Nedir ?

Egemenlik Nedir? Egemenlik Anlamı ve Hakkında Bilgi

A. Öztürk Thomas Hobbesun Leviathan adlı eserinde, egemenlik bireylerin biraraya geldiği ve kılıç kullanan bir vücut olarak betimlenmektedir. Egemenlik nedir? Egemenlik ya da hakimiyet, bir toprak parçası ya da mekan üzerindeki kural koyma gücü ve hukuk yaratma kudretidir. Bu güç siyasi erkin dayattığı yasallaşmış bir üst iradeyi ifade etmektedir Egemenlik aynı zamanda bir devletin ülkesi ve uyrukları üzerindeki yetkilerinin tümünü ifade eder. Bir başka deyimle egemenlik, devleti başka tüzel kişiliklerden ve örgütlenme biçimlerinden örneğin şirketlerden, derneklerden, kulüplerden, çetelerden, din ve mezhep birliklerinden, feodal bağlılık ve yönetim birimlerinden ayıran özelliktir. Egemen olmayan devlet olmaz; kaynağını Devlet’ten almayan egemenlik de olmaz. Birbirleriyle içiçe geçmiş hukuki ve siyasi anlamlara sahip olan egemenlik kavramı,içsel ve dışşal egemenlik olarak iki şekilde incelenebilir. 1- İçsel Egemenlik: Bir devletin kendi ülkesi üzerindeki herşey ve herkes üzerinde yasama,yürütme ve yargı yetkilerini kullanabilmesidir. 2- Dışşal Egemeli: Devletin davranışları üzerinde kendi rızası dışında hiçbir etkiyi ve sınırlamayı tanımaması anlamını taşır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” (Eski dilde: “Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir.”) Egemenlik kavramın tarihçesi Ortaçağ Avrupası’nın büyük bir bölümünde, kaynağını kralla vassalleri veya vassallerle diğer yerel güç odakları arasındaki sözleşmelerden alan feodal ilişkiler egemendi. Bunun yanı sıra, çeşitli derecelerde bağımsız olan şehirler, köy birlikleri, federasyonlar, ortak yönetim alanları vb. mevcuttu. Ayrıca bazı yönleriyle krala bağlı, bazı yönlerden tamamen bağımsız olan Kilise de önemli bir siyasi güçtü. Modern krallıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, devleti devlet yapan temel hak ve yetkilerin tanımlanması sorunu ortaya çıktı. Fransız hukukçu Jean Bodin (1530-1596) modern egemenlik kuramının kurucusu sayılır. 1576’da yayımladığı Les six livres de la république (Devlet’e Dair Altı Kitap) adlı eserde Bodin egemenliği “Devlet’in mutlak ve kalıcı gücü” olarak tanımladı. “Mutlak”, egemenliğin bölünemeyeceği ve paylaşılamayacağı anlamındaydı (ancak bu mutlaklık sadece kamu hakları alanındaydı ve bireyin özel haklarına tecavüz edemiyordu). “Kalıcı” olması ise bu gücün hükümdarın ölümü ile sona ermediği ve bireylerden bağımsız olduğunu gösteriyordu. Egemenlik belirtilerinin bir bölümünü hükümdar şahsen kullanabilir, bir bölümünü memurlarına ve kurumlara kullandırabilirdi. Ancak egemenliğin kendisi devredilemezdi. 17. yüzyılda Hollandalı hukukçu Hugo Grotius (1583-1645) modern devletler hukukunun ilkelerini egemenlik kavramıyla temellendirdi. 1648 Westfalya Barışı ile, egemen devletlerin hukuki eşitliği ilkesi modern Avrupa devletler sisteminin temeli olarak benimsendi. 17. ve 18. yüzyıllarda Hobbes, Locke, Montesquieu, Rousseau gibi düşünürler egemenlik hakkının felsefi ve analitik temelleri üzerinde günümüze dek etkili olan düşünceler ürettiler. Montesquieu (1689-1755), 1745’te yayımladığı Esprit des Lois (Kanunların Ruhu) adlı eserinde, egemenliğin üç uygulama alanını birbirinden ayırarak, yasama, yürütme ve yargı erklerinin dengelenmesinin önemine değindi. 1789’da kabul edilen ABD Anayasası, Montesquieu’nün görüşlerinin etkisiyle, yasama, yürütme ve yargının mükemmel denge içinde olacağı bir Devlet düzeni tasarladı. Egemenlik ve halk Klasik dönem düşünürlerinin hemen hepsinde egemenliğin nihai kaynağı olarak halkın iradesi gösterilir. Roma hukukundaki omnis imperium ex populo ilkesi bu düşüncenin kaynağıdır. Devletin bir “Toplum Sözleşmesi” ile kurulduğu görüşü de aynı düşünceyi ifade eder. Ancak ilk kaynağı halk olan egemenliğin nasıl ve ne ölçüde hükümdara aktarıldığı, sınırlarının ne olduğu, o sınırlar aşıldığı zaman hangi tedbirlere başvurulacağı, egemenlik aktarımından sonra halkta hangi bakiye güçlerin kaldığı, tartışma konuları olarak kalır. Egemenliği halka dayandıran görüşle demokrasi fikri ilk kez 19. yüzyılda bağdaştırılmaya başlamış ve ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında genel kabul görmüştür. Türkiye’de “Egemenlik Milletindir” İlkesi Türkiye’de milli egemenlik fikri ilk kez, padişahın cülusunda “anayasaya riayet ve vatana ve millete sadakat” yemini etmesini zorunlu kılan 3 Ağustos 1909 tarihli Kanun-ı Esasi (anayasa) değişikliğiyle gündeme geldi. 1876 Anayasası’nda hükümranlık hakkının temelleri tanımlanmamış, sadece bu hakkın “eski usul gereğince” Osmanlı hanedanından bir kimse tarafından kullanılacağı belirtilmişti. 1909 Anayasa değişikliğiyle hükümranlık hakkı vatan ve millete sadakat koşuluna bağlanıyor, “vatan ve milletin” anayasa yoluyla ifade bulan üstünlüğü teyit ediliyordu. Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi, “Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir” (egemenlik koşulsuz ve sınırsız olarak ulusundur) ilkesini ilan ederek radikal bir adım attı. Bu ilke, öncelikle padişaha ve onun şahsında somutlaşan geleneksel güçler dengesine verilmiş bir cevaptı. “Milleti” temsil ettiği kabul edilen Meclis’in, kendi dışında hiçbir güç ve irade tanımadığı bildiriliyordu.