EGEMENLİK
Başkalarının
davranışını kendi isteklerine zorla uydurabilme imkânı, emir ve direktifler
vererek toplum davranışını yönlendirme gücü, yüksek otorite. Siyaset biliminde
millî sınırlar içinde Devlet’in en üstün yetki ve güç sahibi olması, uluslararası
sistemde İse Devlet’in sadece kendi taahhütleri çerçevesinde sınırlanabilen ve
diğer devletlere eşit mutlak bağımsızlığı anlamına gelir. Felsefe, sosyoloji
ve iktisat alanlarında az çok farklı anlamlarda kullanılan egemenliğin en
yaygın kullanımı siyaset alanındakidir.
Bir ülkede egemenliğin
kimde olduğu sorusu, tarih boyunca geniş tartışmalara yol açmıştır. İlk
çağlarda bu günkü anlamda bir egemenlikten söz edilemez. Devletler ya birbirinden
uzak yaşamakta ya da dış ilişkilerinde birbirine üstünlüklerini kabul
ettirmekteydiler. İlk kez XVI.yüzyılda Fransız hukukçuları (J.-Bodin)
egemenliği bugünkü anlamına yaklaştırmaya çalıştılar. Bunlara göre egemenlik,
Fransa kralının içeride feodal senyörlcrc karşı üstünlüğünü, dışarda ise
Roma-Germen İmparatorluğuna karşı bağımsızlığını koruma hak ve yetkisi idi. Bu
çağlarda hükümdara İzafe edilmiş olan ve dinî hukuktan doğan monar-şık
egemenlik, daha sonra kendini demokratik egemenlik anlayışınıyansıtan millî
egemenliğe bıraktı. XVII.yüzyılda J.Locke ve XVIII.-yüzyılda J.J.Rousseau’nun
geliştirdikleri “toplum sözleşmesi” teorisine göre bölünemez ve
başkasına devredilemez niteliklere sahip olan egemenlik, Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesinde “Halk egemenliği” ilkesinin gelişmesine katkıda
bulundu. 1789 Fransız devrimini yapanlar İhtilal sonrası Fransa’nın anavasası
olan
1791 tarihli anayasaya
halk egemenliği yerine “millî egemenlik” ilkesini soktular;
“Egemenlik tektir ve millete aittir”. Egemenliğe kazandırılan bu
yeni boyut XIX. ve XX.yüzyılın anlayışını da yansıtır ve milletin sahip
bulunduğu egemenlik hakkının temsilcileri yoluyla kullanabileceğini İfade
eder.
Hukukî bakımdan
egemenlik, devletin ayırıcı vasıflarından biri olarak *kabul edilmiştir. Bu
itibarla devlet, sınırlan belli bir ülkede yaşayan halk üzerinde egemen olan
yüksek otoritedir. Bir ülkedeki halk egemen değilse, yani bir başka yerden
emir ve direktif alıyorsa o, devlet değildir. Bu bakımdan devletin kendi ülkesi
içinde rakip bir güce yer vermeyen devlet kudreti, egemenlik olarak
anlaşılmalıdır.
Devletin egemenlik
ilkesinin kullanılması da çeşitli tartışmalara sebep olmuş ve bu alanda
“kuvvetler ayrılığı” İlkesi yerleşmiştir. Yasama, yargı ve yürütme
güçlerinin birbirinden ayrı organlarca kullanılması yaygınlaşmışsa da, çağımızda
yürütmenin yasamayı dolaylı yoldan etkisi altına aldığı gözlenmektedir. Aslında
devletin egemenliğinin sınırsızlığı anlayışının terk edilerek hem İçte, hem de
uluslararası alanda sınırlandırılmış bir egemenlik anlayışının yerleşmiş
olması sö/.konusudur. Demokratik yönetim geleneği, egemenliği kullanan
yöneticilerin gücüne Önemli kısıtlamalar getirmiştir. Anayasal sistemler ve
hukuk devleti anlayışı egemenliğin nasıl kullanılacağını, bu gücü millet adına
kullanacak olanların belirlenmesi hususunu düzenlemiştir. Uluslararası alanda
da egemenlik kavramı bazı gelişmelere sebep olmuştur. Egemen bir devletin,
uluslararası alanda kendini hiçbir güçle sınırlandırmaması anlayışı çağımızda
terkedilerek devletlerin kendi taahhütleriyle bağımlı olmaları anlayışı
yerleşmiştir. İçinde bulunduğumuz yüzyılın başından itibaren devletlerin
uluslararası alandaki egemenliklerini sınırlayan bazı gelişmeler oldu. I.Dünya
Savaşı öncesinde Lahey’de düzenlenen konferanslarda savaşlarda devletlerin
uyacakları bazı kurallar kabul edildi. Savaş sonrasında kurulan Milletler
Cemiyeti’nİn Ana sözleşmesi, devletlerin savaş açma konusundaki egemenliklerini
sınırlandırdı. Pek çok devlet tarafından imzalanan Briand Kellog Paktı (1928),
devletler arasındaki anlaşmazlıkların savaş yoluyla çözümünü yasakladı.
Ardından II.Dünya Savaşfndan sonra kurulan Birleşmiş Milletlerin Sözleşmesi,
ülkelerin uluslararası İlişkilerde güce baş vurmaktan, barış ve güvenliği
tehditten kaçınmaları şartını getirdi. Savaş sonrasında uluslararası plânda
çeşitli alanlarda birliklerin ve uluslararası örgütlerin hızla çoğalması,
devletlerin bu alandaki mutlak egemenliklerini sınırlandırmıştır. Bir
devletin herhangi bir uluslararası kuruluşa üye olarak girmesi, bu alandaki
egemenliğinden bir kısmından kuruluş lehine feragat etmesi anlamına
gelmektedir. Uluslararası alanda, bütün devletlerin üzerinde bir yüksek
otorite olmadığından ancak ilgili devletlerin kendi rızaları İle
egemenliklerini sınırlamaları söz konusu olmaktadır.
Egemenlik kavramı,
İslam toplumları için Batılı toplumlardan farklı bir anlam kazanmıştır.
Kur’an’da, “hüküm” olarak tefsir edilen “mülk’ün” Allah’ın
olduğunun bildirilmiş olması, İslam bilginleri tarafından bunun “İnsan
oğlunun kanun koyma” yetkisinin olmadığı şeklînde yorumlanmıştır.
Peygamber (s) döneminde her türlü egemenliği bizzat Hz.Muham-med kullanırken,
onun ölümünden sonra halifeler siyasal ve sosyal egemenliği ellerinde tutmuşlardır.
İlk dönemde siyasal ve sosyal egemenliği, Allah’ın halifesi olarak yaratıldığı
belirtilen insanlar adına kullanacak bir “halife”-nin belirlenmesi
bir tür seçimle gerçekleşmişken, HzAÜ’den sonra “saltanat” usulü
yerleşmiş ve yüzyıllar boyunca çeşitli hanedanlar, genelde kuvvete dayalı
olarak egemen olmuşlardır. Hanedanlar egemenliklerine meşruiyet kazandırmada
dinden yararlanmışlardır. Uluslararası alanda ise İslam, antlaşmalara, verilen
söze ve barışa önem vermiş, antlaşmalara uyulduğu müddetçe savaştan
kaçınılmasını İstemiştir.
Davut DURSUN
Bk. Devlet; Oiotite.