Durkheim (1858-1917)
Durkheim (1858-1917)
Marx ve Weber, doğrudan kapitalist toplumsal ve ekonomik ilişkiler ve kapitalist siyasal düzenin meşruluğu problemi ile yakından ilgiliyken Durkheim, “kapitalizm” terimini nadiren kullandı. Durkheim’ın cevabını aradığı temel soru şuydu: Dinin veya ahlakın toplumsal bütünleşmeyi sağlama gücünün yokluğunda, modern toplumun endüstrileşme ile birlikte gelen parçalayıcı ya da ayrıştırıcı yanı nasıl dengelenebilir? Böyle bir dengeyi yaratacak toplumsal bağlar nasıl mümkün olabilir ve sürdürebilir? Endüstrileşmenin beraberinde getirdiği karmaşıklıkla nasıl baş edilebilir? Bireycilik ve sınıf çatışmaları karşısında parçalanmaktan uzak kalmak nasıl mümkün olabilir? (Hunt, 2002: 25)
Durkheim’a göre, toplumsal yaşam doğal bir olgudur. Bu olgunun incelenmesi, sadece bilimsel araştırmayla mümkün olabilir. Toplumsal yaşam, metafizikten ve ön kabullerden uzak durularak doğal bilimlerin bilimsel metoduyla incelenmelidir. Bu incelemeyi yapabilecek bilim dalı ise sosyolojidir. Durkheim, sosyolojiyi diğer sosyal bilimlerden ayırmak üzere sosyolojinin kendine özgü bir inceleme nesnesi olduğunu belirtir ve üç tür toplumsal olgu grubundan söz eder: 1) Nüfusun, bölgesel örgütlenmenin, teknolojinin, binaların ve makinelerin hacmi ve yoğunluğu gibi morfolojik yapıyla ilgili olgular, 2) Normatif düzeydeki inançları, kuralları ve pratikleri de kapsayan aile, din, siyaset ve ekonomi gibi toplumsal kurumlar, 3) Ahlaki kavramları, dinsel dogmaları, siyasal ve hukuksal kuralları içeren düşünce akımları ve kolektif temsiller (Swingewood, 1998: 107). Durkheim, ayrıca “maddi bakımdan objektif olgular” ve “kolektif imajlar olarak olgular” ayrımı yapar. Kolektif imajlar niteliğindeki toplumsal olgular, aynı zamanda ahlaki ögelerle yüklü olgulardır. Bu nitelikteki olgular, bilimin konusu olmaya elverişli değildir. Bundan dolayı da manevi nitelikteki ahlaki olguların dışsal göstergeleri, sosyolojinin inceleme konusunu oluşturmalıdır. Durkheim, toplumsal olguları, psikolojik olgulardan da ayırır. Toplumsal olguların, psikolojik ögelerden hareketle açıklanamayacağını, sadece başka toplumsal olgularla açıklanabileceğini düşünür. Geniş çaplı ve makro ölçekte toplumsal olgularla ilgilenir. Böylesi toplumsal olguların, bireylerin tutum, davranış ve düşünceleri üzerinde etkili olduğu kanısındadır.
Esas olarak, toplumun bilimsel incelenmesi çerçevesinde toplumsal dayanışma olgusu ile ilgilenen Durkheim için hukuk, ikinci derecede bir ilgi konusudur. Hukuku, toplumsal örgütlenmenin ve kolektif düşünüşün ilkelerini açığa çıkarmak amacıyla genel bir tarzda incelemeye çalışır. Hukuku, toplumun ahlaki yapısından çıkarma ve onu toplumsal ahlakın bir ifadesi olarak kavramlaştırma eğilimindedir. Örneğin, toplumsal dayanışmayı, bir toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan ahlaki bir fenomen olarak görür (Anleu, 2000: 13). Ahlaki fenomenlerin, doğrudan gözleme ve incelemeye konu olamayacağını düşünen Durkheim, bu sorunu aşmak üzere ahlaki olgunun yerine, onun dışsal bir göstergesi veya temsil edici bir simgesi olarak hukuku inceleme konusu yapar. Hukuk, toplumsal dayanışmanın en istikrarlı, düzenli, örgütlü ve belirgin formudur. Hukuk, toplumsal dayanışmanın esaslarını objektif bir şekilde gösteren ve sembolize eden bir toplumsal olgudur (Lukes ve Scull, 1974: 23). Durkheim’a göre, toplumla birlikte hukuk da değişir. Bu süreçte hukuk, toplumsal dayanışmanın temel biçimlerini de yeniden üretip temsil eder. Durkheim, farklı dayanışma tiplerine tekabül eden farklı hukuk tiplerini sınıflandırarak hukuk üzerindeki incelemesini sürdürür (Jones, 1974: 28).
Durkheim, hukuk, din ve ahlak arasında yakın bir ilişki olduğunu düşünür. Onun teorisinde kutsal âlem ve dünyevi âlem ayrımı önemli bir yer tutar. Durkheim, normatif dünyada dinin önemli bir işleve sahip olduğunu da belirtir. Din, sadece bütün kurumların ortaklaşa sahip oldukları şeyi incelemenin yolu değildir; aynı zamanda, her toplumun tarihinin çok eski dönemlerinden beri bütün kurumların serpilip geliştiği bir kaynak durumundadır. Mekanik dayanışmanın egemen olduğu geleneksel toplumlardan organik dayanışmanın baskın olduğu modern toplumlara geçiş sürecinde, giderek artan iş bölümü ve uzmanlaşma ile birlikte, sekülerleşme veya dünyevileşme söz konusudur. Böylece, nispeten hareketsiz, durağan, kutsal olanın başat olduğu bir yapıdan daha hareketli, dinamik ve dünyevi olana doğru bir dönüşüm yaşanır (Poggi, 1990: 367-371). Durkheim, eskiden ortak dinsel fikirler, bağlılıklar ve ritüeller tarafından yerine getirilen işlevlerin, modern toplumlarda geniş ölçüde yeni toplumsal kurumlar ve ilişkiler tarafından yerine getirildiğini ileri sü
rer. Yani, eskiden daha çok kolektif bilincin oynadığı rolün giderek daha fazla iş bölümü tarafından oynandığını söyler. Bütün bu değişimler, ahlakın doğasmdaki büyük değişmeyi de içerir ve bütün değişmeler, en iyi bir şekilde hukuk alanındaki değişmeleri inceleme yoluyla anlaşılabilir (Lukes, 1985: 155). Durkheim’in analizinde hukuk, din ve ahlak üçlüsü bir arada bulunur. Daha az formel olandan daha çok formel olana doğru bir sıralama yapıldığında; davranış kurallarının altılı bir setine ulaşılabilir: Adabımuaşer-et kuralları, formüller, örf-âdetler, ahlak, din ve hukuk olarak. Basit yapılı toplumlarda bunlar iç içedir. Daha gelişmiş toplumlarda bunların farklı bileşimleri gözlenir (Vogt, 1997: 73). Normatif yapı içinde dinin önemli bir yere ve fonksiyona sahip olduğunu kabul etmekle beraber, primitif tipten modern tipe doğru evrimleşme sürecinde, dini değerlerin ve normların bir ölçüde zayıflamasına karşın ahlak ve hukukun önem kazandığını söyler.
Durkheim, çağdaş toplumda ahlakın içselleşme gücünün giderek zayıflamasıyla yakından ilgilenir. Toplumsal evrimleşme sürecinin erken aşamalarındaki toplumlarda ahlaki ve hukuksal fenomen, dinsel bir çerçeveyle kaplıdır. Daha modern ya da gelişmiş toplumlarda ise toplumsal ilişkiler, daha çok hukuksal kurallar tarafından temsil edilir. Aslında hukuk, ahlak ve din üçlüsü, toplumsal dayanışmanın üç yüzüdür. Bunların tümü, toplumsal hayattaki toplumsal kontrol, toplumsal düzenleme ve bütünleşmenin formlarıdır. Bunlar, davranış kurallarının yaratıldığı ve içselleştirildiği araçlardır. Bireylerin grup ya da toplum halinde birlikte yaşaması, bunların sayesinde mümkün olur (Vogt, 1997: 71-72).
Durkheim için, toplumsal evrimleşme sürecinde temel olgular, toplumsal farklılaşma ve bütünleşmedir. Mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumdan organik dayanışmanın başat olduğu modern topluma doğru giden süreçte bireyler, bir yandan daha otonom varlıklar haline gelirken; diğer yandan giderek birbirlerine daha bağımlı olmaya başlarlar. Bu sürecin kritik aşamasında bireyler arasında karşılıklı bağımlılık, onların toplum ile daha sıkı ve yakın bir bağımlılık ilişkisine girmelerine yol açar (Hunt, 2002: 25). Toplumsal evrimleşme sürecinde, toplumsal iş bölümü daha karmaşık hale gelir, bireyler de artan iş bölümü ve uzmanlaşmadan dolayı birbirlerinden daha fazla farklılaşmaya başlarlar ve birbirlerine daha çok muhtaç hale gelirler (Vine, 1965: 144).
Durkheim’in suç ve ceza konusundaki teorisini değerlendirmede, kolektif bilinç (conscience commune) anahtar bir kavramdır. Bu bağlamda dinsel suçluluk (religious criminality) ve insani suçluluktan (human criminality) söz eder. Dinsel suçluluk, kolektif şeylere karşı işlenen suçları ifade ederken; insani suçluluk, bireylere karşı işlenen hilecilik, hırsızlık ve cinayet gibi suçlara göndermede bulunur. Tarihsel süreçte, insani suçluluğun giderek dinsel suçluluğun yerini aldığını düşünür. Ancak, Durkheim’in dinsel suçluluk ile insani suçluluk arasında yaptığı ayrım oldukça sorunlu bir ayrımdır. Dinsel suçluluk, kamu otoritesine, onun temsilcilerine, örf ve âdetlere, dine karşı işlenen suçluluğu ifade ederken; insani suçluluk hırsızlık, şiddet ve hile gibi bireye zarar veren suçları anlatır. İlkel toplumların ceza hukuku birinci tipi, ileri toplumların ceza hukuku ise daha ziyade ikinci
tipi içerir. Ancak, gerçek hayatta bu tür kesin kategorileri gözlemek ve böylesi ayrımlar yapmak pek mümkün olamaz (Anleu, 2000: 17). Aynı şekilde, Durkheim’in yaptırım tipine göre hukuksal tipler arasında yaptığı ayrımı da pratikte sürdürmek zordur. Her şeyden önce, ceza hukuku (bastırıcı hukuk) ile medeni hukuk (tazmin edici hukuk) arasında yaptığı ayrım açık değildir. İnsan davranışlarından bazıları, hem ceza hukuku hem de medeni hukuk kurallarına ve yaptırımlarına eşzamanlı olarak konu olabilir. Özel hukuk veya medeni hukuk alanındaki kimi yasal düzenlemeler, bastırıcı veya cezai hükümler ve yaptırımlar içerebilir. Benzer şekilde, ceza hukuku alanında da medeni hukuk yaptırımlarına başvurabilir (Anleu, 2000: 15).
Durkheim, bir toplumdaki normatif yapının toplumsal dayanışma ve bütünleşmeye getirdiği katkıyı vurgulayarak hukuk sosyolojisine ciddi katkılarda bulunmuştur. Ancak, hukuk ile diğer normatif yapı ögeleri olarak ahlak ve din arasındaki etkileşimlere ve karşılıklı ilişkilere yeterince odaklandığı söylenemez. Hukukun, ahlaki bir fenomen olan toplumsal dayanışmanın sembolü veya göstergesi olma niteliğini çok fazla öne çıkarmıştır.