DUYUMCULUK
Tüm bilgilerin
duyumlardan geldiğini, dolayısıyla bilginin tek kaynağının duyumlar olduğunu
savunan felsefe Öğretisine duyumculuk adı verilir. Özel olarak Condillac’ın
felsefe sis-lemİne duyumculuk denilir. Bilgilerimizin bütününün duyumlara
dayandığını ve öznenin her faaliyetinin duyumun değişim ve dönüşü-
me uğramasının ya da
uğratılmasının bir sonucu olduğunu ileri süren felsefi sistem duyumculuk
olarak tanımlanır. Rönesansta italyan Bernardino Tclcsio, hatla bir yönüyle
Giorda-no Bruno ve Tommaso Campanella felsefi konuları duyumcu bir yaklaşımla
ele almaya çalışmışlardır. Campanclla’nm Duyularla Kanıtlanmış Felsefe (1591)
adlı eseri Telcsio’nun duyumcu düşüncesinin etkisini taşır. Daha sonraları
İngiliz filozoflanııdan Berkeley ile Hume da bu anlayışın önemli temsilcileri
olacaklardır.
İlk bakışta, daha önce
duyularda olmayan hiçbir şeyin zihinde bulunmayacağını söyleyen Locke da bir
duyumcu gibi görünür. Fakat bu düşünür, duyumu ancak dış şeyler için kabul
etmekte, İç olgular için “düşünme” İlkesini koymaktadır. Şu halde
duyumculuk İle Locke deneyciliğini birbirinden ayırmak gerekir.
Duyumculuğu felsefi
bir akım şeklinde ortaya koyan her ne kadar Condillac ise de, ilk çağ
felsefesinde de genci çizgileriyle Epikürcüler, Yeni Çağda Hobbes, Berkeley ve
Humc gibi filozofların da duyumculuğu savunduğu unutulmamalıdır. Genel olarak
bu akımda her türden kendiliğinden davranışın ya da hareketin, özetle ruhun
özgürve iradi hareketinin reddedildiği görülmekledir. Condillac’ın ünlü heykel
örneği bunu çarpıcı bir şekilde açLklar. Gerçekten Condillac’ın heykeli dahili
hiçbir güdüye dayanarak davranışta bulunmaz. Sadece dıştan gelen etkilerve
uyarılar heykeli hare-kctegeçirebilir. İşte insanın iç dünyası, düşünmesi,
yargısı, akıl yürütmesi, kısacası iç davranışları dış etki ve uyarılarla, yani
sürekli duyuların değişimiyle açıklanır. Bu açıdan duyumculuk maddeci bir
deneyciliğe ulaşır. Ne var-ki. deneycilikten de bîr noktada ayrılır. Deneycilikte
bilginin temel ve biricik kaynağı dış deneylerdir, buna karşılık duyumculuk
bilginin kaynağını salt duyularda arar.
13u anlamda
bakıldığında tanıksız ve tam anlamıyla bir duyumculuk düşüncesiyle
Condİl-lac’ta karşılaşırız. Bu filozof duyumla düşünceyi birleştirir ve
üstelik düşünmeyi duyumun bir ürünü sayar. Ustalıklı kanılıyla o, içeriden
organize edilmiş olan ve bizim gibi yaşayan, fakat mermerden kabuğu
dolayısıyle duyum alamayan bir heykel düşünür. Bu heykelin zihni ve manevi
hayata kavuşabilmesi, bu kabuğun çeşitli parçalarının kaldırılmasıyla mümkün
olacaktır.
Önce koku organlarını
örten mermer kaldırılmıştır. Bu andan başlayarak heykelin yalnızca koku alma
Özelliği vardır ve henüz kokudan başka bırşey algılayamaz. Ona bir gül gösteriliyor
ve bu uyarımdan onda bir koku duyumu doğuyor. Artık bize göre o, bir gül koklayan
bir heykeldir; fakat kendisine göre bu, yalnızca bir çiçeğin kokusundan
ibarettir. Bu uyarıcı ve bundan doğan duyum, heykelimizin şimdiye kadar
aldığı, ona çağıran tek şey olduğundan, bu biricik ve tek duyum, dikkat oluyor.
üülü çektiğimizde,
heykelde, algılanan kokunun bir izi ve adeta yankısı kalacaktır. Bu iz, bu
yankı, hafızadır.
