Kimdir

Ebû Bekr İbnu’l-Arabî Ve Ahkâmu’l-Kur’ân’ı

Ebû Bekr İbnu’l-Arabî Ve Ahkâmu’l-Kur’ân’ı: Ebû Bekr İbnu’l-Arabî (468-543/1076-1148) nin yaşadığı devir, İslâm âleminin doğuda ve batıda karışıklıklar ve sarsıntılar içinde bulunduğu bir devredir. İçte münakaşalar, mücadeleler ve siyasî buhranlar devam ederken, Hıristiyan âleminde toparlanma başlamış, Haçlı ruhunun uyanması ile, doğuda ve batıdaki İslâm ülkelerine karşı dinî savaşlar açılmıştır. Bu kötü şartlar altında dahi İslâm âleminde, İslâmî ilimlerin çeşitli sahalarında kıymetli âlimler yetişmiş ve bunlar kıymetli eserler verebilmişlerdir. Bu devirdeki buhranlara rağmen, İslâm ilimlerindeki gelişme devam etmiştir. Bu gelişmeden payını alanlardan biri de İbnu’l-Arabî’dir.

el-Kâdî Ebû Bekr Muhammed b. Abdillah b. Muhammed b. Abdillah İbnu’l-Arabî el-Maâfirî el-Endelusî el-İşbilî el-Mâliki, 22 Sabân 468/31 Mart 1076 da İşbiliye’de doğdu. Bu şehirde yetişti ve ilk tahsilini burada tamamladı. Babası Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Abdillah İbnu’l-Arabi (ö. 493/1099) İşbiliye’nin ileri gelen âlimlerinden ve gözde vezirlerindendi. Tevâif-i Mülûk devrindeki İşbiliye hâkimi Benû Abbâd Hemedânî nezdinde iyi bir mevkii vardı.

Bu devlet yıkılınca, oğlu ile birlikte Endülüs’ten ayrılmış (485/1092), oğlu ile birlikte haccetmiş, oğlunun tahsili sırasında yanında bulunmuş, dönüşünde de İskenderiye’de (493/1099) yılında vefat etmiştir. İbnu’l-Arabî annesi cihetinden de Endülüs’ün âlim ve muhaddisleri arasında sayılan Ebû Hafs Ömer b. Hasan el-Hevzenî (ö. 460/1067) nin torunudur. Benû Abbad hanedanına karşı olduğu için, öldürülmüştür. İbnu’l Arabi’nin dayısı ve yetişmesinde ilk hocası olan Ebû’l-Kâsım Hasan b. Ebî Hafs el-Hevzenî, Murâbıtlar emiri Yusuf b. Tafşîn ile işbirliği yaparak, İşbiliye şehir devletinin çöküşüne sebep olmuştur. Görüldüğü gibi müellifimiz İbnu’l-Arabî, baba ve ana cihetinden ilim ve siyasetle meşgul olan bir ailenin çocuğudur. Ve aileleri de siyasetlerinde birbirlerine karşı görüştedirler. Aile çevresi ve imkânları, onun ilim bakımından yetişmesini kolayca sağlayacak durumda idi.

İlk öğrenimini babası ile yapmış, bu devrede dayısının kıraat derslerine büyük yardımı olmuştu. Babası devlet işlerinden fazla vakit ayıramadığından, oğlunun yetişmesi için hususi üç hoca tutmuş, onlardan kıraât-ı seb’a Arapça ve riyaziye derslerini aldırmıştır. Kaynaklar onun 9 yaşında Kur’ân’ı hıfzettiğini, 16 yaşında kıraât-ı aşereyi tamamladığını ve tecvid kaidelerini öğrendiğini, garibu’l-Kur’ân ve lügatte ileri gittiğini ve Sibeveyhin meşhur “el-Kitab” ını okuduğunu zikretmektedirler. Kendisi bizzat, Zebidî’nin “el-Vâdıh” ını, Zeccâc’ın “el-Cümel” ini, Nahhâs’ın “el-Kâfi” sini, İbnu’s-Sarrâç’ın “el-Usûl” ünü, Müberred’in “es-Semân” adlı eserini, Ebû Temmâm ve Mütenebbi gibi şâirlerin divanlarını, lügatten es-Sa’lebî’nin “el-Fasîh” ini, İbnu’s-Sikkit’in “Islâhu’l-Mantık”ını okuduğunu, hesaptan muamele ve denklemleri, amelî ferâizi, hendeseden şekilleri, Öklidesin kitabını, üçgenlerin kenar eşitliklerini, usturlaba bakmayı öğrendiğini bildirmektedir.

Müellifimiz, huzur ve sükûna kavuşabilmek için, en hayırlı işin, memleketten ayrılarak siyâsetten uzaklaşmak olduğuna karar vererek, 17 yaşında iken babası ile birlikte Malâka, Gırnata ve Murciye’ye yönelerek İşbiliye’den ayrıldılar. Bu beldelerde yüksek seviyede aradıkları ilim adamlarını bulamadıklarından, Tunus’un Mehdiyye ve Kayravân şehirlerine geldiler. Usûlcü ve kelâmcı Ebû Abdillah Muhammed b. Ali el-Mâzerî (ö. 536/1141) den ilim aldı. Ondan, Ebû’l-Hasen Ali b. Muhammed el-Haddâd el-Haviânî’nin “el-lşâre” adlı nahiv kitabını dinledi ve hadisler rivayet etti. Müellifimiz, burada ufkunun genişlediğini ve dünyayı başka görmeye başladığını itiraf eder.

Tehlikeli bir deniz yolculuğu yaparak babası ile birlikte Mısır’a gelirler. Fâtımîlerin hâkim olduğu bu devirde, uzlete çekilmiş, kenarda köşede kalmış bazı ilim adamları ile görüşmüş, ilm-i kelâm ve cedel konusunda bazı meseleler öğrenmiş, hattâ Şia ve Kaderiyye ile münakaşalar yapmış ve onlar hakkında “İçinde bulundukları fesat sebebiyle kendilerini ye’is istila etmiş, sadece inat sütü ile beslenen bozuk itikatlı bir cemaat…” demiştir. Mısırda Kurrâ Meclislerine katılmış ve onların okuyuşlarını çok beğenmiştir. Daha sonra İbnu’l-Arabî 485 yılı sonlarında Şam yolu ile Kudüs’e gelir. Kendi ifadesine göre Kudüs’te Şâfi’î ve Hanefî mezheplerinin tedris edildiği iki medrese bulunduğunu söyler.

Müellifimiz, Endülüs’teki siyasî havanın bozukluğundan, Mısır’daki Fâtımîlerin Şiî baskılarından bunaldığı için, Kudüs’teki hürriyet havasından istifâde ederek, orada üç yıi kalır. O sırada Kudüs, Selçukluların idaresi altındadır. Yerli ve yabancı pek çok ilim adamı, mevcut olan hürriyetten dolayı orada toplanmış ve idare de onları himaye edip korumayı üstlenmiştir. Bu husus, o devirdeki, Fâtımîler ile Selçuklular arasında fikir hürriyeti ve ilim anlayışı konusunda iyi bir mukayese yapmayı da bize temin eder.

İbnu’l-Arabî, Kudüs’teki, Şâfi’î ve Hanefî medreselerindeki dersleri ve münâkaşaları takip etmiş, fikir adamlarının ve mezhep taraftarlarının toplantılarını ve münazaralarını kaçırmamıştır. Şâfi’î medresesinde takip ettiği ilk münazara, “Harem, bîr zâlimi kısastan kurtarır mı?” idi. Genç İbnu’l-Arabî bu münakaşalardan hiçbir şey anlamadığını itiraf eder ve kendisinde bulunan ilim hırsı tazelenir, tahsil ve talim için azîm ve gayretinin bir kat daha arttığını söyler. Bu durumda, hacca gitmek üzere olan babasına şöyle söyler. “Sen hacca gitmeye niyetli isen, niyetini gerçekleştir. Ben buradakilerin ilmini öğrenmeden hiçbir yere ayrılmayacağım. Bunu ilim için bir düstûr, yükselmek için bir merdiven olarak kabul ettim”. Babam da bana sohbetleriyle bu gayretimde yardımcı oluyordu.

Genellikle batı İslâm dünyası, bütün ilimler alanında, doğu İslâm dünyasının talebeliğini yapmış ve pek çok Endülüslü ve Kuzey Afrikalı talebe, doğuya gelmek suretiyle, doğunun fikriyatını batıya götürmüştür. İbnu’l-Arabî, Kudüs’te yerleşmiş yine Endülüslü bir zât olan Ebû Bekr et-Turtûşî’den istifâde etmiş ve onun derslerine devam ederek, o zamanlarda Endülüs’te pek bilinmeyen cedel, kelâm ve hilâfiyât ilimlerini öğrenmiştir. İbnu’l-Arabî Kudüs’teki Şâfi’î ve Hanefî medreselerine devam ederek, diğer mezhepler hakkında bilgisini geliştirmiştir. Ayrıca Horasan’daki şiddetli ve sıkı idareden dolayı, memleketlerinden ayrılıp Kudûse yerleşmiş bulunan Ebû Sa’d Ahmed b. Muhammed ez-Zevzenî (ö. 536/1141) es-Sagânî, Ebû Sa’id ez-Zencânî, İbnu’l-Kâzerûnî gibi zevatla da görüşmüş ve bunları üst seviyede birer âlim olarak tanıtmıştır. Bunlar arasında es-Sagânî’yi çok beğenir. eş-Şeyhu’l-Ekber unvanı ile tanınan Ebû Abdillah Muhammed b. el-Kâzerûnî’den üç yıl boyunca istifâde ettiğini kaydeder.

Askalan’da da altı ay kadar kalmış, orada edebiyat, şiir hoş nükteler anlatan sohbetlerde bulunmuş, dost ve ahbapları ile geçirdiği bu altı ayı İşbiliye’deki çocukluk günlerinin bir benzen telakki etmiştir. O devirde Lübnan sahillerinin Bâtiniyye ve İmâmiyye mezhebine bağlı topluluklarla dolu olduğunu, beş ay müddetle dînî gayelerle onlar arasında dolaştığını söyler. Akka şehrine uğrar. Imamiyye’nin reisi olan Ebu’l-Feth el-Akkî ile münazaraya girişir. İsmâilî liderlerle fikri mücadelede bulunur. Akka’dan deniz yolu ile Taberiyye’ye oradan da Havran’a uğrayarak Şam’a doğru hareket eder. 489/1095 yılında Şam’a ulaşır. Şam 486/1093 senesinde Selçuklular tarafından alınmış ve bir ilim ve edebiyat merkezi hâline gelmişti. Ebu’l-Feth Nasr b. İbrahim el-Makdisî (ö. 490/1096) den, Buhârî’yi dinler. Ebû Muhammed Hibetullah b. Ahmet el-Ekfânî (ö. 524/1129), Ebu’i-Fazl Ahmed b. Ali b. el-Furât (ö. 494/1100), Ebû Sa’id er-Ruhavî, Ebu’l-Kâsım b. Ebi’l-Hasen el-Makdisî, Ebû Sa’id ez-Zencânî, Şeyh Ebû Muhammed Abdurrazzâk b. Fudayl ed-Dımaşkî ve edip, şâir Ebu’l-Muzaffer el-Ebiverdî gibi zatları dinlemiş ve onlardan istifâde etmiştir.

Şam’ın imân ve güzelliklerini beğenmiş oimasına rağmen, ilim ve öğretim sistemlerini Kudüs’ünkinden farklı bulmadığı için bu şehirde fazla kalmayarak Irak’a doğru yola çıkmıştır. Bağdat bu devirlerde pek önemli bir ilim merkezi idi. Nizamiye medreselerinde ders vermek için ülkenin her tarafından kıymetli ilim adamları orada toplanmışlardı. Bağdat’taki münazaralara bizzat konuşmacı olarak iştirak etti. ilim adamlarıyla tanışması sebebiyle, vezir ve halifenin huzuruna kadar çıktı ve onlardan ikram gördü. Üç ay kadar kaldığı Bağdat’ta en fazla takdir ettiği hocası Ebû Bekr eş-Şâşî (ö. 507/1114) olmuştur. İbnu’l-Arabi’nin babası yaşlanmış, hac yapmak bahanesi ile çıktıkları İşbiliye’den, epey zaman geçmiş olmasına rağmen Hicaz’a gidip hac farizasını yapamamışlardı. 489 senesi sonlarına doğru babası ile haccını ifâ etti. Mekke’de ilimle meşgul olarak, İslâm âleminin çeşitli bölgelerinden hacca gelen âlimlerle görüşerek onlardan istifâde etmeye çalıştı. Medine’yi de ziyaret ettikten sonra, Hicaz’da fazla kalmamış, tekrar Bağdat’a dönmüştür. Oraya dönüşünde (490 Cemaziyu’l Âhir) Ebû Hâmid el-Gazâlî ile buluşur. Ondan “İhyâu Ulumi’d-Din” adlı eserini dinler. İbnu’l-Arabî, Gazalîye büyük değer vermiş ve onu diğer ho­calarından daha başka bir şekilde medhetmiştir. Olgunlaşma çağında bulunan İbnu’l-Arabî, Gazalinin elinde kemâle erişmiş, gerçek bir ilim ve fazilet örneği hâline gelmiştir. Gazalî’nin bazı tasavvûfî görüşlerini ve felsefeye düşkünlüğünü tenkit etse de, hocaları arasında, kendisine en fazla tesir eden kimsenin Gazali olduğunu dâima beyân etmiştir.

İbnu’l-Arabî, Bağdat’taki her âlimden yararlanmış, onlardan hadis rivayet etmiş ve ilmini tamamlamak için bu kadarla da yetinmeyerek, etrafta duyduğu muhaddislerden hadis almak için, Basra, Küfe, Musul… vs. yerlere kısa seyahatler yapmış ve oralardan hadis dinlemiştir. “Aynu’t-Ayan” adlı kitabında hadis rivayet ettiği hocalarının adedinin 41 olduğunu, isimlerini sayarak vermektedir.

İbnu’l-Arabî 492 yılında İskenderiye’ye döndü ve uzun müddet orada kaldı. Çok sevdiği hocası Ebû Bekr el-Turtûşî de orada idi. İbnu’l-Arabî iskenderiye’de bulunduğu sırada, seyahatlerinde ve tahsilinde en büyük yardımcısı olan babası Ebû Muhammed Abdullah İbnu’l-Arabî’yi kaybetti (ö. 493/1099). Yine bu sıralarda Kudüs, Hıristiyanlar tarafından işgal edilerek, insanlığın yüz karası olan cinayetler işlendi. Bu iki hâdise, müellifimizi çok üzmüş ve İskenderiyyede daha fazla kalamayarak, Endülüs’e gitmek üzere oradan aynlmıştır. Genel olarak İbnu’l-Arabî’nin doğu İslâm alemindeki ilmî seyahatleri on sene sürmüştür (485-495).

İbnu’l-Arabî 495 senesinde memleketi olan İşbiliye’ye döndü, oraya yerleşti. Orada talebe yetiştirip tedrisle meşgul olurken, bir taraftan da eserlerini yazmaya çalışıyordu. Bir yandan va’z-u nasihat ederken, diğer yandan hadis rivayetinde bulunuyor ve kendisine müracaat edenlerin dînî müşkillerini halletmeye çalışıyordu. İlmiyle, fazliyle, dînî faaliyetleriyle herkesin sevgi ve hürmetini kazanmıştı. İsrar üzerine 508’de İşbiliye kadılığını kabul etmiştir. Fakir ve düşkünlere iyi muamele edişi, zâlim ve fenalıklara karşı şiddetli davranışı, verdiği emirleri mutlaka tatbik edişi sebebiyle, aleyhinde bir zümre oluşturmuştur. İşret ve eğlenceye düşkün olan bir beldede, böyle bir kâdı’ya ta­hammül edilmesi kolay bir şey değildir. Şehrin surlarının tamiri için, halkı yardıma çağırmış ve bazı zecrî tedbirler almışsa da, halk aleyhine ayaklanmış, malı tahrib edilmiş, kitapları yakılmış, o da bu durum üzerine kadılığı bırakmıştır. Müellifimiz ilmî fâliyetlerinin dışında memleket savunması ile ilgilenmiş, tamir ettirdiği sûrlar sayesinde İşbiliyye, Hıristiyanlara 18 ay mukavemet edebilmiş ve ölümünden 102 sene sonra 646/1248 de Hıristiyanların eline geçmiştir.

İbnu’l-Arabî kadılıktan ayrıldıktan sonra, etrafının câhillerle çevrilmiş oluşundan, halk arasında bazı kötü âdetlerin yayılışından ve fetret devrinin ortaya çıkardığı otorite zaafından ve asayişsizlikten şikâyet etmekte ve eserlerinin telifi ile meşgul olmaktadır. Ömrünün sonlarına doğru İşbiliye’lilerin bey’atını Muvahhidler Devleti hükümdarı Abdülmümin’e bildirmek üzere 542/1147 de bir heyetle birlikte Merâkeş’e geldi. Heyetin diğer azalan hediye ve caizelerle memleketlerine dönerken, İbnu’l-Arabî Merâkeş’te bırakıldı veya orada alıkonuldu. Bu işin sebebi olarak, İbnu’l-Arabî’nin Murabıtlara karşı olan yakınlığı ve Muvahhidler hareketini tasvib etmemesini ileri sürenler olduğu gibi, başka sebepler üzerinde duranlar da vardır. Nihayet müellifimiz 543/1148 senesi Rebiu’l-Evvel ayında Fas’ın Merâkeş şehrinde vefat etti ve orada defnedildi.

İbnu’l-Arabî’nin hayatı, İslâm âleminin oldukça hareketli ve siyasî hâdiselerin sık sık yön değiştirdiği bir devreye rastlamaktadır. O kendini ister istemez bazı siyasî hadiselerin içinde buluvermiştir. Seyahetlerinde siyasi gayeler aranmıştır. Bütün bunlar bir yana o, ilmî değerini zamanında olduğu gibi, daha sonraki devirlerde de kabul ettiren, Mâlikî ulemâsının ileri gelen şahsiyetlerindendir. İlme âşık, yılmayan bir irâde, kuvvetli bir hafıza, sağlam bir muhakeme, parlak bir zekâ, bıkmayan bir çalışma, geniş bir ilmî çevre ve pek çok üstâd ve şeyhler kadrosuna sahip olan müellifimiz, Allah’ın ona bahşettiği imkânlardan faydalanmasını bilmiş ve kendisini yetiştirmiştir. Tefsir, hadis, fıkıh, usûl, akâid, kıraat, kavaid ve lugât, tarih ve siyer, edebiyat ve belagatta üstad idi. Doğuya gidip de memleketine dönen kimseler arasında en velûd olan müelliflerden biri olarak kabul edilir.

İbnu’l-Arabî, Mâliki uleması arasında mühim yer işgal eder. Mutiak müctehidden sonra gelen müntesib müctehid olduğu kabul edilir. Çünkü, usûlde, mezheb imamına bağlı olmakla beraber, zaman zaman içtihadlarında imamına muhalefet ettiğine rastlanmaktadır. İctihâd konusuna büyük önem vermektedir. Cehaletlerinden dolayı, delilleri kullanamayanların, zamanın âlimine müşkilini sorarak alacağı fetvaya uyması gerektiğini, taklidin batılda caiz olmadığını, hak’da caiz olduğunu ve bunun din esaslarından biri bulunduğunu, içtihadın da âlimler üzerine farz olduğunu bildirmektedir.

Mezhebinin imâmı olan, Mâlik b. Enes’i sevmekte ve ondan dâima hürmetle bahsetmektedir. Bazı meselelerdeki tercihleri, mezheb tassubuna göre değil, delilleri değerlendirmesinin sonucudur. Eğer delili kuvvetli bulmazsa ve delilin tahlilinde hata olursa sözün sahibini, hattâ kendi imâmı dahi olsa tenkid etmekten çekinmemektedir. Bazen diğer imamların görüşlerini dahi benimsediği yerler olmaktadır. Kendisi diğer mezhepler hakkında ihatalı bilgiye sahiptir. Çünkü o, İslâm ilim hayatında büyük simalardan olan Gazalî, Şâşî, Turtûşî, Ebu Nasr el-Makdîsi, İbn Tuyûrî, İbn Tarhân, İbn Akîl gibi çeşitli mezheplere sâlik üstadlardan ilim almıştır.

Endülüs’te Mâlikî mezhebi hâkimdir. Endülüslülerin o devirde Hanefî mezhebi hakkında hemen hemen hiç bilgileri yok gibi idi. Hanefîliği Endülüs’te tanıtanların Ebu’l-Velid el-Bâcîve İbnu’l-Arabî olduğu bildirilmektedir.

Müellifimiz, Endülüs’ün son hadis hâfızlarındandır. Pek çok şeyhten hadis almış, özel olarak gittiği ve tesadüfen uğradığı her yerde beldenin hadis üstadlarını ziyaret etmiştir. İbn Beşkuval, ez-Zehebî ve ed-Dâvûdî hadis aldığı şeyhleri ve kendisinden hadis dinleyen talebelerini zikrederler.

İlme ve ilim adamına büyük değer verir ve eserlerinde dâima bu konuyu işler. Karada ve denizde nasıl yıldızlarla yol bulunuyorsa, dünya karşısında ve âhiret denizinde de âlimlerle yol bulunur, demek suretiyle âlimleri yıldızlara benzetmektedir. İbnu’l-Arabî, ilme âşık, her şeyi öğrenmeye hevesli, zeki ve görüş sahibi bir kimse idi. İmkânlar da onun bu öğrenme işini kolaylaştırmıştır. Şeyhleri, icazet aldıkları hocaları ve talebeleri kaynaklarda sayılamayacak kadar çoktur. Bu bakımdan İslâm dinî kültürünün her yönü ile ilgilenmiş ve bu alanda pek çok eser vermiş velûd bir müelliftir.

İnsanın, ilmini, duygularını, inançlarını, sanatını, edebini en güzel tanıtan vasıta, eseridir. Eser, sahibinin aynasıdır. Başkaları sevgisinden veya hasedinden dolayı bir kimseyi objektif bir şekilde tam olarak aksettiremeyebilir. Eserler ise, nokta ve virgülüne kadar, hatası ve sevabı ile müellifine aittir. Bunun içindir ki bir şahıs hakkında hüküm verirken, başkalarının dediklerinden ziyâde, hüküm vereceğimiz şahsın eseri varsa, o, bu hususta bizim için daha değerlidir. İbnu’l-Arabî’nin, geniş kültürünü sahifelere dökebilmiş velûd bir müellif olduğunu söylemiştik. Daha evvel, İşbiiiyede kadılıktan ayrılırken eserlerinin bir kısmının yakıldığını da zikretmiştik. Matbaanın olmayışı ve kendisinden çok kısa bir müddet sonra ülkesinin Hıristiyanlar tarafından işgal edilip, felakete uğraması sebebiyle, müellifin kıymetli eserlerinden birçoğuna sahip değiliz, onların sadece isimlerini ve ve hakkında yapılan değerlendirmeleri bilebilmekteyiz.

Eserlerinden Ahkâmu’l-Kur’ân’ı, el-Avâsım mine’l-Kavâsım’ı ve Arizatu’l-Ahvezi’si basılmıştır. Bazı eserleri de yazma halinde çeşitli kütüphanelerde bulunmaktadır. Envâru’l-Fecri fi’l-Kur’ân, Kânunu’t-Te’vil, Ahkâmu’l-Kur’ân, Kitâbu’n-Nâsih ve’l-Mensûh, el-Muktebes fi’l-Kıraât gibi eserleri tefsir ve Kur’ân ilimlerine aittir.

Konumuz Ahkâmu’l-Kur’ân olduğu için, biz burada onun bugün elimizde mevcut olan bu eserini ve ondaki usûlünü göstermeye çalışacağız.

İbnu’l-Arabi’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ı Ali Muhammed el-Becevî tarafından üç yazma nüsha, Kurtûbi tefsiri ve bazı hadis kitabları karşılaştırılmak, kıymetli dipnotlar, fihristler ve rakamlar ilâve edilmek suretiyle dört cild halinde 1376/1957 senesinde Kâhire’de basılmıştır.

Müellif bu eserini kısa tutmuştur. Bütün sûreleri ihtiva etmekte ise de, her sûredeki ahkâm âyetinin sayısı zikredilir ve birer birer izah edilir. Sûredeki bütün âyetler ele alınmaz. Daha doğrusu sûre içindeki ahkâm âyetleri rakamlanır ve onların her birinde ne gibi meseleler varsa izah edilmeye çalışılır. Ahkâma esas olacak nüzul sebeblerine, tefsir kavillerine kısaca yer verilir. İsmine uygun olarak, fikhî tefsire ağırlık verilir, az da olsa akâid, kelâm ve tasavvuf gibi konular üzerinde de kısaca durulur. Diğer eserlerinde olduğu gibi, hâtıra ve müşahedelerine de yer verir.

İbnu’l-Arabî, bu Ahkâmü’l-Kur’ân adlı eserini yazarken, Hz. Peygamber’den zamanına kadarki tefsir çalışmalarından istifade etmiştir. Müellifin bu eseri Mâlikî mezhebinin ilk Ahkâmu’l-Kur’ân’ı değildir. Ama bu eser, Mâlikîler indinde, çok meşhur olmuştur. Esasen bir konuda eser hazırlayacak olan bir müellifin, kendinden önceki neşriyattan haberdar olması zarureti vardır. Aksi halde eseri başarılı olamaz. Biliyoruz ki her ilimde öncekilerin sonradan gelenlere tesiri olmuştur. Yeni gelişmeler dâima eskiler üzerine bina edilir. Ancak, bu tesir, çeşitli ilim sahalarına göre azalıp çoğalabilir. İbnu’l-Arabî’nin de bu eseri telif ederken çeşitli konularda faydalandığı kaynaklan olması tabiîdir.

İbnu’l-Arabî, isim zikretmeksizin “Kale Ulemâu’t-Tefsîr”, “Zekere’l-Müfessirûn”, “Kâle’l-Müfessirûn”, “Fi kavli’l-Müfessirîn…” gibi tâbirleri sık sık kullanmaktadır. Bu  ifâdeler,  müellifimizin  pek çok tefsiri  görmüş olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir. Kitâbu’l-Kânûn  adlı eserinde “Tefsir kitaplarından çok okudum. Turtuşî, es-Sa’lebî’nin tefsirini istinsah etmiş; bazı ilâve ve çıkarmalarla bu tefsiri yeni bir te’lif haline getirmiştir. Maverdî’nin kitabı, Taberî’nin muhtasarı, hacim yönünden küçük, ilim yönünden büyük ve inceleme yönünden güzel olan İbn Fu’rek’in kitabı, Ebu’l-Hasen el-Eş’arinin 500 ciltte topladığı “Kitâbu’l-Muhtezîn”i, içinde çok haşiv bulunan en-Nakkâş’ın kitabını okudum. Muhalifler kitaplarından ve müsnedlerinden çok sayıda okudum. Muhaliflerden en çok okuduğum da, Abdulcebbâr el-Hemedânî’nin “el-Muhit” adını verdiği 100 cildlik kitabı ile, 10 cild hâlindeki er-Rummânî’nin kitabıdır.”

Kuzey Afrika’nın tefsir ilmi hareketinde çok mühim rol oynayan belki de bu hareketin öncülerinden olan Yahya b. Sallâm (ö. 200/815) in tefsiri Endülüs’te de şöhret bulmuştu. İbnu’l-Arabî bu tefsirden mutlaka haberdardır. Eserinde ondan nakillerde bulunması bunun bir delilini teşkil eder.

Ebû Ca’fer Muhamed b. Cerir et-Taberî (ö. 310/922) nin meşhur tefsin, pek çok müfessire kaynaklık yaptığı gibi, İbnu’l-Arabî’nin de başta gelen kaynaklarındandır. Onu methederek, eserlerinde ondan sık sık nakiller yapar. İbnu’l-Arabî’nin birçok noktadan Taberî’nin tesiri altında kaldığı görülür.

Gerçek bir ilim adamı hüviyetini taşıyan İbnu’l-Arabî, gerektiğinde en sevdiği insanları bile tenkitten çekinmeyen bir karaktere sâhibdir. Taberi’yi takdir etmesine rağmen, bazı noktalarda onu tenkid etmiştir.

Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö. 324/936) nin “Kitabu’l-Muhtezin”, Ebû Bekr, b. Fu’rek (ö. 406/1015) in “Tefsîru’l-Kur’ân”, es-Sa’lebî (ö. 427/1035) nin “el-Keşf ve’l-Beyân” el-Mâverdî (ö. 450/1058) nin “el-Uyûn ve’n-Nüket” adlı tefsiri ve Yahya b. Süleyman el-Cu’fî’nin “Tefsiru’l-Kebirrnöer, İbn Kuteybe (ö. 276/889) den yararlanmışsa da onun tefsir kaynakları bu kadar değildir. Tedvin devrinden itibaren yazılan tefsir kitapları ile Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîlerden nakledilen tefsir rivayetlerinin pek çoğunu görmüş olduğu ifadelerinden anlaşılmaktadır.

Fıkhî mezheplerin teşekkülünden sonra, her mezhebin fıkhının da tedvin edilmeye başlandığına, Ahkâmu’l-Kur’ân adı altında bir takım fıkhî tefsirlerin yazıldığına şahit olmaktayız. Müellifimiz, Mâlikî, Hanefî ve Şâfi’î mezhebine dâir yazılmış kendisinden evvelki eserlerden istifâde etmiştir. Ebû İshâk b. Ishâk el-Ezdî el-Basrî el-Mâliki (ö. 282/895) nin Mâliki fıkhı üzerine yazdığı “Ahkâmu’i- Kuran”, isimli bir eseri vardır. Bu kitap, Endülüs’te yaygın durumda idi. Bu zatı tenkid eden, el-Cassâs ve el-Kiye’l-Herâsiyi şiddetli bir şekilde tenkid ederek, İsmail b. İshâkı müdafaa ettiği görülür. Ebû Bekr er-Râzi ei-Cassâs (ö. 370/981)in “Ahkâmu’l-Kurân’ı”da onun mühim kaynaklarındandır.

İbnu’l-Arabî bu tefsirinde sûfî kaynaklardan ve tasavvûfî tefsirlerden de faydalanmıştır. Ebû Abdillah Haris b. Esed el-Muhasibî (ö. 243/857), Sehl b. Abdillah et-Tüsteri (ö. 283/896) ve Ebû Abdirrahmân es-Sülemî (ö. 412/1021), Ebû’l-Kâsımel-Kuşeyrî(ö. 465/1072), İbrahim b. Edhem gibi daha pek çok mutasavvıfın, isimlerini ve sözlerini nakletmektedir.

İbnu’l-Arabî, yaptığı çalışma ve seyahatlerde sapık inanç sahipleri ile de münâkaşalar yapmış, muarızların fikirlerini reddedebilmek için onların fikirlerini eserlerinden okumayı lüzumlu görmüştür. Ebu’l-Hasan Ali b. İsâ er-Rummânî (ö. 384/994) nin “el-Câmiu’l-Kebîr fi’t-Tefsîr” adlı eserini Bağdat’ta Nizâmiyye Kütüphanesinde okuduğunu zikretmektedir. Tefsirinde, Mu’tezile ve İmâmiyyeye sık sık cevaplar verir ve onların delillerini çürütmeye çalışır.

İbnu’l-Arabî, tefsirinde tarihî kaynaklardan da istifâde etmiştir. Biihassa İbn İshâk (ö. 150/767) ve Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî (ö. 207/822)den naklettiği haberlere rastlanmaktadır.

Müellifimizin tefsirinin kaynaklan bu yazdıklarımızdan ibaret değildir. Hadis, lugât, kıraat, belagat, fıkıh… gibi daha pek çok konuda yararlandığı eserleri zikretmek mümkündür. Biz onun bu kaynak zenginliğinden bu kadarlıkla iktifa edeceğiz.

İbnu’l-Arabî’nin tefsir sahasında Envâru’l-Fecr, Kânunu’t-Te’vil ve Ahkâmu’l-Kur’ân gibi mühim eserler yazdığını söylemiştik. Konumuz, Ahkâmu’l-Kur’ân veya fıkhî tefsirler olduğu için onun “Ahkâmu’l-Kur’ân” adlı eserindeki metodunu göstermeye çalışacağız.

Bilindiği gibi tefsir ilminde en sağlam yol, Kur’ân’ın Kur’ân’la Kur’ân’ın sünnetle, Kur’ân’ın sahabe ve tabiîlerin sözleriyle yapılan naklî tefsir yoludur. Naklî tefsirle yetinip yetinmemesi ağırlık verdiği konular genellikle müfessirlerin, tefsirdeki metodunu ortaya koyar. Müellifimiz İbnu’l-Arabî’nin de tefsirinde bu usûle uygun hareket ettiğini görmekteyiz. Tefsirinde bu husus görüldüğü gibi, “Arîzatu’l-Ahvezî” adlı eserinde de bunu açıkça ifâde etmektedir: 533/1138 senesinde yazdığımız “Kânunu’t-Te’vil” kitabımın tefsir yolları gayet sağlamdır… Siz mânâyı önce diğer bir âyete arzediniz. Malûm olmazsa Hz. Peygamber’in hadisine arzediimelidir… Eğer hadiste açıklayıcı benzeri bir şey olmaz ve Kur’ân’da da tamamlayıcı bilgi bulunmazsa, onu şeriatın asıllarına arzedersin, ihtimâller o mânâya yardımcı olursa, murâd odur. İhtimaller tearuz ederse, onu en ihtiyatlı olanına hamledersin.” Müfessirimiz yine naklî tefsirle alakalı olarak “…Müfessirler iki kısımdır. Onlardan birincisi, özellikle rivayet edileni nakledip, ileriye tecâvüz etmeyen, âkil olandır. İkincisi, gece “karanlıkta odun toplayan” misali sözü karıştıran ve cahillikle bir takım şeyler ilâve edendir. Ya rahmet, ya azap, yahutta bir şey ifade etmeyen sözler, elinizden geldiğince bu yollardan sakınınız. Allah sizi de beni de muvaffak kılsın. Bir kimse Kur’ân tefsirinde, hatalı yol takip ettiği için yanılırsa onun için azap vardır. İsabet ederse onun durumu da, Ebû Isâ et-Tirmizi’nin rivayet ettiği hadisteki kâdî gibidir. Hz. Peygamber bu hadisinde, bilmeyerek hükmedip isabet eden kâdî için, çok mühim   bir  konuda   helâl   olmayan   bir   yola   gittiğinden   dolayı   ateş   vardır buyurmuştur. O da Yüce Allah’ın meşru kılmadığı bir hususta Allah’tan haber vermek, yahut İlâhî vahiy olan Kur’ân-ı Kerîm’i, O’nun murâd etmediği tarzda tefsir etmektir” demektedir.

İbnu’l-Arabî’nin bu sözlerinden anlaşılacağı üzere ve tefsirdeki durumu da incelendiğinde, bu hususları uyguladığı açık bir şekilde görülür. Biz onun rivayet yönünden ziyâde, dirayet yönünden ağırlık verdiği konular üzerinde durmaya çalışacağız.

Arap dilinin inceliklerini ve zarurî bilgileri öğrenmiş bulunan bir kimsenin, sünneti ve seleften gelen eserleri de dikkate alarak, kendi içtihat ve re’yini de ilâve etmek suretiyle, yapmış olduğu dirayet tefsirlerinin makbul ve mezmûm olabileceğini ifade eden İbnu’l-Arabi:

“Allah’ın kitabını tefsir edenler iki kısımdan hâlî değildir. Biri, hatırına nasıl gelmiş ise ve mücerret re’y ile konuşur. Diğeri ise, fikrini doğru noktalara bağiar ve ilme ulaştıran düşünce yollarında yürür. İlki câhildir, heiâk olmuştur, ikincisi ise doğru yolda yürümektedir”, der. Bu ifadeleriyle İbnu’l-Arabî, re’yirt lüzumuna inanmaktadır. Fakat kayıtsız şartsız re’y taraftarı da değildir. O, dayanaksız olan re’y tefsirini kabul etmez. Keza ferasetin şer’i hükümleri bildiren yollardan olmadığını göz önünde tutarak, ferasetle tefsir yapmayı uygun görmez ve bunun geçersiz olduğunu Şam’da bulunduğu sıradaki bir hatırası ile izah etmeye çalışır: Hicr Sûresi’nin 75. âyetini (altıncı ahkâm âyeti olarak) tefsir ederken ikinci meselede,

“…Şam’da bulunduğum günlerde Mâlikî eş-Şâmî Bağdat’ta başkadilık mevkiinde idi. lyas b. Muâviyenin kadılığı sırasındaki âdetine uyarak, meselelerde ferasetle hüküm verirdi. Şeyhimiz, Fahru’l-İslâm Ebû Bekr eş-Şâşi’nin bu yoiu reddeden bir risalesi vardır. Onu benim için kendi hattı ile yazdı ve bana verdi. Şer’i hükümlere ulaştıran yollar kesinlikle bellidir” demektedir.

Netice olarak, İbnu’l-Arabî, sorumsuzca ve hiçbir delile dayanmaksızın mücerred re’y ile tefsire cür’et edenleri de dinin verdiği cevazı reddeden re’y aleyhtarlarını da tasvip etmemektedir. Re’y ile tefsir ediyorum diye, Kur’ân’da olmayan şeylerin, onda varmış gibi gösterilmemesi gerektiğini “Size bir tavsiyede bulunmayı vadetmiştim. Kur’ân’ı önderiniz, harflerini rehber kılınız. Onda olmayanı ona hamletmeyiniz. Onda bulunmayanı ona bağlamayınız…” demek suretiyle ifade eder, re’y yolu da olsa, Kur’ân’da olmayanı var gibi göster­menin, Kur’ân’la alakası olmayan bir meseleyi onunla alakalı imiş gibi ifâde etmenin Allah’a iftira olacağını belirtir.

Eser “Ahkâmu’l-Kur’ân” olduğuna göre, metoddaki en mühim ağırlık noktası fıkıh yönü olacaktır. İbnu’l-Arabî’nin kuvvetli olduğu yönlerden biri de belki de en önemlisi fıkıh yönüdür. İctihâd derecesine yükselmiş son Mâlikî fakihlerindendir… Fıkıh ve hilâfiyata dâir yazdığı eserler kaybolmuş olmasına rağmen, elimizdeki “Ahkâmu’l-Kur’ân’ı” onun fıkıhtaki derecesini göstermeye yeterlidir. Mâlikî mezhebine mensup olmasına rağmen, ilmî seyahatleri esnasında Hanefî, Şâfi’î ve Hahbelî fıkhını devrinin meşhurlarından delilleri ile birlikte okumuş mübahese ve münazaralara katılmış ve bazı fıkhî mü­nâkaşalarda mezhebinin delillerini konuşturmuştur. Bu bakımdan “Ahkâmu’l-Kur’ân” inin bazı bölümleri bir hilâfiyat kitabını andırmaktadır. Bu eser, Mâlikî mezhebinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur. Bazı müellifler de Mâliki mezhebine âit meseleleri İbnu’l-Arabî’den almayı tercih etmişlerdir. Yine Mâliki mezhebi üzerine yazılan ve ahkâm meselelerine ağırlık veren Kurtubî tefsirinin çatısını, İbnu’l-Arabî’den yapılan nakiller meydana getirmektedir.

Onun müctehid olduğunda bütün tabakât kitabları ittifak etmişlerdir. İbnu’l-Arabî’nin nasslardan hüküm istinbat ettiğine dâir sayısız örnekler vardır. Usûl meselelerinde imamına muhalefeti olmamakla beraber, furu’a âit bazı meselelerde muhalefet ettiği yerler olmuştur. O, bâtılda taklidi kabul etmez, fakat hak’ta taklidin sahih, delilini bilmeyenler için zarurî olduğuna kail olmuştur. İçtihadın cevazına eserinin muhtelif yerlerinde işaret etmektedir.

İbnu’l-Arabî, cahilliğin düşmanı olduğu gibi, bâtıl takiidin de düşmanıdır. Ona göre dinde aslolan içtihattır. Bakara Sûresi’nin 228. ayetinde, diyerek,   bu   âyetin   en   müşkil   âyetlerden   olduğunu   âlimlerin   tereddüde düştüğünü, bu konuda sahabenin dahi ihtilâf ettiğini ve Yüce Allah’ın ilmin değeri ortaya çıksın diye onu, âlimlerin İçtihadına tevdi ettiğini ifâde ettikten sonra, bu âyette on bir mesele bulunduğunu belirtmektedir.

Endülüs’te halk Mâlikî idi. Diğer mezhepler pek bilinmezdi. Doğuya ilim tahsiline gidenler, diğer mezhebleri de öğrenmekteydiler. Endülüs halkı ise bu durumu hoş karşılamamakta idi. Müellifimiz, o günkü halkın mezhep mütaassubundan şikâyet etmektedir. Çünkü o, eserlerinde diğer mezheplerden de bahsetmiştir. Hanefîliği Endülüs’te el-Bâci ile kendisi tanıtmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki İbnu’l-Arabî, mutassıb bir şekilde mezhebe bağlılığa taraftar de­ğildir.

İbnu’l-Arabî, Mâlikî bir çevrede yetişmiş, ilk tahsilini bu mezhebe bağlı hocalardan yapmıştı. Mısır ve Kudüs’te uzun süre beraber kalıp, ilk hilafiyat dersini aldığı hocası Ebû Bekr et-Turtuşî de Mâlikî idi. Müellifimiz genellikle mezhebinin savunmasını yapmış ve bu görüş eserlerine de yansımıştır. Bundan dolayı eserleri, Mâlikî mezhebinin kaynaklarından sayılmıştır. Eseri başından sonuna kadar, mezhebini müdafaa ve tercihleriyle doludur. Bu konuda bazı örnekler verelim: Meselâ, Mâide Sûresi’nin 6. âyetini tefsir ederken İmâm-ı Mâlikî yüceltmekte, Mâlik’e nispetle diğer imamları çoluk çocuk mesabesine indirmektedir.

diyerek Hz. Peygamber’in abdest uzuvlarını bazen birer, bazen ikişer, bazen de üçer defa yıkadığını, bazı abdestlerinde de bir azasını üç, bir azasını da iki defa yıkadığını beyanla, Mâlikî mezhebinin görüşünü ortaya koyar. Bazılarının ilk yıkamayı farz, ikinci ve üçüncü yıkamayı sevap zannettiklerini söyleyerek, onlan şöyle tenkid eder: “Bunu meclislerde ilân ettiler. Kâğıtlara yazdılar, sayılan ne kadar çok olursa da, mesele onların zannettikleri gibi değildir. Zira hak ölçekle ölçülmez ve çocuklarla yetişkinlerin anlayışı bir olmaz.

Diğer fıkıh mezheplerini tenkid ederken, re’y meselesine önem verildiği ve aralarında usûl farklılığı bulunduğu için, en fazla Hanefî mezhebi üzerinde durur. Meselâ, Tevbe Sûresi’nin 28. “Ey inananlar, doğrusu puta tapanlar (müşrikler) pistirler…” âyetini tefsir ederken, necasetin hissî olmadığını beyân ettikten sonra,

“Necasetin izâlesinin hissî bir iş olduğunu zanneden hanefîler bu hakikatte yanıldılar. Evet bazı yerlerde hakikaten necasetin izâlesi vardır. Ancak zahir olduğu zamandır ki o takdirde hissidir” demektedir. Daha sonra kâfirin mescide girip giremeyeceği münakaşasına girişir ve Hanefîlerin bir hacet için olsun veya olmasın, o mescide girebilir, sözlerinin delilini zayıf bulur. Bunların hatalı olduğunu söyleyerek onların görüşlerini çürütmeye çalışır.

Keza, Âli İmrân Sûresi’nin 36. “…Erkek kadın gibi değildir” âyetini açıklarken: diyerek Şâfi’ilerin, Ramazan günü kocasının birleşme arzusuna itaat eden kadına, erkeğe gerektiği gibi, keffaret gerekmediği yolundaki görüşlerini gaflet olarak niteler. Âli-İmrân Sûresi’nin 36. “…Erkek dişi gibi değildir…” âyet-i kerimesini delil getirmelerine şöyle cevap verir: “Bu âyet önceki şeriâtlerden bahsetmektedir. Önceki Şeriâtlerin bizim için geçerli olmadığı hususunda bütün Şâfi’îler müttefiktirler. Burada bir zorlama olmadığına göre, kula itaatin, Allah’a itaatten önde gelemeyeceğini gözönünde tutacak olursak, İbnu’l-Arabî’yi haklı görmemek mümkün değildir. Yine o, Bakara Sûresinin 178. “Ey insanlar, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı…” âyetinin tefsirinde “Bir kişiye mukabil, cemaatın katli” bahis konusu edildiğinde, Hanbelî mezhebine karşı kendi mezhebinin görüşlerini çok yönlü olarak şöyle ifâde etmektedir:

“Âlimlerimiz, Ahmed b. Hanbel’in bir kişiye karşılık bir topluluk öldürülmez, sözüne karşı “öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı” âyetiyle ihticac ettiler. Onun iddiasına göre, Allah Teâla kısasta müsavatı şart kıldı. Halbuki, bir kişi ile cemaat arasında müsavat yoktur. Kaldı ki Hak Teâla, Mâide Sûresi’nin, 45. âyetinde “Orada onlara cana can, göze göz… yazdık…” buyurmuştur. Kısacası Ahmed b. Hanbel, bir nefse karşı ancak bir kişi öldürülebilir, diye bu âyeti delil getirmektedir.

Buna cevap: Kaideye riâyet, lafızlara riâyetten evladır. Bir cemaat, bir kişiyi öldürdüğü zaman, öldürülmeyeceklerini bilirlerse, düşmanlar hasımlarına karşı yardımlaşır ve onları (bazı kimselerle) müştereken öldürürler. Böylece zarar görmeden emellerine nail olurlar.

Başka bir cevap: Kısastan murat, övülmek, mevki ve güçlerini göstermek için öldürmek isteyen Araplara bir red olarak kirn olursa olsun öldürenin öldürülmesidir. Yüce Allah, adalet ve müsavatı emretti. Bu da öldürenin öldürülmesiyle gerçekleşir,

Üçüncü Cevap: Mâide 45. âyetinden kastedilen (kısasın) mukabili ifâ edilirken, nefse karşı nefis, azalara karşı azalar alınır, manasınadır. İşi ırkçılığa (kavim taassubu) vardırarak kesilen bir uzuvdan dolayı bir nefsin canını yok etmek isteyenleri red amacını taşır. Şeriat, hamiyyeti kaldırmış, himayeyi esas almıştır.”

Müfessirimiz hakkında güzel bir tez hazırlayan Dr. Ahmet Baltacı, yukarıdaki haberi verdikten sonra, İbnu’l-Arabî’nin bu cevaplarını haklı gösterecek mahiyette şu ifadeleri kullanmaktadır: “Bu misal, İbnu’t-Arabî’nin konuyu tek yönlü düşünmediğine dâir güzel bir örnektir. İlk cevabı ile Hanbelî görüşünü hem aklî yönden hem de kaide yönünden cevaplandırmış olmaktadır. Öldürenin öldürülmesi, kaidedir. Sayısı ne olursa olsun, bu kaide değişmez. Aksi halde, adam hasmını tek başına değil de bir topluluğun yardımı ile öldürür ve hiç de ceza görmez, diyerek İbn Hanbel’in görüşünün akla ve kaideye zıt, nasıl bir sonuç doğuracağını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.”

Cevabın ikinci bölümü de cidden güzeldir. Kısastan maksadın, câhiliye âdetinden olan, suçlu veya suçsuz denmeksizin, adam öldürmenin kaldırıldığına dâir beyân İle İslâm’ın satvetini göstermek için suçlu sayısı çok bile olsa, öldürmekte tereddüt edilmeyeceğini ifade etmektedir.

Son cevapta ise, âyetin siyakının, bir kişiye karşı, bir kişi öldürülür mânâsına olmadığını, bir uzva karşı bir nefsin öldürülmesinden men etmek üzere vârid olduğunu açıklamaktadır.”

Bu birkaç misalde görüldüğü gibi ve daha pekçok misalde de görülecektir ki İbnu’l-Arabî, mezhebini savunmada ve diğer mezheplere karşı tutumunda, et-Tefsir ve’l-Müfessirûn sahibinin, aşırı bir taassub içerisinde değildir. Haklı veya haksızlığı mezhep taassubuna, peşin hükme dayanarak yapmamakta, delilleri konuşturarak karar vermektedir. Bunun içindir ki bazı meselelerde kendi mezhebi haricindeki mezheplerin görüşünü benimsemiş ve mezhebine muhalif olan ictihadlarıyla amel etmiştir. Buna âit delilleri ortaya koyar, hangi delil onca sağlam ise onu benimser. Meselâ, Nahl Sûresi’nin 98. “Kur’ân’ı okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” âyetini açıkarken, Mâlik’in “Namaz kılan kimsenin istiâzeyi, Fâtiha’dan sonra okuyacağı” sözünü ele alır ve Mâlikin bu sözünü garib bularak şöyle der:

“Bu âyetin tefsiri hakkında bulduğumuz en tuhaf sözlerden biri mecmuada geçen, Mâlik’e âit sözdür. Bu sözde, namaz kılan kimse istiâzeyi Fâtiha’dan sonra okuyacak, denilmektedir. Bu söz, hakkında eser vârid olmayan ve hiçbir görüşün te’yid etmediği bir sözdür… Bu söz, Mâlik’in usûlüne ve anlayışına benzememektedir. Bu rivayetin sırrını ancak Allah bilir. Bu sözü ile, haberin Mâlike aidiyetini şüpheli bulmakta ve Mâlik’in usûlüne uymayan hatalı bir hüküm olduğunu belirtmektedir.

Keza, Bakara Sûresi’nin 233. “…Vârise de aynı şeyi yapmak borçtur…” âyetinin mensûh olduğuna dâir     Mâlik’ten gelen haberi  şöyle değerlendirmektedir:

“İbnu’l-Kâsım, Mâlik’ten rivayetle bu âyet mensûhtur dedi. Bu, gafillerin bile kalbini ürperten, ilim sahiplerini şaşırtan bir sözdür. Halbuki mesele açıktır. Biz diyoruz ki nesh sabit olsa bile, bu âyeti ancak bunun mertebesinde bir nass neshedebilir. İşin gerçek yönü ise, mütekaddimlerden olan âlimler, fakihler ve müfessirler, tahsise nesh derlerdi. Bu, âyetin genel kapsamı içine giren bazı yönlerinin kaldırılmasıdır ve bir müsamahadır. Onların diiinde bu kelime böylece kullanıldı, fakat sonrakilere zorluk oldu” müfessirimiz, bu sözün Mâlik’in sözü olduğunu hemen kabul etmekte ve bu söz gafilleri dahi ürpertiyor diyerek âyetin mansûh olmadığını, selefin “Tahsis”i nesh manasında kullandığını ifade etmektedir.

İbnu’l-Arabî, delillerini konuştururken sadece kendi mezhebini tenkit etmekle kalmamış, diğer fıkhî mezheplerden benimsediği yerler ve yönler de olmuştur. Hatta, Endülüs ulemâsı arasında Ebû Hanife hakkında yanlış bir kanaatin bulunduğunu ve bunun izâlesine çalıştığını beyân etmektedir. Bu yanlış kanaat “Ebû Hanife’nin âmm olan nassların hass olanları neshettiğini iddia etmesidir”. İbnu’l-Arabî bu kanaatin yanlış olduğunu Ebû Hanife’nin böyle bir sözü bulunmadığını belirterek Endülüs âlimlerinin böyle bir asılsız iddiayı nasıl ortaya çıkardıklarına şaşmaktadır.

Görüldüğü gibi İbnu’l-Arabî, ilmî hakikate ulaşabilmek için delillere dayanmış ve onları bir mezhep taassubuna sapmaksızın objektif olarak, değerlendirmeye çalışmıştır. Ancak, kendi mezhebini tenkit ile diğer mezhepleri tenkidi arasında şu fark vardır: Kendi mezhep imamlarını yumuşak bir dille, diğer imam ve müctehidleri daha sert ve haşin bir dille tenkid etmiştir. Mezhep taassubunun kuvvetli olduğu ve herkesin karşı mezhebi itham ettiği bir vasatta, çevrenin tesirinden kurtulmak kolay değildir. Bu sebeple müellifimiz bu konuda mazur görülebilir.

İbnu’l-Arabî, ehlisünnet inancına bağlı olan bir kişidir. Onun yayılması için çalışmış, o inançta olmayanlarla mücadele etmiştir. Diğer eserlerinde olduğu gibi, Ahkâmu’l-Kur’ân’ında kelâm, felsefe ve diğer sapık itikadi fırkaların münakaşaları ile doludur. el-Avasım adlı eseri bu konularda en mühim eserdir. İtikâdî mezhep yönünden Eş’arî’ye mütemayil olduğu anlaşılmaktadır. Müellifimiz, îmân ve amel konularında gerçekten çok hassas olan bir kişidir. Kitaplarında ve kadılığında, ma’rûfu emr ve münkerden nehy konusuna büyük önem vermiştir. Kadılığı da bu hassasiyeti sebebiyle bıraktığını söyleyebiliriz. Onun, günahları sebebiyle bir Müslümana küfür isnâd etmekten son derece kaçındığını ve Müslümanları ehlisünnet inancında birleştirmeye gayret ettiğini görüyoruz. Meselâ o, En’âm Sûresi’nin 121. “…Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz” âyetini tefsir ederken, diyerek, bir Mü’mini tekfir etmekten, kaçınmakta ve Allah’ın haram kıldığını helal kabul eden kimsenin müşrik olduğuna işaret ederek “Bir Mü’min, imân ve küfür konusu olan itikatta bir müşrike itaat ederse, müşrik olur. Akidesi sağlam, tevhid ve tasdikinde devamlı olduğu halde, fiilinde ona itaat ederse, o âsidir. Bunu her yerde böyle anlayınız, en doğru olanı Allah bilir” demektedir.

Müellifimiz diğer konularda olduğu gibi, itikadî konularda da nassa ağırlık verir. Nassı teyid etmesi şartıyla, aklı da ihmâl etmez. Muarızlarını cevaplandırırken, aklî hükümlerden de yararlanır. İbnu’l-Arabî’ye göre, iyiyi kötüyü, helali haramı, şeriat tayin eder ve akla da rehberlik eder. Akıl da, bu konularda şeriatin rehberliği olmaksızın karar veremez.

İbnu’l-Arabî, bu eserinde sapık itikadî mezhepleri de tanıtır. Bunları naklî ve aklî delillerle çürütür. Bazen onları çok sert bir dille tenkit eder, bazen de onların gülünç yanlarını ortaya koyarak, onlarla alay eder. İbnu’l-Arabî, sapık itikadî mezheplerin iddialarını evvela ortaya koyar, sonra da, onların yanıldığı yerleri aklî ve naklî delillerle çürütür. Meselâ, Mücadele Sûresi’nin 22. âyetini tefsir ederken bir kaderî ile bir mecûsî arasında geçen bir olayı şöyle anlatmaktadır:

“İbn Vehb, Mâlik’in Kaderiyye’ye mensup biriyle oturup konuşma; bu âyetten dolayı Allah için onlara düşman ol, dediğini rivayet etti… Kaderiyye’nin iddiasına göre, kullar da Allah’ın yarattığı gibi yaratır ve Allah’ın beğenmediği ve dilemediği şeyi yapabilir. Allah, bunun reddine kadir değildir. Rivayete göre, bir Mecûsi ile Kaderî münazara etti. Kaderî, Mecûsiye:

“İmân etmemene sebep nedir?” Mecûsi şöyle cevap verdi.

“Allah dilese idi, imân ederdim.” Kaderî:

“Allah diledi, fakat şeytan sana mâni oluyor.” Mecûsî ona,

“O halde beni ikisinden en kuvvetlisine bırak,” dedi.

İbnu’l-Arabî, Hâriciler, Şia, Mu’tezile ve Zahirîler hakkındaki görüşlerini daha açık bir şekilde “el-Avasım” adiı eserinde’ ifade etmekte ise de, Ahkâm’ul Kur’ân’ında, bu konuda bazı güzel örnekler verir. Meselâ İmâmiyye’nin sahabe hakkındaki görüşlerine cevap verirken, insanlar için numune olan bu insanları küçültücü mâhiyette söz söyletmediği gibi, onlara toz dahi kondurmak istemez. Tevbe Sûresi’nin 40. “Muhammed’e yardım etmezseniz bilin ki, inkâr edenler onu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak, Allah ona yardım etmişti, arkadaşı Ebû Bekr’e “üzülme, Allah bizimledir” diyordu; Allah’da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, İnkâr edenlerin sözünü alçattmıştı…” âyetinin tefsirinde,

“İmamiyye, Ebû Bekr (r.a.)’in Hz. Peygamberle mağara’da iken hüzün lenmesini, cahilliğine, eksikliğine, kalbinin zayıflığına ve şaşkınlığına delildir dediler. Allah onları takbih etsin.”

Alimlerimiz, buna üç yönden cevap vermişlerdir:

1- “Üzülme” sözü zahir mânâsı ile hüznü ondan menetmeyi gerektirir. Belki de Hz. Peygamber, onun kalbinin itmi’nanını artırmak için söylemiştir. Çünkü Ebû Bekr, Hz. Peygamber’e, onlardan biri ayaklarının ucuna baksa, bizi görür, demişti de Hz. Peygamber de, “Üzülme, Allah bizimledir” demişti.

2- Hüzün  bulunsa bile,  Ebû  Bekr’e bir noksanlık getirmez.  Nitekim,  Hz. İbrahim hakkında “…durumlarını beğenmedi ve içine korku düştü.” Hz. Mûsâ hakkında da “Bu yüzden Mûsâ içinde bir korku hissetti”

onlara korku isnad edilmiş ve bu, onlar için bir noksanlık olmamaştır.

3- Hz. Ebû Bekr’in hüznü, şaşırmasından ve şüphesinden dolayı değil. Hz. Peygamber’e   bir   zarar   geleceği   korkusundandır. O  zaman, henüz Hz. peygamber’in masum olduğu bildirilmemişti. Hz. Ebû Bekr, nasıl zayıf kalbli olabilir. Hz. Peygamber’in ölümünde dahi, o şaşırmayan tek kişi idi. Herkes şaşkınlık içinde iken o ayağa kalktı, sağlam imânı, kuvvetli ilmi, metin yüreği ile ortaya çıktı. Telâşa kapılanları yatıştıran hutbesini okudu”.

Birinci cevabında, emir ve nehiy sigalannın maziye değil istikbale delâlet ettiğini, ikinci cevabında ise, hüznün büyük peygamberlerde dahi bulunabileceğini ve bunun onlar için bir noksanlık teşkil etmeyeceğini, buna kıyasla, Hz. Ebû Bekr’de de bir eksiklik olmayacağını, üçüncü cevabında ise, târihî bir vakıaya dayanarak, onun son derece metin bir kimse olduğunu kafi ve inkârı mümkün olmayacak şekilde ispat eder. İbnu’l-Arabî’nin ilmî çalışmalarında ve kadılığı esnasında Endülüs’te en fazla mücâdele ettiği gurub, Zahirîlerdir. Bu mezhebi Endülüs’te yerleştirmiş oian İbn Hazm (ö. 456/1063)a karşı şiddetli çıkışları olmuştur. Endülüs âlimleri, bidayette İbn Hazm’a karşı çıkmamış, fakat Ebû’l-Velid el-Bâcı (ö. 474/1081) ona karşı durmuş daha sonra gelen İbnu’l-Arabî’de onun en büyük desteği olmuştu. Zahirîler hakkındaki dînî hükmü Ahkâm’u’l-Kur’ân’ında şöyle ifade etmektedir:

“Eğer, Dâvûd ez-Zâhiri Kur’ân’ın mahlûk olduğunu söylüyor ve Hz. Peygamber’in ashabını kıyas kullandıklarından dolayı dalâletle itham ediyorsa, biz de onu, tekfir ederiz.” Bu ifadesiyle onların İslâm’a olan zararlarının büyüklüğünü göstermek istemektedir.

Kısacası, İbnu’l-Arabî dinde olmayan bir şeyin, dine isnâd edilmesine, nassların zorlanıp, te’vil edilerek veya zahirine saplanmak suretiyle bir takım sapık yollara gidilmesine, çok üzülmektedir. Bu sebepten, itikadı hataları, sapık fırkaların amelî meselelerde tesbit ettiği ictihâd hatalarını tenkid edişine benzemeyen çok daha ağır bir dille suçlamaktadır. Onlarla fikrî ve ilmî mücadelelere girişmiş ve onlarla fiilî mücadele etmekten de kaçınmamıştır.

İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân’ında İsrâiliyâttan mümkün mertebe kaçınır ve ona dalmaktan şiddetle nefret eder. Bakara Sûresinin 67. âyetini tefsir ederken ikinci meselede bu konuya özlü bir şekilde temas eder. Verdiği örnekleri de okuyucularına ibret olsun diye nakleder. Meselâ, Alak Sûresi’nin 4. âyetindeki “Kalemle öğreten” ibaresini tefsir ederken, ilk defa yazıyı va’zedelerin kimler ol­duğu hususundaki çeşitli rivayetleri verdikten sonra şöyle demektedir:

“Bu rivayetlerin hepsi zayıfttır. İtimâd edilecek bir esasa dayanmaz. Daha garib olanı da, bu hususta konuşulmasıdır. Böylece kendisine itimad edilmeyen, üzerine hüküm taalluk etmeyen ve dinî bir fâidesi olmayan şeylere dalınmış oluyor. Biz, ilim talibi olanların bilip anlaşması ve dine en uygun olanı ve yakışanı alması için buna işaret ettik” Verdiği birçok ibretli örnek de, okuyucuyu bunların ne kadar bâtıl rivayetler olduğundan haberdar etmek ve bazı kimselerin sapıklığa düşmesine engel olmak içindir.

Şüphesiz, Kur’ân’ı anlamak için başta gelen şart, Arapçaya vâkıf olmaktır. Müellifimiz İbnu’l-Arabî’nin, âyetlerin anlaşılması için kelimelerin hangi mânâya geldiğini belirten lugâvî izahlara giriştiğini görmekteyiz. Bu konu da Ahkâmu’l-Kur’ân’ın mukaddimesinde “…Biz, âyetleri zikredeceğiz. Sonra kelimelerine hattâ harflerine bakacağız. Önce kelimeyi tek olarak öğrenmeye çalışacağız. Sonra cümle içindeki diğer kelimelerle (kardeşleriyle) birleştirip, terkip yapacağız”, demektedir.

Bu konuda seleften nakledilen haberlere dayanarak açıklamalar, yaparken, bazen de nakle dayanmaksızın izahlar yapmaktadır. Şiirle istişhâd ederek yaptığı izahlar az değildir. Sarf ve hahiv yönünden da oldukça fazla örneklere rastlanılır.

İbnu’l-Arabî’nin, itikâdî konularda, hakkında nass ve delil bulunmayan haberlere iltifat etmediğini söylemiştik. Zahire muhalif olan te’villeri kabullenmez. Bu bakımdan, müfessirimiz bugünkü İlmî tefsir anlayışı içerisinde olmasa bile, onda ilmî tefsir anlayışının izlerine rastlamamız mümkündür. Meselâ, zamanındaki felsefeci ve tabıblerden olup da cinleri inkâr eden bir cemaati tekfir etmektedir.

Onun, ilim ve ilim sahiplerine esef edişini bugün dahi haklı görmemek mümkün değildir. Zamanındaki tabiat bilimcilerinin ana rahmindeki çocuğu yedi gezegen yönetmektedir. Dördüncü ayda, idareyi güneş alır. Bundan sonra çocuk hareketlenir. Sekizinci aydan itibaren de “Zuhal” in idaresine geçer. Keza, Ra’d Sûresi’nin 8. “Allah, her dişinin rahminde taşıdığını… bilir” âyetini tefsir ederken, o günkü tabiblerin şu iddiasına yer verir:

“…Kadının sağ memesi şişerse doğacak çocuk erkek, sol meme şişerse kızdır. Kadının, sağ tarafı ağır olursa, çocuk erkek, sol tarafı ağır olursa, kızdır”. İbnu’l-Arabî, bu iddiayı bir kimse kafi olarak söylerse, bunun küfür olacağını; tecrübe ile söylerse bir şey yapılamayacağını söyler ve sözünü, “Adet değişebilir, ilmin değişmesi caiz değildir” ifadesiyle tamamlar.

Her devirde, ilim ve fikir erbabının dine muhalif birçok iddiaları bulunduğu gibi, bu görüşleri benimsemeyen fikirlerin de bulunması tabiîdir. Her iki görüşü de, bugünkü anlayışımızla bağdaştırmak mümkün olmayabilir. Onları, o günkü ilim anlayışını ve o günün şartlarını göz önüne alarak değerlendirmek gerekir. Müellifimizin de bugün benimsenmesi zor görünen yönleri olduğunu unutmayalım. Meselâ, “Bazı kimseler güneş aylarından günler hesaplıyor ve bunda keramet olduğunu iddia ediyorlar. Bir Müslümanın onlara bakması ve aletleriyle meşgul olması helal olmaz” demektedir. Keza, En’âm Sûresi’nin 59. âyetini tefsir ederken mugayyebatı hamse hakkında bilgi verdikten sonra şöyle der: diyerek ay ve güneş tutulacağını söyleyen kimsenin tekfir edilmeyip hapsedileceğini, bu işin hesapla olacağını haber vereni, âlimlerin tekfir etmediğini, ancak akideleri bozmaması için te’dip edileceğini, bunları bilse bile (insanları dehşete düşürmemek için) gizleyip, ilân etmemesi gerektiğini bildirir.

Kısacası müellifimize göre, o günkü ilimlerin hepsini ilmî tefsir içerisinde mütalaa etmek mümkün değildir. Ancak bu ilimier nasslara ve dînî esaslara dayanırsa kabul edilebilir. Nitekim daha evvel zikrettiğimiz onun şu sözü, onun ilmî tefsir anlayışı için bir kaide olacaktır. “Size bir tavsiyede bulunmaya söz vermiştim. Kur’ân’ı önder, harflerini rehber kılınız. Onda olmayanı ona hamletmeyiniz. Onda bulunmayanı ona bağlamayınız…” Bu durumda İbnu’l-Arabî, değişmeyen esaslara dayanmayan bir ilmi, ilim kabul etmez, Dine muhalif esasları ihtiva eden bir ilim Kur’ân’la irtibatlandırılamaz. Nassın zahirine muhalif olmayan te’viller kabul edilebilir.

Müellifimiz tefsirinde zaruret oimadıkça te’vil yoluna gitmemiş, bunlarda âyetin zahirine ve şeriate muhalif olmamayı esas almıştır. Uzak te’villeri ve zahire muhalif olan bâtınî tefsirleri sert bir şekilde yermiştir. Mutasavvifeden bazılarının aşırı te’vile kaçmalarına karşıdır. Ona göre tevillerin ve yapılan bütün tefsirlerin, âyetin zahirine muhalif olmaması gerekir. Bu bakımdan dine ve nassın zahirine muhalif olmayan işârî tefsirleri kabul eder. Aşırılıklardan da kaçınır. Mesela, tevekkül bahsinde, hakiki tevekkülü anlatırken, diyerek gece gündüz ibâdetin rızka vesiie olacağına dâir Sûfiyye’nin sözünün sünnete muhalif ve emre mugayir olduğunu ifade edip reddetmektedir.

Te’vil ve işârî tefsirde dâima şer’i ölçülerden ayrılmamaya gayret gösteren İbnu’l-Arabî, çok takdir ettiği hocası Gazalî’yi bile bazı noktalarda tenkit etmiştir.

İbnu’l-Arabî, sözleri dâima delillere dayanan, ilmi sağlam, hükümlerinde isabetli, kendinden sonrakilere tesir etmiş velûd bir İslâm âlimidir. Eserleri, pek çok bilgiler ihtiva eden ve zevkle okunan, geçmişe ve müellifin zamanına ışık tutan bir hazinedir.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi