EHL-I SÜNNET
EHL-I SÜNNET
A.Turan ARSLAN
İslam aleminin büyük
bir çoğunluğu (% 93 kadar) tarafından kabul edilen ve gönül bağlanılan Ehl-
isünnet, Hz.Peygamberin sünneti İle sahabe ve onların yolunda olanlara verilen
bir isimdir.
İsmin ortaya çıkışı,
Hz.Pcygambcrin, ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı ve bunlardan sadece birinin, o
da kendisi ve ashabının yolundan yürüyenlerin Cennet’c girebileceği,
diğerlerinin ise Cchennem’lİk olacağına dair olan hadis gösterilmektedir.
Böylece, Rasıtlullah ile ashabının yolundan gidenlere ve her şeyleri ile bunu
benimseyenlere “Sünnet ve Cemaat Mensupları” manasına
“Ehlu’s-Sunne vc’1-Cemaa” denmiştir. Gerçi tek başına
“Sünnî” kelimesi çok erken dönemlerde kullanılmıştır. Bununla
beraber İslam dünyasında Sünnet ve Cemaat zümrelerine işaret etmek üzere
farklı terimler de kullanılmıştır. Nitekim, “Ehlu’s-Sünne” tabiri
yanında “Ehlu’s-Sunne ve’l-Ccmaa” Eh-lu’s-Sunnc vc’1-Cemaa
ve’I-Asâr”, “Ehlu’1-Ha-disvc’s-Sunne”, “Ehlu’s-Sunne
vc’I-İstikame”, “Ehlu’l-Ccmaa” gibi isim ve deyimlere rastlanmakladır.
Esasen itikadı
edebiyat açısından Sünniliğin tam anlamıyla ortaya çıkıp vücud bulması,
Emevîlerin son döncmclri ile Abbasî devrinin başlangıcındadır, hicrî 198 (m.8B)
yılma kadar gelişimini tamamlayan chl-İ sünnet akidesi, müteakip asır
zarfında, cüz’i değişme, ama kesin ve ciddi gelişme kaydederek hemen hemen
teşekkülünü tamamlamış ve günümüzde de kabul edilen şekli ile temayüz etmiştir.
Bu, hicri üçüncü asırdan itibaren müslümanlarm büyük bir çoğunluğu tarafından
kullanılan “Ehl-i Sünnet”in artık tam manasıyla yerleştiği ve
benimsendiği manasına gelmektedir.
Bununla beraber,
itikadî sahada “Ehl-İ Sün-net”in doğuşunu kesin çizgilerle tesbit
edebilmek pek o kadar kolay değildir. Zira Hz.Pey-gamber vefat ettiği zaman,
her bakımdan emniyete alınmış ve gerçekten güzel İşleyen ilmî
ve fikrî bir mdüzen
bırakmıştı. Bu bakımdan bilhüssa itikadı açıdan ümmetin cevap aradığı fazla bir
problemi yoktu. Ancak, üçüncü Halife Hz.Osman’ın hicrî 35 (m.656) yılında
şehdi edilmesiyle başlayan olayları takiben müslü-maniarın zihinlerinde cevap
arayan bir takını soru ve problemler belirmişti. İslam tarihinde ilk defa
müslümanlar birbirlerine kılıç çekmiş ve birbirlerini öldürmüşlerdi. Öyleki
ölen ve öldürülenler arasında “Bedir Ehli” olduğu gibi daha dünyada
iken Peygamberimiz taralından Cennct’lc müjdelenenler de vardı. Şimdi, bunların
Allah kalındaki durumları nasıl olacaktı? Mesele bu kadarla da bitmiyordu.
Çünkü insan, kendisi İçin önceden tesbit edilmiş bir kaderin mahkumu mu idi?
Yani rüzgarın esiş kuvvcLine göre oradan oraya savrulan bir yaprak gibi miydi?
Yoksa her türlü fiil ve davranışlarında tamamen hür mü İdi? Allah’ın yasakladığı
büyük günahlardan birini (adam öldürmek bunlardan biridir) işlemiş bir kimsenin
durumu ne olacaktır? Bir takım olaylara karışmış veya Kur’an’da belirtilen
emirleri yerine getirmemiş bir insan, İman ve İslâm dairesinin dışına çıkmış
olacak mıdır? İdarecilerin zulmü karşısında nasıl bir tavır takınılmalı? gibi
sorular, müslümanları Kur’an-ı Kerim ve Sünncı-i Nebevİye’nİn, bilhassa ilikad
bakımından tedkikine zorlamış veya en azından bu ve benzen meseleler üzerinde
düşünüp bir tavır almaya sevketmiştir. Nitekim, bu soruların farklı şekilde
cevaplandırılmış olmasından dolayı birçok itikadî ve buna bağlı olarak fıkhı
mezhebin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Gerek ashab, gerekse
onlardan sonra gelen bir kısım tabiîn ve tebeutabiîn, bu meseleler üzerinde
durulmasını hiç arzu etmediği gibi bunlar hakkında fikir beyan etmekten de
çe-kînmişelrdir. Bu arada kşunu da belirtelim ki yukarıda belirtilen
problemlerin bir çoğu netice olarak işi siyasete götürüyordu. Bu bakımdan
Abdullah b.Önıer, İbrahim en-Nalıaî ve Hasan Basri gibi zevat, bu konuda daha
sakin ve mutedil davranmaya gayret ediyorlardı. Bu şekilde mutedil davranan
zümrenin ortak yanlan temel İslamî esaslara ve devlete bağlılıktı. Bunlar,
cemaatın devam ve terakkisi için elinden geleni yapıyorlardı. Bununla beraber,
Ehl-i Sünnct’in fikir ve itikad esaslarının şekillenip belirmesinde Hasan
Basrİ’nin önemli bir yeri vardır. Zira o, devrin siyasî hadiseleri hakkında
fikir beyan etmiş ve Emevî aleyhtarı bir çok kimse ile görüşmekten çekinmemiştir.
Bununla beraber o, Emcvîlcre karşı ayaklanmayı tasvip etmediği gibi
müslümanların bu ayaklanmaya katılmasını da istememiştir. Mamafih o, zalim bir
İdareciye her zaman ve şartta itaati savunmamıştır. Bu konuda o,
Hz.Pcy-gamberin “Allah’a isayn olduğu cyrde mahluka İtaatyoktur”
hadisi ile Hz.Ebu Bekr’in halife seçildiği zaman irad ettiği hitabesinde dediği
gibi; “Allah’a isyan olduğu yerde halfcye itaat yoktur” prensibini
kendisine duştur edinmişti. Böylece o, Allah’a isayn olacak bir taleple
bulunulduğu zaman itaatin kalkacağını söylüyordu. Böylece onun görüşleri
ileride ehl-i sünnetin kanaati olarak değer kazanacaktı.
Ehl-i Sünnct’in
görüşlerinin teşekkülünde, ilk ciddi ve büyük isim İmam A’zam Ebu Ha-nife Numan
b.Sâbİttir. Onun, el-Fıkhu’1-Ek-ber adlı eserinde söz konusu ettiği İtikadî
esaslar ve bunların ele alınış tarzı, bilahare Ehl-i Sünnet akaidinin temel
taşları olarak mütalaa edilmiştir.
Gerçi Ebu Hanife’nin
Fıkh-ı Ekber’dc ortaya koyduğu İtikadî görüşlerin bir kısmı sonradan eklenmiştir.
Buna rağmen bu görüşler özünden bir şey kaybetmeden korunmuştur. Kısaca bunları
şu şekilde sıralayabiliriz: i-Tcvhid: Allah’ın birliğine, benzeri ve ortağı olmadığına
inanmadır ki, bu şu şekilde ifade edilir: Allah’a meleklerine, kitaplarına, resullerine,
ölümden sonra dirilmeye, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, hesab, mizan,
cennet ve cehenneme inanma, bütün bunların hak olduklarını belirtmedir.
“Allah Bir (ehad) dir, Samcd’dir, doğurmamıştır ve doğmamıştır. Eşi,
benzeri ve dengi yoktur” (İhlas suresi). Yani yarattıklarına benzemez.
Ayrıca fiilî ve zatî sıfatlarıyla veya İsimleriyle daima var olmuştur, var
olacaktır. Allah’ın zati sıfatları, Hayat, Kudret, İlim, Kelam, Semi’, Basar ve
irade’dir. Fiilî sıfatlan ise; Tahlik (yaratma), Tarzik(rızıklandırma), İnşa,
ibda (benzersiznın gelişimi, davranışı ve uzaysal-zamansal konumuyla- ilgili
olmuştur. Bu çatı içerisinde, çağdaş biyolojik ekolojinin belli başlı uğraş
alanları nüfusun dinamiği, enerji transferi, sistem modelleri kurma, besleyici
çevrimler (eye-les), çevrenin bozulması ve korunması gibi konular olmuştur.
Sosyal bilimlerde,
katı anlamda ekoloji kavramı ilk kez biyolojik coğrafya aracılığıyla beşeri
coğrafyaya girmişti ve pek çok coğrafyacı hemen konularını açıkça ekolojik
terimlerle yeniden tanımlamaya başladı. 1930’larda R.E.Park ve E.W.Burgess’İn
yönetimlerindeki Chicago şehir sosyolojisi okulu, tarihin kavramsal
muhtevasını beşeri ekoloji olarak tanımlamaktaydılar. Böyle bir sıfat (ya da
eiİ-ket) analojilerin doğrudan doğruya uzaysal ilişkileri açıklamak üzere
biyoloji sözlüğünden alındığı temeller üzerinde haklı gösterilme
iddasındaydı. Kısa bir süre için Chicago ekolojisi çok etkili olmasına rağmen,
kendi safdil analojileri, kaba deneyciliği ve işlevsele! tümdcngelimciliğİ
üzerinde bata çıka yürümüştür.
Beşeri ve sosyal
bilimlerdeki ekolojik yaklaşımların en verimli uygulamalarından bir kaçı
antropolojiyle İlgili olanlardır. Bu, XIX. yüzyılın çevreye duyduğu İlginin
baştan ayağa baskısı altında olan içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk otuz
yılında Durhcİm (1858-19İ7) ve Boas (1858-1942)’in çifte entelleklüel
egemenliğine rağmen böyle olmuştur. Fakat her ne kadar çevreyle ilgili
konular çoğunlukla kenarla ilgili (periphcral) bir konu olarak görülmüşse ve
çevre bir belirleyici (determinant) rolüyle uyum sağlamışsa da, bu gelenek
çerçevesinde çevresel etkileşimlerle ilgili bir takım çalışmalar yapılmıştır.
Boas’ın orta Eskimo üzerine yaptığı çalışması burada zikredilebilir; tabii ki,
Mauss’un ve Bcuchat’ın aynı konudaki eserleri de. İngiliz okulu aynı zamanda
çevresel etkileşimlere İlişkin bir kaç inceleme sunar bize (örneğin
Evans-Prİtchard’ın The M/tv’i).
Ekoloji kavramının
antropolojide gerçekten açık ilk kullanımına 30’lu yıllarda Julian
Sıe-vvard’ııı eserinde rastlanır. Steward’ın teorisinde kültürel uyarlanma
kavramı önem kazanır
ve belli bir kültürün
anahtar niteliğindeki uyarlayıcı stratejileri, doğrudan doğruya gıda temin
edici faaliyetlerle ilgili toplumsal kurumların ve teknik düzenlemelerin
yapı-ötcsi bir çekirdekte (nüve) yerleşmiş durumdadır. Belirgin uyarlayıcı
stratejilerin bilinmesi kültürel tiplerin tasviri için temel sağlamıştır.
Ste-ward’ın eseri çok etkili olmuş (ve diğer disiplinlerden hayranlar bulmakta
gecikmemiş), fakat onun kültürel ekoloji teorisi organik ve or-ganik-üstü
açıklama düzeyleri ve anahtar niteliğindeki uyarlayıcı özelliklerin bir nüvesi
ile nötral bir kenar arasındaki temel bir ayrımla birlikte uyarlanma kavramının
bir yorumu içeriyordu ki, son dönem yazarları bunu reddetme eğilimindeydiler.
Biyolojik ekolojideki
İlerlemeler 1960’larda sosyal bilimlerden (arkeolojide ve aynı zamanda
antropolojide) ekolojik sorunların yeni bir formu I asy onun a götüren
sibernetik ve sistemler teorisi dilinin İşlenmesiyle bağlantılıdır. Stcward’ın
organik-üstü (superorganİc) organizasyon düzeyineverdiği öncelik, pek çok bakımdan
işlevsel olarak diğer hayvan lan nkine denk olan İnsan davranışına bir bakış
lehine ihmal edilmiştir. Ekolojik etkileşimlerin tasviri gitgide daha
inceltilmektedir. Kültürel kurumların .insan nüfuslarının bir parçası olduğu
bazı sitemleri düzenlemeye hizmet edebileceği yol konusunda bir ilgi de
inkişaf etmiştir.
Bununla
birliktesistcmleryaklaşımlarının teorik sorunlarına duyulan ilgi, artık özel
örneklere ilişkin ayrıntılı deneysel analizlerin artan sayısı, uyarlanmaya
ilişkin basitçi kavramlarla ve küçük-Ölçcklİ toplumun belirli türlerinin,
homcostatİs aracılığıyla çevresel dengeyi sürdürecek mekanizmalar kurduğu
yolundaki daha aşırı önerme ile ilgili kuşkuculuğu doğurmuştur. Bennett’in
Ekolojik Geçiş: Kültürel Anloropoloji ve İnsan Uyarlanması adlı eseri,
toplumların fiili olarak çevresel tehlikelerle nasıl başa çıktıklarına, tepeden
tırnağa İkame stratejilerin ayrıntılı tasvirine, çevresel kaynakların algılanmasına
ve ekonomik ve ekolojik organizasyonlar arasındaki eklemlenmeye daha fazla
dikkat harcar. O, aynı zamanda top-
Hamid el-Gazali ve
Fahreddin er-Razi gibi âlimler tarafından devam ettirilmiştir.
Takip ettiği metod
bakımından bazı üstünlüklere sahip olan ve amelde Hanefi mezhebine nıeımıb
olanların tamamının itikaddakİ İmamı, İmam Maturidî ve akaidi, Ebu’l-Ka-sım
İshak b.Muhamtned, Ebû Muhammed el-Pezdevî, Ebu Hafs Ömer en-Nesefî ve
Ebu’1-Main en-Nesefî gibi meşhur alimler tarafından takib edilmiştir.
Ehl-i Sünnct’İn iki
ana kolunu teşkil eden Eş’arîler ile Maturidîler arasında esas ve temelde bîr
farklılık görülmemesine karşılık teferruatta ba/.ı farklılıklar bulunmaktadır.
Netice olarak, Ehl-i
Sünnet, doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim ve Sünnct-i Nebcviyc’nin özüne ve
aslına sahip çıkan cumhurun takip ettiği yoldur.
Ziya KAZICI