Ona bir menekşe, bir
karanfil, ya da daha başka çiçekler koklatıyoruz. İlk gösterilen gül kokusu
onun için Koş olan veya olmayan bir koku değil, yalnızca bir kokuydu. Çünkü
onunla karşılaştıracağı bir başka uyarıcı veya duyum yoktu. Şimdi ise
haftza’nm sakladığı şeylerle bunları karşılaştırabiliyor ve aldığı kimi
kokulardan hoşlanıyor, kimilerinden de hoşlanmıyor. Hoşlandıklarına karşı
sempati, sevgi ve umul, hoşlanmadıklarına karşı ise nefret, kin ve korku
duyuyor.
Karşılaştırmadan, yani
birden fazla duyumdan, yargı, düşünme, akıl yürütme, soyutlama gibi şeyler
doğar ki, bunları tek kelime İle zeka diye adlandırabiliriz.
Condillac’ın tekbir
duyumla, koku duyumuy-la kanıtladığı bu İspatı, beş duyudan herhangi birini
kullanarak da yapabiliriz. Böylece koklama, dokunma, ladnıa, duyma ve görme
duyuları heykelin algıladığı duyumları zenginleştirecek, algı, duyum ve bilgi
konusu oldukça canlılık ve karmaşıklık kazanacaktır.
Condİllac’ta ve
dolayısıyle duyumculukta en önemli duyu olarak dokunma duyusunu buluyoruz.
Çünkü, heykel deneyini yeniden düşünürsek, ne koku duygusunun, ne tad alma, ne
duyma ve ne de bizzat görmenin heykele veremeyecekleri esaslı bir düşünce
vardır; Obje, ya da ılış dünya düşüncesi. Renklerde, sesler, kokular ve tadlar
gibi, onun için henüz duyumlardan, kendine özgü hallerden ibarettir ve hİç-bir
şey bunları dış objelere bağlamaya onu sev-ketmez. Ancak kendi kendisinde
bulunan duyumlara, dış ve kendinden farklı nedenler izafe edebilmesi için ona
bütün duyumların en önemlisini vermemiz gerekir: Dokunma duygusu. Yer kaplama,
şekil, katılık ve cisim düşüncelerini vererek bize objektif dünyayı gösteren,
duyum, ancak dokunmadır. Bizzat görme, bize bunları telkin etmekte oldukça
yeteneksizdir. Nitekim anadan doğma bir körün, ameliyatla gözleri açıldıktan
sonra bir zarla bir yuvarlağı, birküpie bir küreyi ayıramadığı; lakın ancak
dokunduktan sonra bunu başardığı görülmüştür. Öyleyse diğer duyularımızla
algıladığımız uyarıcıları, renkleri, sesleri, tad-ları, kokuları ancak
dokunduktan sonra dışımızda bulunan objelere atfedebiliyoruz. Şu halde dokunma
en yüksek duyu ve adeta diğer duyuların cğiticİsidir. Göze, renkleri doğada
dağılmayı öğreten odur.
Duyumculuk nesnel ve
öznel olmak üzere iki türe ayrılmaktadır. Nesnel duyumculukta bilginin
kendisinden önce konuları araştırılır. Buna göre biz sadece maddeyi tanır ve
kavrayabiliriz. Bu anlayış sonuçta maddeciliğe ulaşır. Sübjektif ya da
psikolojik duyumculuk, İrade, zeka »İbi yetileri duyular ve duyuların
deği-şimleriyle tanımlayıp açıklamaya çalışır.
Kısacası bilginin
kaynağı konusunda olduğu gibi değeri konusunda da duyumları temel olan
duyumculuk ahlak alanında da duyumları esas kabul eder. Tıpkı hazcıların ve
Epikür-cülerin duyuların, dolayısıyla zevklerin ya da nazların doyurulması
nasıl ahlaki bakımdan iyinin tek ölçüsü kabul ediliyor idiyse, duyumculukla da
aynı anlayış sözkonusudur. Zaten hazcılar ile Epikürcüleri duyumculukla ortak
kılan bu tulumları olmalıdır. Ayrıca estetik bakımdan da güzel, hoş olan veya
haz veren şeyle, yani duyguyla Özdeş kılınmaktadır.
Yüksel KANAR