıştır. Kendisi Arap olmadığı için, Arap olmayan okuyucularına Arap dilinin bütün özelliklerini gösterme gayreti içerisindedir. Tefsirinden dil ve kıraate dair olan ibareler çıkarılacak olursa, geriye fazla bir şey kalmadığı görülür. Kendisi dil ekollerini ve aralarındaki ihtilafları gayet iyi bilmektedir. Bu sebepten de genellikle, Arapça bilmeyen Müslümanlara hem Kur’an’ı hem de Arapça’yı öğretme gayreti göze çarpmaktadır. Mesela, Bakara Sûresi’nin 24 “…Yapamazsanız ki, yapamayacaksınız…” âyetinin tefsirinde in aslını açıklarken “Halil b. Ahmet’e göre kelimesinin aslı den gelmiştir. Ferrâya göre dır. Fakat elif nuna çevrilmiştir. Sibeveyhe göre ise tekid-i nefyi istikbal için konulmuş bir harftir” demektedir:

Bakara Sûresi’nin  72.  âyetinde  geçen açıklamaktadır:

Kelimenin lügat manasını çeşitli yönlerden açıkladıktan sonra, kelimenin aslının olduğunu söyler. Hafifletmek ve idgamı mümkün kılmak için “Ta”yı kelimenin ilk asli harfi olan “Dâl”a çevirdiler. Sonra idgamın mümkün olması için kelimenin ilk harfi olan “Dâi” sakin kılınır. Çünkü idgamın şartı birinci harfin sakin olmasıdır. Bir kelime sakin bir harfle okunamayacağı için başına vasıl hemzesi ilave edilerek şekline geldi demektedir. Bu şekilde dil yönünden pek çok misalleri tefsirin hemen her sahifesinde görmek mümkündür. Onun   belagat   konusuna   verdiği   öneme   şu   misali   verebiliriz:   Bakara Sûresi’nin 16. “..Alışverişleri kar getirmedi..” âyeti açıklarken şöyle demektedir:

Nesefi “Rıbh” kelimesinin ana mal üzerindek fazlalık; “Ticaref’in ise kazanç için alışveriş yapan tacirin sanaatı olduğunu behittikten sonra “Kazancın ticarete isnadı, mecazi bir isnaddır. Manası “Ticaretlerinden kar etmediler” olacaktır. Zira ticaretin kendisi kar etmez (ticareti yapan kar eder). Ayetin başındaki delaletin, hidâyet yerine satın alınması mecaz olarak zikredilince, hemen arkasından bunların teşrihi (istiareyi müraşşaha) olarak kar ve ticaret kaydedilmiştir” demektedir.

Nesefi, bu gibi edebi sanaatların uygulanışını bazen gösterirken, bazen de uygulamaya geçmeksizin âyette bulunan teşbihi müşebbeh ve müşebbehünbih ve vechü’ş-şebehi göstermekle yetinmiştir.

Nesefi’nin tefsirinde önem verdiği hususlardan birinin de kıraat olduğunu söylemiştik.   Mütevatir   olsun,   şazz   olsun,   hemen   hemen   bütün   kıraatleri göstermeye çalışmıştır. Mukaddimesinde de belirttiği gibi aslolan on kıraati almakla beraber, Hz. Osman’ın resmi mushafının dışında, Abdullah b. Mes’ud, Ubeyy b. Ka’b ve Ali gibi meşhur mushaf sahiplerine de işaret etmektedir. Mesela, Bakara Sûresi’nin 72. ayetinde geçen lafzın lafzının nereden geldiğini verdikten sonra. Ebu Amr’in kıraatında hemzesiz olduğunu göstermektedir.   Keza;   Tâhâ   Sûresi’nin 71. “…ona   inandınız…”  âyetindeki ifadesini tefsir ederken; diyerek bu kelimenin medli, hemzeli veya iki hemzeli olarak okunuşunu gös­termektedir.

Nesefi, tefsirinde sebeb-i nüzule dair kendisine ulaşan hemen bütün haberleri hemen hemen eserinde belirtmeye çalışmıştır. Nüzul sebeplerine ait haberleri verirken, bir değerlendirmeye gitmemekte ve kendine ulaşan bu haberleri nakletmekle yetinmektedir. Şayet o, âyetin nüzul sebebini malum mazi sigası ile veriyorsa, bu haber tercih edilmiş makbul ve sahih bir rivayettir.

Meçhul  mazi   veya  meçhul  muzari   sigasıyla  nüzul  sebebini naklediyorsa, bu diğerleri kadar sahih bir rivayet değildir. Eğer lafzı ile nüzul sebebini naklederse bunlar sahih olmamakla beraber, müfessir bu türden nakilleri genellikle ikinci ve üçüncü nüzul sebebi olarak vermektedir. Mesela, Bakara Sûresi’nin 115. “Doğu da Batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir” âyetinin tefsirinde şöyle demektedir:

“İbn Ömer (ra) den rivayet edildiğine göre bu âyet yolcunun, binek üzerinde iken namazı nasıl kılacağı hakkında nazil olmuştur. Yolcunun bineği nereye yönelirse yönelsin (namazı sahih olur).

Denildi ki bir grup kıbleyi tayin edemeyerek çeşitli yönlere namaz kıldılar.

Sabah olunca hatalarını anladılar ve bunda mazur görüldüler. Bu “Kıbleye arkasını dönerse namazı sahih olmaz” diyen Şafi’iye karşı bir delildir.”

Nesefi, bu haberde nüzul sebebinin kimden rivayet edildiğini belirtmektedir.

Bundan sonra lafzı ile ikinci ve üçüncü haberleri vermiş ve imâm Şafi’i’ye karşı sebebi nüzule dayanarak hüküm istinbatında bulunmuştur. Üçüncü ise dua ve zikir için yönlendiği, manasını vermektedir.

Keza Meryem Sûresi’nin 64. “Biz ancak Rabbimin emri ile ineriz” âyetinin nüzul sebebi olarak şöyle demektedir:

Hz. Peygamber’den İbn Abbas şöyle rivayet eder:

“Ey Cibril, bizi ziyaret etmenden daha fazla ziyaret etmene mani olan nedir” demişti. Bunun üzerine:

“Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz..” âyeti nazil oldu. Burada, Nesefi, bu âyetin iniş sebebinin İbn Abbas tarafından rivayet edildiğini tasrih etmektedir.

Büyük bir Hanefi fakihi olan Nesefi, usûlu’i-fıkh ve furu’una dair eserler vermiştir. Fıkhi hükümlerin dayanağı olan âyetlerin tefsirinde mutlaka o âyetten elde edilen hükümlere temas etmiştir. Fıkhi âyetierin geçtiği yerlerde Şâfi’i ve Mâliki mezheblerinin görüşlerine de işaret eden Nesefi, tevcihlerinde Hanefi mezhebini teyid eden bir yol tutmuştur. Bazılarınca “Mezhebde müctehid” olarak kabul edilirken, bazılarınca da “Zâhiru’r-rivaye kaviller iie zayıf ve nadir kaviller arasını tefrik ve temyiz edebilecek mukallidler” tabakasından sayıian Nesefi’nin tefsirinde kendi içtihadlarına rastlanmaz. Daha ziyade Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer’in kavillerini nakletmekle yetinirken, bazen de mezhep imamlarının isimlerini ve mezhebinin adını vermeksizin gibi ifadelerle mezhebi olan Hanefi mezhebinin görüşlerini zikreder.

Nesefi, fıkhi âyetierin tefsirinde çeşitli kaynaklara atıflarda bulunmuştur. Bazen kendisinin “el-Kâfiye” ve “Keşfu’l-Esrâr fi şerhi’l-Menâr” adlı eserlerine atıflarda bulunarak bu konuda yeterli bilginin orada verildiğine işaret etmektedir. Nesefi, el-Pezdevi (ö. 482/ 1089) den, Ebu’l-Hasan el-Kerhi’den nakillerde bulunmuştur.

Nesefi’nin önemli bir yönünün fıkıh olduğunu ve eserlerinin birçoğunun bu yönde bulunduğunu söylemiştik. Bölgelerin ve şartların değişikliği sebebiyle usûl ve furu’ fıkıh meselelerinde bazı farklılıklar olduğu herkesin malumudur. Müfessirimiz fıkhi âyetlerin tefsirinde kendi mezhebi olan Hanefi mezhebi ile diğer mezhepler arasındaki farklılıklara işaret ettiği gibi, Hanefi mezhebi içerisinde Ebu Hanife’nin talebeleri arasında meydana gelmiş bazı ihtilaflara da zaman zaman işaret eder. Genellikle fıkhi âyetlerin tefsirinde İmam Şafi’i’nin görüşlerini muhatap alarak, Hanefi mezhebini tercih eden açıklamalara da yer verir. Nesefi’nin tefsirinde fıkha verdiği önemi gösteren bazı misalleri verelim.

Mesela; Bakara Sûresi’nin 18.  “Onlar, doğruluk yerine sapıklığı aldılar da…” âyetini tefsir ederken, âyetin genel açıklamasını yaptıktan sonra şöyle der:

“Burada teati (karşılıklı alıp verme, icab ve kabul sözlü söylemeden satışa arzedilen malı alarak bedelini bırakma) yoluyla aldımverdim lafızlarını söylemeden alım ve satımın cevazına işaret vardır. Kendi ihtiyarlarıyla hidâyete mukabil delaleti satın almışlar ve buna da satın alma adı verilmiştir. O halde, bir kimse, bir başkasından bir şey alır da rızasıyla ona bu aldığını bırakırsa ve dili ile bir şey söylememiş olsa o malı satın almış olduğuna bizim için delil olur”.

Keza, Bakara Sûresi’nin 237. “Eğer onlara meni-tayin ederde, el sürmeden, onları boşarsan…” âyetini açıklarken “…Nikah akdi elinde olan erkeğin” kim olduğunu tayin ederken, mezhepier arasındaki ihtilafı göstermeye çalışmakta ve kendi görüşünü şöyle açıklamaktadır:

“Hz. Ali’nin de tefsir ettiği gibi bu kimse, kocadır. Sa’id b. Cübeyr, Şureyh ve ŞafiYıin (yeni görüşünde) görüşü de budur. Çünkü talak onun (kocanın) elindedir. Tabidir ki nikah akdinin devamı (kalması) da onun elindedir. Malik ve Şafi’i (eski görüşü) nin görüşüne göre nikah akdini elinde tutan kimse velidir. Biz de deriz ki veli küçük kızının malından teberruda bulunma yetkisine bile sahip değildir. Bunu veliye yükletmek nasıl caiz olur”.

Keza Nur Sûresi’nin 6-9. âyetlerinde, eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahidleri olmayanlar hakkında uygulanacak li’an hükümlerini açıklarken Nesefi şöyle demektedir:

“Karşılıklı lanetleşme (li’an) nin aslı bize göre, lanetle birlikte olan ve yeminle pekiştirilmiş şehadetten ibarettir. Bu, erkek hakkında haddu’l-kazf, kadın hakkında da zina haddinin yerine geçer. Çünkü yüce Allah bunu, şehadet olarak isimlendirmiştir. Koca, karısına zina isnadında bulunduğunda, her ikisi de, şehadete sâlih oldukları cihetle aralarında li’an sahih olur. “en-Nehr” de açıklandığı üzere lanetleştiklerinde kadı aralarını ayırmadıkça, ayrılık vaki olmaz. Züfer’e göre ise aralarında lanetleşmeriyle ayrılık vuku bulur. Bu ayrılık bir bain talaktır. Ebu Yusuf, Züfer ve Şâfii’ye göre bu ayrılık (talak değil) ebedi olarak haram kılıcıdır”, demektedir. Bu gibi misalleri artırmak ve Nesefi’nin fıkıh görüşlerini çoğaltmak mümkündür.

Kelâm ilmi alanında müstakil eserler meydana getirecek derecede ehlisünnet akidesi ve kelâm bilgisine sahip olan Nesefi’nin, tefsirinde kelâmi meselelere getirdiği tevcih ve açıklamalara bakılacak olursa, zamanına kadar kelâmi mezhepler arasında münakaşa edile gelen ihtilaflardan haberdar olduğunu anlamak mümkündür. Ve yine tefsirinden, Mutezile, Kerramiye, Mürcie, Hariciler gibi ehlisünnet dışındaki diğer mezheplenn görüşleri ve delilleri hakkında geniş bir bilgi sahibi olduğunu anlayabiliriz. Maveraunnehr’de Zemahşeri’nin öncülü­ğünü yaptığı Mutezile ve daha sonra Fahruddin er-Razi’nin mücadele ettiği Kerrâmiyye mezhebi bu bölgede hakim durumda idi. Nesefi’nin bunlardan haberdar olmaması, mümkün değildir. Nesefi, ehlisünnetin delili olan âyetlerin tefsirinde yer yer ihtilaflara işaret ederek, bazen kısa bazen de teferruatlı bir şekilde vermeye çalışır. Bu hususta fazla kaynaklara müracaat etmemesine rağmen, tefsirinin birkaç yerinde Maturidi’den nakillerde bulunmuştur. Ehlisünnet, akidesi dışına çıkmış bütün mezheplere karşı tavır almış, onların batıl görüşlerini tefsirinde de çürütmeye çalışmıştır. Mesela, Allah’ın görülüp görülmeyeceği meselesi, kelâmcılar arasında uzun ve sert tartışmalara sebep olmuştur. Mutezile Allah’ın görülmesinin mümkün olamayacağını, bazı âyetleri te’vil ederek söylerken, müfessirimiz Nesefi diğer Ehlisünnet kelâmcıları gibi, bu görülmenin mümkün olduğunu iddia eder.

Büyük günah işleyenin durumu hakkında, Nisa Sûresi’nin 93. “Kim bir Mü’mini kasten öldürürse, cezası içinde kalacağı cehennemdir…” âyetinin tefsirinde,

“Şayet Yüce Allah cezalandırırsa, bu takdirde cezası Ebedi olarak cehennemde kalmaktır.” Hz. Peygamber

“Eğer onu cezalandırırsa cezası budur”  buyurmuştur.  Hulud   (ebediyyet)   ile   bazen   uzun   müddet   kalma kastolunur. Mûtezile’nin bu ameli işleyen kişinin imandan çıkacağını söylemesi, Yüce Allah’ın “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı” âyetine muhaliftir” demek suretiyle görüşünü açıklamıştır.

Nesefi, Mûtezile’nin Allah’ın sıfatları hususundaki görüşünü benimsemez, birçok âyette onların görüşlerini reddeder. Mesela, Nisa Suresinin 166. “Fakat Allah sana indirdiğine şahidiik eder, onu bilerek indirmiştir.” âyetini açıklarken,

“Burada sıfatları inkar eden Mûtezile’nin görüşü nefyedilmektedir. Çünkü (yüce Allah bu âyette) kendi nefsine ilim sıfatını, ispat etmiştir. (Yani ilim sıfatı olduğunu bildirmiştir).” demektedir.

Keza, Bakara Sûresi’nin 3. “Onlar gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler” âyetini açıklarken ehlisünnet kelâmcıları arasında bile ihtilaf konusu olan amelin imandan bir cüz olup olmadığı meselesi hakkında,

“…Bu âyet amellerin imandan (bir cüz) olmadığına delalet eder. Zira namaz ve zekat iman üzerine atfedilmişlerdir, Atf ise ayrılığı (mugayereti) gerektirir” demektedir.

Keza, Bakara Sûresi’nin 8. “İnsanlardan inanmadıkları halde Allah’a ve ahiret gününe inandık, diyenler vardır” âyetinin tefsirinde, diyerek âyetin manasını açıklamaya çalıştıktan sonra “Bu âyet, imanın sadece dil ile ikrardan ibaret olduğunu söyleyen Kerramiyyenin bu görüşünü nefyeder. Çünkü Yüce Allah onlardan dil ile ikrar va’ki olduğu halde imanın ismini nefyetmiştir. Bu âyet imanın “Dil ile ikrar, kalb ile tasdikidir” diyen ehlisünnetin görüşünü teyid ettiğini” söyleyerek Kerrâmilere karşı olan tutumunu göstermektedir.

Yusuf Sûresi’nin 106, “Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a inanmazlar” âyetini açıklarken,

“Kula yaratma gücü isnad eden Kaderiyyenin söylediği, şirk cümlesindendir. Halis tevhid, ehlisünnetin dediğidir ki o da, Allah’tan başka bir yaratıcının olmadığıdır.” Demektedir,

Keza, Bakara Sûresi’nin 24. “… ve yakıtı insanlarla, taş olan ateşten sakının” âyetini açıklarken, diyerek bu âyet Cehm b. Safvan’ın söylediğinin aksine, cehennemin yaratılmış olduğuna delil olduğunu iddia edip Cehm’in görüşünü açık bir şekilde reddetmektedir.

Nesefi, Kur’an tefsirin ilk kaynağı olan Kur’an’ı kullanmış, selefin takip ettiği bu yoldan ayrılmamış, mümkün mertebe kapalı gördüğü âyetleri açıklayan başka âyetler varsa onları delil getirmiştir. Bunlara ait örnekler çoktur. Biz bir kaç tanesini verelim. Bakara Sûresi’nin 173. “Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini… haram kılmıştır…” âyetini açıklarken, âyette geçen nın âyette zikredilenleri ispat, bunların dışındakileri de nefy için olduğunu söyler. Yani size ancak ölü haram kılındı, kan haram kılındı denildikten sonra, buradaki kandan, akıtılmış kan kastedilmektedir. Zira başka bir âyette buyurulmaktadır. Yani burada mutlak olarak zikredilen kan, diğer âyette “Akıtılmış” sıfatı ile takyid edilmektedir, demektedir.

Keza, Hûd Sûresi’nin 107. “Gökler ve yer devam ettikçe onlar orada ebedi kalacaklardır” âyetini tefsir ederken, Nesefi burada kastedilen gökler ve yerin, bugünkü gökler ve yer olmadığını, burada, ahiret gökleri ve yerinin kastedildiğini bunların da mahluk olduklarını kaydettikten sonra, âyetini delil olarak getirmektedir. Nesefî, böylece âyetteki gökler ve yere bir açıklık getirildiğini söylemektedir.

Nesefi, âyetleri açıklama gayesiyle, Hz. Peygamber’in hadislerini de tefsirinde bol miktarda kullanmıştır. Hadislerin senedierini genellikle hazfetmiştir. Bazen de ilk ravisini verir. O, âyetlerin kendi mezhebini teyid edecek şekilde anlaşılmasına yardım edecek veya âyetleri açıklayacak yerlerde, âyetlerdeki ibhamı kaldıracak hadisleri almak suretiyle hâdise başvurmuştur. Aldığı hadisler arasında sahih, zayıf ve hatta mevzu olduğu bilinenler dahi vardır.

Mesela, Lokman Sûresi’nin 6. “İnsanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde, Allah yolundan saptırmak için gerçeği, boş sözlerle değişenler.” âyetini açıklarken “Lehvu’l-Hâdis” in ne olduğu hususunda çeşitli ihtimaller söyledikten sonra, bunun anlamının “Çirkin söz” olduğunu teyid etmek için, hadisini delil getirmektedir. Bu hadisin uydurma (mevzu) olduğu bilinmektedir. Keza, Bakara Sûresi’nin 48. “Ondan bir şefaat de kabul edilmeyecektir.” âyetinin tefsirinde zahir manaya bakarak, Mûtezile’nin şefaati inkarına karşı, burada kafirlere şefaat nefyedilmiştir, dedikten sonra Hz. Peygamberin; hadisini zikreder, Nesefi, hadisin ravisini ve isnadını vermez, fakat demek suretiyle, hadisin merfu olduğunu imâ eder.

İslâm’da pek çok tefsire, İsrailiyattan pek çok şeylerin girdiği bir vakıadır. Nesefi’nin bu tefsirinde geçmiş peygamberler ve ümmetlerine dair haberlerde pek dikkatli davranmadığını ve onlara dair nakledilen kıssaları bir kaçı müstesna değerlendirmeye tabi tutmadan lafızlarıyla verdiğini görüyoruz. Diğer tefsirlere nisbetle Medârik’te İsrailiyat azdır. Mevcut olanlar da mücerred kıssalardan ibaret olup, İsİâmi prensip ve akidelerle ters düşmemek­tedir.

Mesela, Bakara Sûresi’nin 54. “…Ey milletim, buzağıyı tanrı olarak benimsemekte kendinize yazık ettiniz. Yaratanınıza tevbe edin, tevbe etmeyenlerinizi öldürün…” âyetini açıklarken,

“Buzağıya tapmayanlara, ona tapanları öldürme emri verildiği ve o gün 70.000 kişinin katledildiği” söylenmiştir, demektedir.

Yine Bakara Suresinin 249. “Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra…” âyetini tefsir ederken,

“…Onlar 80.000 kişiydiler. Vakit çok sıcaktı ve Allah’ın kendileri için bir nehir akıtmasını istediler” demektedir.

Sonuç olarak VII. asırda Maveraunnehr bölgesinde yetişen büyük alim Nesefi, İslâmi ilimler alanında önemli bir yeri olan şahsiyetlerden bindir. Tefsiri ise fıkıh, kıraat, kelâm, dil ve belagat yönleriyle son derece cami ve faydalı bir tefsirdir. Zemahşeri’nin Keşşafının Mûtezili fikirlerini temizleyerek, onun orjinalitesi ve nüktelerine halel getirmeden, muhtasarı durumunda olan Medârik, ihtiva ettiği kabiliyet ve bilgilerle, İlahiyat öğrencileri için faydali ve önemli bir eserdir.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler