Kimdir

Ebu Ali Et-Tabresi ve Mecmau’l-Beyan Li Ulumi’l-Kur’ân

Ebu Ali Et-Tabresi ve Mecmau’l-Beyan Li Ulumi’l-Kur’ân: Bu tefsirin yazarı, Ebû Ali e!-Fadl b. el-Hasan b. el-Fadl et-Tabresî et-Tûsî es-Sebzvârî el-Meşhedî, Eminüddin’dir. Kaynaklar onu âlim, fâzıl, müfessir, muhaddis fakîh bir kişi olarak vasfetmektedir. Şia ulemasındandır. Dostlarınca sika, kamil, asil bir alim olarak tanıtılır. Ailesi ilim ehlidir ve kendisinden sonra da oğlu Radiyyuddîn ve torunu Ebu’l-Fadl Ali b. el-Hasan ve akrabasından çeşitli dönemlerde büyük âlimler çıkmıştır. Doğum tarihi hakkında bilgimiz yoktur. Kendisini İslâmî ilimler sahasında yetiştirmiş, Şeyh Ebû Ali b. Şeyh et-Tûsî’den rivayet etmiş ve kendisinden de oğlu Radiyyuddîn, İbn Şehr Eşveb, Şeyh Muntahabuddîn, el-Kutbu’r-Râvendî ve diğerleri ilim almış ve nakletmişlerdir. 548/1153 senesinde Sebzvâr’da vefat etmiş ve Meşhed’e nakledilerek orada defnedilmiştir.

Tefsir, fıkıh ve kelâm alanında verdiği eserlerden bazılarını şöylece sırala­yabiliriz:

1- Mecmau’l-Beyân li Ulumi’l-Kur’ân

2- Cevâmiu’l-Câmi.

3- Muhtasaru’l-Keşşâf.

4- İ’lâmu’l-Verâ bi A’lâmi’l-Hüdâ.

5- Hakâiku’i-Umûr fi’l-Ahbâr.

6- Tâcu’l-Mevâlid.

7- Iddetu’s-Sefer ve Umdetu’l-Hadar.

8- el-Âdâbu’d-Diniyye.

9- Maâricu’s-Suâi.

10- Künûzu’n-Necâh.

11- Nasru’l-Leâlî.

12- en-Nûru’l-Mubînu’l-Fâik.

Biz burada müellifin “Mecmau’l-Beyân fi Tefsiri’l-Kur’an” adlı tefsirini ta­nıtmaya çalışacağız. Kaynaklar bu eserin 534/1140 senesinde tamamlandığını zikretmektedirler. Mecmau’l-Beyân’ı telif ettikten sonra, kendisine Zemahşerî’nin “el-Keşşâf”ı ulaşmış ve onun metodunu çok güzel bulmuştur. Bunun üzerine Mecmau’l-Beyân’ın fâidelerini, Keşşaf’ın da latifelerini ihtiva eden ve Mecmau’l-Beyân’ın muhtasarı mâhiyetinde olan “Cevâmiu’l-Câmi” adlı tefsirini telif etti. Yazdığı bu iki tefsirin muhtasarı veya Keşşafın hulâsası olan “Muhtasaru’l-Keşşâf’ını üçüncü bir tefsir olarak te’lif etti. Mecmau’l-Beyân tefsirinin te’lif sebebi hakkında garib ve acâib bir görüş ileri sürülmektedir ki bu onun bir nevi kerameti olarak da söylenebilir. Şöyle ki “Tabresi’ye âni bir hal vâki olur (sekte-i kalb). Onu öldü zannederler, yıkayıp kefenleyip defnederler. Bir zaman sonra bu halinden uyanır ve kendisini hiç bir çıkış yolu olmayan kabirde bulur. Eğer şu belâdan kurtulursa, bir Kur’ân tefsiri te’lif etmeyi adar. Kefen soyuculardan biri onun kefenini soymaya niyetlenir. Ne zaman ki kabri açar, şeyhi canlı ve kendisi ile konuşur bulunca, hırsız, korku ve dehşete düşer. Şeyh ona korkma ben canlıyım ve bana bir sekte-i kalb isabet etti ve beni bu hale getirdi, der. Çok zayıf olduğu için ayağa kalkamıyor ve yürüyemiyordu. Hırsız onu, omuzlarında evine taşıdı. Ona giyecek ve mal verdi ve hırsız onun eliyle hidayete erip tevbe etti. Bundan sonra da nezrini (adağını) yerine getirmeye koyuldu. Mecmau’l-Beyân’ı telife başladı.” Kaynaklar böyle garib bir haberi zikrediyorlarsa da müellifimizin tefsirinin baş tarafına yazdığı mukaddimesinde, böyle bir hâdise nakledilmediği gibi, aksine bu görüşü reddedecek fikirlere rastlanmaktadır.

Tabresî, besmele, hamdele ve salvele’den sonra, İslâm’da ilmin değerini ve ilimler içinde de en yüce en faziletli ve en faydalı ilim olarak da Kur’ân ilimlerini ele almaktadır. Kur’ân tefsiri ilmi hususunda eskilerden ve yenilerden olan âlimlerin meşgul olduklarını ve onun gizlilikleri üzerinde çalışıp, onun korunmuşluğunu ortaya koyarak, ondaki derinliklere dalıp kitaplar telif ettiklerini söy­lemektedir. Kendi dostlarından (yani İmâmiyye Şiası’ndan) olanların tefsir konu­sunda kendilerine ulaşan muhtasar haberlerden başka bir şey nakletmediklerini ve bunlarda da manalar ve sırların açıklanmadığını söyledikten sonra, Tûsî’nin “Tıbyân” ını, meâni, lügat, sırları açıklaması ve hakikatları ortaya koyması bakımından medhetmektedir.

Müellifimiz Kur’ân ilimlerine genç iken başlayıp kendini çeşitli yönlerden yetiştirdikten sonra yaşı altmışa gelip saçları ağardığında bu tefsir işine te­şebbüs ettiğini, bu konuda istihare yaptığını ve bütün gayretini bu işe verdiğini, çok yorulduğunu, fikrini uzattığını, tefsirlere baktığını, Cenâb-ı Hak’tan kolaylık ve tevfik istediğini şu ifadeleriyle anlatmaktadır:

Müellifimiz, bir tefsir yazmaya niyet ettikten sonra, yazacağı tefsiri bizlere şöyle tanımlamaktadır:

“Şu ilmin nevilerini ve fenlerini cemederek özlü ve temiz bir şekilde güzel bir nazım ve tertible kitabı te’life başladım. O, kıraat, irab, lügat ilimlerinin kapalı ve müşki! olan kısımlarından kaynak ve fasılları, Kur’ân’a ta’n edenlere cevapları ve usûl, furu, akli ve nakli konulardaki itikadlarının sıhhatına dâir ashabımızın münferit olarak zikrettiği pek çok istidlal şekillerini muhtasar ve mu’tedil bir tarzda ihtiva etmekte, sözü ne çok uzatmakta ne de iyice kısıtlamaktadır.”

Tabresî, tefsirinde takip ettiği metodunu mukaddimesinde şöyle açıklamak­tadır:

“Her sûrenin başında, onun Mekki mi, Medeni mi, olduğunu ayetlerin sayı­sındaki ihtilafları, sûrenin okunmasının faziletlerini takdim ettim. Sonra âyetlerdeki kıraat ihtilaflarını, illet ve ihticâcları, Arapça ve dilleri, i’rab ve müşkilleri, sebebi nüzuller, meâni hüküm ve te’villeri, kıssalar, âyetler arasındaki tenâsüb ve insicamları sundum. Arapça’nın en açık yücesini, i’rab hususunda açık her delili, sağlam olan manaları, müşkülâtlar hususunda açık her burhanı topladım. Allah’a hamdü senalar olsun ki o (bu tefsir) edîp için bir esas, nahivci için bir hazır malzeme, okuyucu için ibret, âbid için zahîre, kelamcı için hüccet, hadisçi için hüccet kaynağı, fakîh için kılavuz, vaiz için bir âlettir.

Ona “Mecmau’l-Beyân li Ulûmi’l-Kur’ân” adını verdim. Yüce Allah’tan onu pek çok değerli incileri muhtevî bir kitap kılmasını temenni ederim”.

Tabresî bu tefsirinde, tefsir ilminin birçok özelliğine riâyet etmekle beraber, tefsirinin ağırlık noktasını, ehlisünnetten farklı olan İmâmiyye inançları teşkil eder. O genellikle kendi mezhebî görüşlerini, karşı mezheplerin görüşleriyle kı­yaslar ve onlara cevaplar verir.

Her sûrenin başında, sûrede bulunan Mekkî ve Medenî âyetlerin sayısı ve bu sayılar hakkındaki ihtilaflar hususunda bilgi verir. Bir âyeti tefsire başlarken önce âyetle ilgili kıraat farklılıklarını “el-Kırâ’a” başlığı altında anlatır. Sonra da kırâatlann lügat ve nahivden delillerini “el-Hucce” adı altında açıklar. Ayette yer alan garib lafızların lugavî manalarını “el-Lugâ” başlığı altında inceler. Halil b. Ahmed, Ferrâ, Esmâ’i, Zeccâc gibi meşhur dil âlimlerinden bu konularda nakillerde bulunur. Lafızları açıklayıcı mahiyette Arap şiirinden şâhidler getirir. l’rab yapılması gereken müşkil yerlerde “el-l’rab” başlığı altında meseleyi çözmeye çalışır. Sibeveyh, Ahfeş, Müberred gibi dilcilerden istifade eder. Kıssalara âit rivayetlerini genellikle ehlibeyte ve Ebû İshak’a dayandırır, “en-Nüzûl” başlığı altında âyetlerin sebeb-i nüzullerini inceler ve bu konudaki haberleri genellikle Kummî ve Ayyâşî’nin tefsirlerinden naklederek, ehlibeyt’e kadar ulaştırır. Daha sonra “el-Ma’na” adı altında âyetin manasını açıklar, âyetten çıkarılan kendi mezhebine âit delilleri gösterdiği gibi, diğer mezheplerin bu âyetten çıkardıkları dellilere de işaret eder. Âyette İmâmiyye itikadı ile ilgili bir şey varsa “Mezhep âlimlerimiz şöyle istidlal eder…” diyerek, mezhebinin görüşlerini sıralar. Diğer Şia tefsirlerinde olduğu gibi, bu tefsirde de Muhammed Bakır ve Ca’fer Sâdık’tan gelen rivayetler ağırlık kazanır. Bazen’de “en-Nazm” başlığı altında, tefsir ettiği âyetin kendinden evvelki âyet veya âyetlerle irtibat, münasebet ve insicamını göstermeye çalışır.

Tabresî, mukaddimesinde tefsirinin vasfını ve metodunu verdikten sona, Kur’ân’ın tefsirine başlamadan evvel okuyucuya lüzumlu olan bazı Kur’ân ilim­lerini yedi fen halinde anlatmaya çalışmaktadır.

Birinci fen’de: Kur’ân âyetlerinin sayısı ve bunu bilmenin faydaları üzerinde durulmaktadır.

İkinci fen: Şehirlerde meşhur olan Kur’ân’ın isimleri ve onların râvileri hak­kındadır.

Üçüncü fen: Tefsir ve te’vîl kelimelerinin anlamı ve re’y ile tefsire cevaz veren ve vermeyenlerin âyet ve hadislerden getirdikleri deliller hakkındadır.

Dördüncü fen: Kur’ân’ın isimleri ve onların manaları hakkındadır.

Beşinci fen: Kur’ân ilimleri hakkında söylenen sözler, yapılan izahlar ve ya­zılan kitaplar hususundadır. Kur’ân’ın i’cazı ve Kur’ân’da ziyâde ve noksanlık hu­susunda söylenen sözler gibi.

Altıncı fen: Kur’ân ve Kur’ân ehlinin fazileti hususunda gelen bazı haberlerin zikri hakkındadır.

Yedinci fen: Kur’ân’ın okunuşunda lafızları güzelleştirme ve sesi süsleme hususunda okuyucuya müstahab olan hususlar hakkındadır.

Bundan sonra müellif istiaze, besmele, Fatiha ile başlayıp Kur’ân’ın sonuna kadar tefsirine devam etmektedir. Hakikatte Tabresî’nin tefsiri, Şia ve Mu’tezile görüşlerini bir tarafa bırakacak olursak, değerli büyük bir tefsirdir. Muhtelif ilim ve fenlerde sahibinin değerini gösterecek mâhiyettedir. Bu tefsir, yazarının mukaddimede metodunu verdiği şekilde güzel tertibler ve münasebetlerle de­vam eder. Temas ettiği her yöne, zamanı için yenilikler getirir. Kıraat ve vecihlerinden, lugavî manalardan ve lafızlardan, i’rab vecihlerlerinden bahsederken yeni görüşler ortaya koyar. İcmâlî manayı şerhederken, murâd edileni açıklar. Nüzul sebeblerinden bahsettiğinde ve kıssaları şerhettiğinde sözlerin hakkını verir ve hepsini ortaya koyar. İcmali manayı şerhederken, murad edileni açıklar. Nüzul sebeplerinden bahsettiğinde ve kıssaları şerhettiğinde sözlerin hakkını verir ve hepsini ortaya koyar. Ahkam hususunda konuşurken fakîhlerin mezhep görüşlerini arzeder. Kendi mezhebini ortaya koyar. Mezhebinde fukahanın de­diğine ters bir şey varsa onu savunur. Âyetler ve cümleler arasındaki münase­bet ve tanzim güzelliğini izah eder. Kur’ân’ın müşkilatı arzedildiğinde, oradaki şüpheyi giderir, gönlü rahatlatır. Kendilerinden olan geçmiş müfessirlerin sözle­rini nakleder. Onlardan tercih ettiklerini belirtir. Kendisinin Şii olması ve onu savunması, Allah’ın kitabını akidesiyle uyuşacak şekilde yorumlaması, ahkâm âyetlerini kendisi ve benzerlerinin ictihadlarına uygun düşecek şekilde izahı, pek çok mevzu hadisleri rivayet etmesi gibi aleyhine sayabileceğimiz noktalar varsa da, doğrusu o, diğer pek çok İmâmiyye âlimi gibi Şiilikte aşırı ve akidesinde müfrit değildir.

Tabresî’nin Kur’ân tefsirinde mezhebine muvafık manaları verirkenki meylini ve mezhebinin Kur’ân esasları üzerine tesis edilmiş olduğu hususundaki şiddetli gayretini göstermek için tefsirinden bazı misaller vermek uygun olacaktır.

Misallere geçmeden evvel müellifimizin bugün elimizdeki Kur’ân’ı noksansız ve ziyadesiz olarak kabul etmekte olduğunu belirtelim. Kur’ân’da ziyadelik noksanlık olduğu hakkındaki görüşlere şu ifadesi ile cevap vermektedir:

Tabresî, İmâmiyye Şiası’na mensûb olduğundan bu mezhebin akide esaslarını benimsemektedir. Bu hususa âit görüşlerine tefsirinde sık sık rastlanmaktadır. Imâmet’in sıhhati meselesi, Hz. Ali ve evlâtlarının imamlığı ve imamların korunmuş olmalarını şiddetli bir şekilde müdafaa etmektedir. Meselâ,

Mâide Sûresinin 55. “Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamber! ve namaz kılan, zekât veren ve rükû eden Mü’minlerdir,” âyetini tefsir ederken görüşlerini te’yid edici mâhiyette lügat, i’rab ve nüzul sebeblerini nakletmeye çalışmaktadır. Bu görüşler ışığında âyeti şöyle manalandırmaktadır:

“Mahlûkatı üzerine velayetin kime âit olduğunu ve onların işlerini yerine getirenlere tâatın vâcib olduğunu Yüce Allah bu âyette belirtmektedir. Bu âyet Hz. Peygamber’den sonra hiç ara vermeksizin Ali’nin imamlığının sıhhatına delâlet etmektedir…” demek suretiyle imametin sıhhati ve Hz. Ali’nin imamlığı üzerinde durmaktadır.

Halbuki, es-Sa’lebî’nin, Ebû Zerr’den rivayet ettiği uzun haberi inceleyen ve bu âyetin Ali hakkında nazil olduğunu söyleyenlere karşı İbn Teymiye delillerin sağlam olmadığını, safsata cinsinden bâtıl ve yalan olduğunu söylemektedir. Bu meseleyi açıklığa kavuşturmak için onların delillerini çürütmekte ve kendisi bu konuda sağlam deliller ileri sürmektedir.

Tabresî, genellikle imamlarından naklettiği haberlerde isnâd vermektedir. İmamdan rivayet edildiğine göre, deyip haberi nakletmektedir. Demek oluyor ki akideleri icâbı, imamların korunmuş olduğuna ve yalan söylemeyeceklerine inanmaktadır. Meselâ, Mâide Sûresi’nin 3. âyet’indeki, “…Bugün dininizi ta­mamladım…” ibaresini tefsir ederken iki imam Ebû Ca’fer ve Ebû Abdillah’tan rivayet edilen bir habere göre bu âyetin Hz. Peygamberin, Ali’yi Gadirhûm mev­kiinde kendisinden sonra imâm nasbettikten sonra nazil olduğunu ve bunun son farîza olduğunu belirtmektedir.

Yine müellifimiz Mâide Sûresi’nin 67. “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur” âyetini tefsir ederken, zayıf isnadlara dayanarak, Hz. Peygamber’e lâyık olmayacak şeyler söylemekte ve Hz. Ali’nin, Peygamber tarafından imamete nasbedildiğini şu ifâdelerle belirtmeye çalışmaktadır:

Hatta, Hz. Ali’nin kıyamette cennet ile cehennem arasında durup kendisine yardım edenleri yüzlerinden tanıyıp cennet’e, kendisine buğz edenleri de yine yüzlerinden tanıyıp cehennem’e sokacağını, kendi ağzından söyletmeye çalışır­lar:

Yine Bakara Sûresi’nin 124. “Rabb’i İbrahim’i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, seni insanlara önder kılacağım demişti. O, soyumdan da deyince, zâlimler benim ahdime erişemez, buyurmuştu”, âyetinin tefsirinde Ca’feri Sâdık’tan rivayet edilen haberlerin, Hz. Ali evlâdının imametini, 12 imâm meselesini ve imametin Hasan evladına değil de, Hüseyn evladına verilmesinin sebebini şu ifâdelerle anlatmaya çalışmaktadır:

Imamiyye Şiâsı’nın, bazı âyetleri kolaylıkla kendi lehlerine te’vil ettiklerini daha önce söylemiştik. Bu hususu müellifimizde de sık sık görmekteyiz. Meselâ, Zümer Sûresi’nin 10. “…Ey Muhammed de ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar” âyetini tefsir ederken, Ebû Abdillah’dan yaptığı bir rivayette, kendilerinin bilenler, düşmanlarının bilmeyenler olduğunu, öğüt alan akıl sahiplerinin de, kendilerine yardımı olan “Şia” olduğunu, şu ibare ile ifade etmektedir:

Tabresî, Hz. Ali ve evladlarının imamlığı üzerinde durduğu gibi, yine itikadlarınca, imamların masum olduğunu, tefsirinde şiddetle müdafaa eder. Meselâ, Ahzâb Sûresi’nin 33. “…Ey Peygamber’in ev halkı, şüphesiz Allah sizden kusuru giderip, sizi tertemiz yapmak ister” âyetini tefsir ederken Peygamber’in ev halkının, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’den ibaret olduğunu gösterme hususunda ciddi gayretlere girişir. Daha sonra da onların her türlü günah ve çirkinliklerden korunmuş olduklarını, bu konuda Peygamberlerle aynı seviyede bulunduklarını ifâde etmeye çalışır ve bu konuda hususî ve umumî tariklerle gelen rivayetleri serdeder.

Şia’nın “Rec’a” hakkındaki görüşünü de tefsirinde benimser. Bakara Sûresi’nin 56. “Ölümünüzden sonra, şükredesiniz diye sizi tekrar diriltmiştik” âyetinin tefsirinde şöyle der:

Kendi mezheplerinden olanların bu âyeti “Rec’a” nın cevazına delil getir­diklerini söylemekte ve öldükten sonra geriye dönmenin Peygamber zamanında bir mucize olabileceğini beyân edenin sözünü bâtıl olarak görmekte ve kendilerince ve ümmetin çoğunluğunca, imâm ve evliyalar eliyle de mucizelerin izahının caiz olacağına kail olmaktadır. Bu husustaki delillerin usûl kitaplarında zikredildiğini beyân etmektedir.

Tabresi’nin, Mehdî’nin gizlendiğini ve âhir zamanda ortaya çıkacağına inandığını, tefsirinde müşahede etmekteyiz: Meselâ, Bakara Sûresi’nin 3. “Onlar, gayba inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerinde sarfederler” âyetinin tefsirinde  “Gayb” kelimesini izah ederken, İbn Mes’ûd ve sahabeden bir cemaatin gaybı  (Kulların bilmediği şey) şeklinde tarif ettiklerini, bu âyetin umumuna daha uygun olduğunu, buna Şia’nın Mehdi’nin gaybeti ve hurucu zamanıyla ilgili haberlerin de gireceğini ifade etmektedir:

Müellifimiz, İmâmiyye Şiası’ndaki “Takiyye” esasına da temas etmiş ve mez­hebini teyid edecek şekilde bu konuyu Âl-i İmrân Suresinin 28. “Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır…” âyetini tefsir ederken, takiyyenin bu âyetle caiz olduğunu ve bu konuda vücûb hâlinden, terkine kadar olan durumları şu ifadelerle anlatmaktadır:

Akide yönünden, İmâmiye Şia’sının görüşlerini benimseyen Tabresî, onların fıkhî yönünden de müteessir olmuştur ki onların bu görüş ve içtihadlarını tefsi­rinde görmek mümkündür. Bu konuda bazı örnekler vermeye çalışalım: Meselâ, Nisa Sûresi’nin 24. âyetini tefsir ederken, daha evvelce de zikrettiğimiz Mut’a ni­kahının cevazı ve bu konudaki görüş ve rivayetleri zikrederek, bu nikâhın ceva­zını, şu ifadelerle belirtmektedir:

İmâmiye Şia’sının diğer imamlarında olduğu gibi, Tabresî de, abdestte ayak­ların meshedilmesini farz olarak sayar. Bu meseleyi müdafaa hususunda bütün kuvveti ile çalıştığını, aklî delillerle mezhebinin bu görüşünü savunduğunu görü­rüz. Mâide Sûresi’nin 6. âyetindeki ibaresini tefsir ederken, diyerek imâmiyye’nin meshi tercih ettiğini söyler ve kendi leyhîerinde olan haberleri nakleder. Sonra atfının merciindeki münakaşalara girişir ve aklî delillerle görüşlerini teyid etmeye çalışır.

Yine Tabresî, mezhebinin diğer imamları gibi “Peygamberler, diğer insanlar gibi miras bırakırlar” görüşüne sahiptir. Meryem Sûresi’nin 5-6. “Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katında bana bir oğul bağışla ki, bana ve Ya’kub oğullarına mirasçı olsun. Rabbim, onun rızanı kazanmasını da sağla” âyetini tefsir ederken, diyerek aynı mezhebe sâlik olanların bu âyetle, peygamberlerin mal miras bı­rakabileceklerine kail olduklarını, irs’ten maksadın ilim ve nübüvvet olmayıp mal olduğunu, lügatta ve şeriatte miras lafzının, mevrusdan vârise intikal eden mal gibi şeyler olduğunu, malın hâricinde kullanılmadığını, bir delâlet yokken, hakikatten mecaza gitmenin doğru olmayacağını beyân etmektedir. Keza Neml Sûresi’nin 16. âyetini tefsir ederken de, diyerek peygamberlerin diğer insanlar gibi malı miras olarak bırakabilecekleri görüşünü benimsemektedir.

İmâmiyye Şia’sı ve Tabresî, Yahudi ve Hıristiyan (Ehl-i Kitap) olan kadınların nikâhlarına cevaz vermemektedirler. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 221. “Allah’a eş koşan kadınlarla, onlar İmâna gelinceye kadar evlenmeyin…” âyetini açıklarken, diyerek kâfir olan kadınların Ehl-i Kitaptan ve diğerlerinden olabileceğini, âyetin mensûh olmadığını ve bu konudaki diğer görüşleri nakletmektedir. Keza Mâide Sûresi’nin 5. âyetini tefsir ederken: diyerek devamlı olarak kitabî kadınlarla nikâhın Bakara Suresinin 221. ve Mümtehine Sûresi’nin 10. “İnkarcı kadınları nikahlarınızda tutmayın” âyetlerine göre caiz olamayacağını beyân etmektedir.

Tabresî, yine mezhep görüşünün tesiri altında kalarak, harplerde elde edilen ganimetler hakkında uyguladıkları, kendilerine mahsus bir usûlü benimser. Meselâ, Enfâl Sûresi’nin 41. âyetini tefsir ederken, humusun taksimi hususunda âlimlerin ihtilaf ettiklerini belirtir ve bu konuda dört görüş zikreder, ganimetleri kendi mezheb mensûbları arasında bölüşür.

İmâmiyye Şia’sında olduğu gibi, Tabresi de nev’i ne olursa olsun icmaya bir delil gözü ile bakmaz. İcmânın bir delil olması, imâmın görüşünü açıklayıcı oluşu veya imamın da icma edenlerle birlikte olması ile sahîh olur. Biz onu, cumhuru ulemâ icma için hüccet olarak ileri sürdüğü Kur’ânî delilleri redde­derken ve bu âyetleri anlayış hususunda onlarla şiddetle münâkaşa ederken gö­rüyoruz. Bu hususu Nisa Sûresi’nin 59. ve 115. âyetlerini tefsir ederken müşahede etmekteyiz.

İlmi kelâma âit meselelerde Mutezile esasları ile irtibat halindedir. Tefsirinin birçok yerinde bazı kelâmî görüşlerde Mutezile ile uygunluk gösterdiği görülür. Onların   mezhebini  beğenir ve  onları  müdafaa  eder,  onların  düşmanlarını yıkmaya çalışır. Bazen de Mûtezile’nin sözlerini beğenmediğine onlarla münazaa hâlinde olduğunu ve delillerine karşı çıktığını görürüz. Tabresi’yi, kişinin hidâyet ve dalâletine taalluk eden âyetlerde Mutezile inancına uygun ve onları savunur bir tutum içerisinde görmek mümkündür. Meselâ, Enam Sûresi’nin 125. âyetinde olduğu gibi.

Ahiret’te Allah’ın görülmesi meselesinde de, Tabresî, Mutezile gibi bu işin mümkün olmayacağını savunur. Kıyamet Sûresi’nin 22-23 “O gün bir takım yüzler Rab’lerine bakıp parlayacaktır” âyetini tefsir ederken, bu konuda iki yönde ihtilaf edildiğini, birinin gözle bakmak, diğerinin de beklemek anlamında olduğunu belirtip, gözle bakmanın manasının iki kısma hamledileceğini anlatmaktadır: Birincisi, Rabbı’nın sevab olarak vereceği cennet nimetlerine bakarak hoşnut olması, sevinci artmış olması, ikinci mana ise “Görmek” manasınadır. Bu da gözleri ile Allah’a bakmasıdır. Bu görüşü şu ifade iie kabullenmediğini görürüz:

Görüldüğü gibi onlar, Allah’a beşer sıfatlarını yakıştırmaktan çekinmek gaye­siyle böyle söylemek durumunda kalıyorlar. Daha sonra Tabresî, “Nazar” keli­mesinin “İntizar” “Bekleme” hamli üzerinde durarak, bunların çeşitü yönde açıklamasını yapmakta ve Kâdî Abdulcebbâr ve Adi Ehli’nin bu görüşü benim­sediği, gözle nazar etmenin hakikat, beklemenin ise mecaz olduğu ve burada mecaza gitmenin caiz olacağı meselesi üzerinde durmaktadır.

Tabresî ve İmamiyye Şia’sı, sihrin hakikatini inkar eder ve bu hususta tefsi­rinde deliller ortaya koyar. Tabresî, Hz. Peygamber’e yapılan sihri de kabul­lenmez. Bakara Sûresi’nin 102. âyetinin tefsirinin sonunda sihrin mahiyeti hak­kındaki görüşlerini aşağıda zikretmeyi faydalı görüyoruz:

Yukarıda verdiğimiz örneklerde Tabresi’nin Mutezile itikadıyla aynı paralelde olduğunu gördük. Fakat gerek Tabresî ve gerekse fmâmiye Şia’sı her konuda Mutezile ile hemfikir değildir. Şimdi burada Mutezile ile hemfikir olmadıkları bazı meseleler üzerinde duracağız. Müellifimiz Mûtezile’nin fikirlerini reddettiği gibi, onlarla sert bir şekilde mücadele eder. Meselâ, şefaat meselesinde Mutezile görüşünü kabul etmez. Nitekim Bakara Suresinin 48. “Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun” âyetini tefsir ederken, bu âyet hususunda ümmetin Hz. Peygamber’in şefaati hususunda birleştiğini, ancak şefaatin keyfiyeti hususunda ihtilaf ettiğini söyledikten sonra, kendi mezhebine göre şefaatin, zararı def etmek ve günahkâr müminlerin hakettikleri cezayı iskât etmek olduğunu söyler. Mutezile şefaati âsilerin dışında, mutiler ve tevbe edenler için menfaatin ziyadeleşmesi olarak kabul eder. Mutezile bu­rada bir adaletsizlik olacağı iddiasıyla şefaati kabule yanaşmaz.

Tabresî, imânın hakikati konusunda da Mûtezile’ye muhalefet eder. Bu sebepten Bakara Sûresi’nin 3. âyetini tefsir ederken Mûtezile’nin görüşlerini verdikten sonra, kendi görüşüne göre imânın aslını şu ifadeleriyle açıklamaya çalışır:

Görüldüğü gibi Mûtezile’nin imân hakkındaki muhtelif görüşlerini ortaya koyduktan sonra, onlardan başka bir şekilde, kendinin imân hakkındaki görü­şünü serdetmektedir.                                                                                   ,

Tabresî’nin, Şia’nın uydurup Hz. Peygamber’e nisbet ettiği, ehlibeyt ve sû­relerin faziletleri hakkındaki bazı mevzu haberlere tâbi olduğu görülür. Tefsirinde de mezhebini te’yid edecek mevzu haberleri naklettiğini müşahede etmekteyiz. Meselâ, Ra’d Sûresi’nin 7. “… Her milletin bir yol göstericisi vardır” âyetini tefsir ederken, İbn Abbas’tan aldığı rivayetler, âyetin manasını açıklarken, yine İbn Abbas’a atfettiği ve diğerlerine zıt olan haber, kendi fırka görüşlerini yansıtıcı mâhiyette mevzu olan haberlerdir. Şöyle ki:

Yine müfessirimiz, Şura Sûresi’nin 23. “… Ey Muhammed De ki: ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemiyorum…” âyetini tefsir ederken, âyeti açıklayıcı mâhiyette ve dînî siyâsete uygun manaları verdikten sonra, yine mezhebinin görüşlerini ileri sürer mâhiyette mevzu haberlere dayanmaktadır ki bu haberlerin isnadı ehlibeytten olan imamlara ulaştırılmaktadır:

Görüldüğü gibi, bu âyetin Ali ve ehlibeyt imamlarının imametine deli! ol­duğunu iddia etmektedir. Fırka taassubunu körükleyen ve hiç bir esasa dayan­mayan bu haberler tamamen uydurmadır. Onlar

“Bu âyetle, Hz. Ali ve ehlibeyt’in muhabbeti vâcib kılınmıştır. Hz. Ali, ehlibeyt’in başı olduğuna göre, onun muhabbeti de vâcib kılınmıştır. Muhabbeti vâcib olan bir kimseye itaat da vâcibdir. itaati vâcib olan her şahıs imamlığa sahiptir. Şu halde Hz. Ali âyetin nassı ile imamdır” demektedirler.

Tabresî, her ne kadar haberlerin sıhhati hakkında gayret göstermeye çalışı­yorsa da, fırka taassubu, onu mevzu hattâ isrâiliyâttan olan pek çok haberleri nakletmek mecburiyetinde bırakmaktadır. Tefsirinde bu gibi haberlere rastlan­maktadır. Meselâ, Sa’d Sûresi’nin 21-22. âyetlerini tefsir ederken Hz. Dâvûd’la, Orya’nın karısı arasındaki İsrâilî hikâyeleri ve diğerlerini uzun uzun ele alır.

Müfessirimiz, tefsirinde genellikle, tefsir ederken, zahir manalar üzerinde durmaya çalışırsa da, bazen bâtınî veya remzî manalara daldığı da görülür. Bu da yine mezhep görüşlerini teyid veya reddetme hususlarında kullanılır. Meselâ, Nûr Sûresi’nin 35. “Allah göklerin ve yerin nurudur…” âyetini tefsir ederken, uzun izahlardan sonra remzî manalara girişmekte, kendi fırkasını teyid etme temayülünü aksettirmektedir:

Ali’nin göğsüne girmiştir.

İmamiyye’nin, imamların yaratılış ve makamları ile ilgili takdis derecesine varan bu inancı, itikatta ve tatbikatta tehlikeli sonuçlar meydana getirmektedir. Bu inançla, Peygamber ile imâm arasında mevcûd olan açık fark, birbirlerinden farkedilmeyecek çok hassas bir noktaya getirilmiştir. Bu inancın tefsirlerine aksettiğini görmekteyiz. Nitekim Tabresî, yukarıda zikrettiğimiz âyetin tefsirinde kısmını,    Allah    elçisinin    göğsündeki    ilim    nurudur,  deki “Züccace” Hz. Ali’nin göğsüdür, Allah elçisinin ilmi, Hz. kısmı bildiriyor ki, ehlibeyt âlimleri sual olunmadan ilim konuşurlar, kısmı da, ehlibeyt’ten bir imâm, bir evvelki imâmın arkası sıra ilim ve hikmet nuru ile müeyyed olarak gelir, demektedir.

İmamiyye bu aşırı inançta “İmamet dinin rüknüdür” neticesini çıkarmaktadır. Onlara göre imama inanmayan bir kişi, umumî manada mü’min sayılırsa da, hususî manada mümin değildir. Ne var ki, bazı rivayetlerle istidlalleri bu görüşlerinin tersinedir. Ebû Ca’fer şöyle dedi:

“Bizi tanımayan dalalettedir”.

İmâmiye bu itikaddan hareketle, kelime-i tevhidin üçlü bir şehadet ifâde et­tiğine kaildir. Görüldüğü gibi birbirine zıt manalar ifade eden, imâmın makamı ile ilgili imâmiye görüşleri asılsızdır. İmamı Peygamberlerle kıyaslamak, İslâm dışı bir mukayesedir. Eğer Hz. Ali’nin imamlığına inanmak, Allah ve Rasulüne inanmak derecesinde olsaydı, diğer bir tâbirle, şayet imamın makamı, Allah elçisinin makamı gibi olsaydı, Allah Elçisi kelime-i tevhidde  cümle­sini bizzat ilâve ederdi. O halde “Kelime-i Şahadet üçlü bir mana ifade eder” şeklindeki iddia delilsizdir. İslâm esaslarına uymayan, fslâm dışı bir İnançtır. Imâmiyye, Müslümanların fakir olan akrabalarına yardım etmelerini emreden gibi âyetleri bile, insanî bir vazifeyi ifa etmekten çıkarıp ehlibeytin  siyasî ve  kanunî haklarına  delil  göstermeye  kalkışmıştır. Bu noktadan   hareketle,  onlara göre, Kur’ân’da geçen ifadeleri, ehlibeyt’ten haber vermektedir.

Tabresî, İmâmiyye Şia’sına mensûb bir kişi ise de, bazıları gibi, aşırılığı olan bir kişi değildir. Tefsirinde fazla bir aşırılığa gitmediği görülür. Aşırılığa giderek ne Molla Muhsin el-Kâşi’nin “es-Sâfi” sinde ve ne de Abdullah el-Alevî’nin “Tefsiru’l-Kur’ân’ında” olduğu gibi, sahabeye küfür ve ta’n hareketlerine gi­rişmez. Fakat tefsirinin her yerinde, mezhebinin usûlünü, dostlarının akidesini şiddetli bir şekilde savunduğu müşahede edilir.

Mezhep görüşü bir tarafa bırakılacak olursa, tefsiri güzel bir tertiple ele alınmış, dikkatli incelemeleri, deliller serdetmesi, dil, gramer, belagat yönle­rinden okuyuculara faydaları görülebilir.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi