Kimdir

Durali Yılmaz kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Durali Yılmaz kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Acıpayam’ın Köke köyünde (1948) doğan Durali Yılmaz, ilk öğrenimini doğduğu köy­de, orta öğrenimini Burdur’da, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde (1971) tamamladı. Mimar Sinan Üniversitesinde “Türk Romanının Doğu­şu ve Ahmet Midhat’ adlı çalışmasıyla Yeni Türk Edebiyatı doktoru, 1988’de do­çent, 1993’te de profesör oldu.

1968’den başlayarak gazete ve dergilerde yazılar, şiirler, hikâyeler yayımlayan Yılmaz; dergilerde çalıştı, gazetelerde sanat-edebiyat sayfalan hazırladı, memuri­yetlerde bulundu. Çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği ve idarecilik yaptı.

1976’da Aziz Sofi romanıyla, 1978’de Fetva Yokuşu romanıyla ve 1981’de Gel İçimde Ağla adlı hikâye kitabıyla takdir ve şöhret sağlayan Yılmaz’ın roman, hi­kâye, inceleme eserleri şunlardır.

Hikâyeleri

Romanları

Durali Yılmaz’ın ayrıca:

Hüseyin Fellah (Ahmet Midhat’tan, 1981), Hay bin Yekzan (İbn Tufeyl’den çocuklar için uyarlama, 1977), Marifetname (Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan, 1981) sadeleştirme ve uyarlamaları; Sevgiyi Öğrenen Adam (O. Pekmezoğlu tarafından filme alındı. TV 2’de 5-12 Ekim 1987’de gösterildi.) ad­lı bir senaryosu vardır.

Roman Üzerinde Görüşleri

Durali Yılmaz, hikâyeci ve romancı olduğu kadar, roman üzerindeki yeni ince­lemeleri ve görüşleri ile de tanınıyor. Dünya ve Türk romanını, başlangıcından bu güne inceleyip değerlendirirken de yeni bilgiler getiren iki eseri var; Romanımız ve İnsanımız (1976, genişletilmişi: 1985) ile Roman Kavramı ve Türk Romanının

Doğuşu (1990). Ayrıca, Türk romanına örnek olarak Ahmet Midhat’ın “Hüseyin Fellâh”ı; İslâmda roman’a başlangıç olarak da İbn Tufeyl’den “Hay bin Yekzan” üzerinde çalışmış.

Roman üzerinde koyduğu ilkeleri yer yer kendi hikâye ve romanlarına da uy­guluyor. Sözgelişi romanlarında, hikâyelerinde, olay’dan hatta kişi’den de önem­li tuttuğu insan ağırlığına göre şöyle bir görüş ileri sürüyor:

“Romanda ana unsur insandır”. Hatta romanda “olay”ın önemini azaltmak için “Romanı, bilgi ve düşünceleri hikâye biçiminde okuyucuya aktarmak olarak alabiliriz” diyor.

Burada yazarın, Batı ve Türk romanı üzerindeki bazı düşüncelerini kitapların­dan, mülâkatlarından, yazılarından aktaracağız. Daha sonra kendi romanı üzerin­deki açıklamalarını ve beliren görüşlerimizi anlatacağız.

“Klâsik ve modern” başka bir deyişle 19. yüzyıl romanıyla 20. yüzyıl romanı arasındaki farkı, Yılmaz şöyle belirtiyor:

– «19. yüzyıl romancıları, bütün bir cemiyeti, bütün ilimleri kucaklama gayre- tindedirler. Onlar sosyologdular, psikologdular, ekonomisttiler, filozoftular, bi­limler tarihçisiydiler. Kahramanlarını cemiyetle ve olaylarla bir bütün olarak ele alıyorlardı. Roman, cemiyet üzerinde gezdirilen bir aynaydı. Cemiyetin her kesi­mini bu aynada görmek mümkündü. Meselâ 19. yüzyıl Fransız toplumu her ne ka­dar tarihe karışmışsa da, Balzac’ın, Stendhal’ın romanlarında bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Aynı şey Rus toplumu için de, Amerikan toplumu için de söz konu­sudur.

Çağımızda ise bilimler kendi içlerinde bile dallara ayrılmış, sinema sanatı bü­yük bir atılım yapmıştır. Hele video kameralarının ellerde dolaşması, her türlü görüntüyü anında tespit edebilme imkânını sağlamıştır. Bütün bunlar elbette ro­man sanatını etkilemiştir. Artık roman uzun uzun tabiat tasvirlerinden, görüntü­süyle verebilecek ayrıntılardan giderek uzaklaşmış; doğrudan kişinin iç dünyası­na yönelmiştir. Joyce, Kalka, Faulkner gibi romancıların eserleri bu anlamdaki romanın ilk habercileri olmuştur. Şimdi romancılar, insanın iç dünyasına bağlı olarak dünyadaki konumunu belirlemeye çalışmaktadırlar. Yani günümüz roma­nında bir tabiat tasviri varsa, bu kahramanın iç dünyasındaki tabiatın tasviridir.»

(Sur, Mayıs 1989)

Yılmaz, Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı (1984)’nda roman ve felsefeyi karşılaş­tırır, bunların dinlerle olan ilişkilerini net olarak dile getirir. Sonra Doğu romanı­nın çizgilerini verir. Türk romanının destanlardan, halk hikâyelerinden gelişme­si dururken, Batı romanının taklidinde kayboluşumuzu esefle anlatır.

Durali Yılmaz’ın fikrine göre, yeni Türk romancıları eğer, bizde insanı en çok işlemiş ve ululaştırmış olan TASAVVUF’a yeniden eğilmeyi, onun enginliklerini kavramayı becerirlerse, orijinal roman yazmak gücüne ancak o zaman ulaşacak­lardır.

“Romancı, dünyayı ve insanı yorumlayan kişidir. Bu açıdan bakılınca, o, bir fi­lozoftur. Şu farkla ki, filozof yorumlanın teorik olarak sunarken, romancı uygula­yıcı olarak karşımıza çıkar. Söz gelişi filozof, ahlâk kuralları önerir, romancı ise kendi ahlâk anlayışım, kurduğu roman dünyasındaki kişilerine bizzat uygulatır. Bir başka ifadeyle filozofun dünyası kuramlardan ibarettir ve soyuttur, romancı­nın dünyası yaşanan bir hayattır ve somuttur; hatta çoğunca gerçek hayattan da­ha gerçektir. Daha açık söylersek, filozof karşımıza kavramlarla çıkar, romancı kişilerle.

Dinler de kavramlarla konuşurlar, ama bunları topluma uygularlar ve bu kav­ramlarla bezenmiş insanlar yaratarak, dine dayalı toplumların oluşmasını sağlar­lar. Böylece dinler, teoriden pratiğe indirgedikleri kavramlarıyla felsefe ve roma­nın üzerine çökerler ve onların soluk almasını önlerler. Bunun içindir ki, Batıda felsefe ve romanın seslerini yükseltmeleri, kilisenin toplum üzerindeki etkisini yitirmesinden ve kişilerin papazlar karşısında bağımsızlıklarını ilân etmelerin­den sonradır. Tabiî ki, bundan önce ansiklopedi çalışmaları yapılarak belli bir kültür birikimi olmuş, felsefe ve roman bu birikimin üzerine oturarak, güvenle ve kendilerinden emin bir şekilde seslerini yükseltmişlerdir.

Doğuda roman, “Binbir Gece Masalları”ndan başlamış, Endülüs’teki kültür bi­rikiminden sonra da “Hay bin Yekzan” a ulaşmıştır. Bu noktada yerini tasavvufî eserlere bırakmıştır. Bundan sonraki gelişme çizgisi ise hayli ilginçtir: Battal Gâzi Destanları, derken İskendemâmeler ve Hamzanâmeler ve sonunda halk hikâ­yelerinden ve orta oyunlarından Ahmet Midhat Efendi’ye geliş. Burada Batı roma­nıyla tanışma başlamış ve romanımız, Batı romanının kötü bir kopyesi durumu­na düşmüştür. Tabiî ki, aslı varken kopyesine ilgi gösterilmesi beklenemez. Türk okuyucusunun başbaşa kaldığı yazarlar, kaçınılmaz olarak, Batılı romancılar ol­muştur.

Bence çıkış yolu, tasavvufî eserlere eğilmek, şimdi fonksiyonunu yitirmiş olan bu ırmağa, romanla tekrar işlerlik kazandırmaktır. Böyle bir çıkış yapabilirsek, yalnız Türk okuyucusuna değil, diğer milletlerin okuyucularına da bir şeyler söy­leyebilir ve insanlığa yepyeni bir anlayış sunabiliriz.” (Roman Kavramından 1983’ün Romanlarına, Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, 1984, s. 259-262)

Dolayısıyla Durali Yılmaz, romancının bir dine veya felsefî ekole veya ideolo­jiye güdümlü olmaması gerektiğini savunuyor. Ancak düşüncenin derinliğinde bulunabilecek yeni (millî tasavvufî) bir dünya görüşünü de şart koşuyor.

“Demek istediğim şu ki, din ve felsefe, romancı için bir malzeme olmaktan öte bir şey ifade etmezler, çünkü romancı, yeni bir dünya görüşü getirebilen in­sandır.”

Mavera (Ağustos 1982)’da çıkardığı “Kaynaklarımıza Yönelmek” adlı yazısında ise Durali, romanımızın taklit ile bir yere varamadığını ve varamayacağını vurgu­layarak, insanı bütün boyutları ile ancak tasavvufta bulacağımız görüşünü tek­rarlıyor:

“Romanımızın geçmişi, yüzyılı aştığı halde, “var mı yok mu” tartışması henüz bitmedi. Bu tartışma gösteriyor ki, roman sanatını kendimize has kılamadık. Hiç kimse “roman var mı, yok mu” diye sormuyor: “Türk romanı var mı, yok mu” di­ye soruyor. Şu halde tartışmasız kabul ediliyor ki roman sanatı diye bir şey var­dır. Şüpheli olan Türk romanının varlığı meselesidir.

Romanda ana unsur, insandır. Türk romanında insan bir bütün olarak değil, herhangi bir yönüyle vardır. Meselâ, ya iyidir, ya kötüdür; ya inançlıdır, ya kâfir­dir. Oysa gerçekte insan hem iyidir, hem kötüdür, hem mümindir, hem kâfirdir. O zıtlıklarla örülü bir varlıktır. Batılı romancılar bunun farkına vardıkları içindir ki, eserlerinde insan unsurunu başarılı bir biçimde kullanabilmişler ve bu başa­rılar ölçüsünde de bütün insanlığa seslenebilmişlerdir.

Romancılarımızın, insanı, Batı romancılarından, psikologlarından ve antropo­loglarından öğrenemeyecekleri anlaşılmıştır. Yüz yılı aşan çabamız bunu göster­miştir. Şimdi bu işi bir de kendi öz kaynaklarımızdan öğrenmeyi denemeliyiz. Bu konuda baş vuracağımız kaynaklar, elbette tasavvufî eserlerdir. Mutasavvıfların, insanı bütün incelikleriyle kavradıkları muhakkak. Yoksa, onların eliyle İslâm, dünyanın dört bir yanma nasıl yayılabilirdi. Bu yazıda, bugünkü dile aktarılmış olmaları bakımından, kütüphaneler dolusu eser arasından sadece ikisini örnek vermekle yetineceğim. Bu iki eser, Mevlâna’nın “Fihi Ma Fih”i ile Şems-i Tebrizî’nin “Makalat / Konuşmalar” adlı eserleridir.

Romanları ve “Fetva Yokuşu” Üzerine

Fetva Yokuşu (1978-1987) Durali Yılmaz’ın, “Aziz Sofi” ile birlikte, iki önemli romanından biridir. Bu eseri aşağıda inceleyeceğiz. Diğer romanlarını, kısaca ta­nıtalım:

Siyah Perdeli Evler: Yanlış Batılılaşmanın Türk toplumunda yaptığı yıkımı, kültür ve törelerinden koparılan milletin yozlaşma ve çözülüşlerini kapalı ifade­lerle anlatır.

Ankara’da Ölüm: Alman bir kızla evli, Müslüman Türk mühendisin çevresin­de çarpık Batılılaşmaya kapılmış zümrelerin, içinde bulundukları tereddüt, sami­miyetsizlik ve sarsıntıları anlatan bir romandır.

Savaş Günlüğü’nde, Kıbrıs çıkarması ele alınarak, savaşın getirdiği ruh hal­leri anlatılır. Türk insanının savaş karşısındaki eski davranış ve tutumları ile sa­vaşa yeni ve “kutsallıksız” bakışı, siviller ve erler üzerindeki gözlemlerle dile ge­tirilir.

Diğer iki “romanı” Çilekeş Müslümanlar ve Ölmeden Ölenler’e gelince, yaza­rı, bunlar hakkında şöyle konuşuyor:

Burada “Çilekeş Müslümanlar’’ ve “Ölmeden Ölenlerin özel yerini işaret et­meliyim. Çünkü bu eserler Aziz Sofi ve Fetva Yokuşu anlamında veya bir başka anlamda roman değillerdir. Bu eserlerde romancı Durali Yılmaz yok. Sahih riva­yetleri bir başka üslûpla takdim etmeye çalışan bir yazar var. Biliyorsunuz Ashab üzerine iyi niyetle de olsa sabit olmayan hayali bir şey söylenemez. Bu noktaya çok dikkat etmelidir.” (Sur, Mayıs 1989)

Aziz Sofi’ye gelince, yazarın, Fetva Yokuşu’nda. da denediği bizimle, “zaman”ı romanın kahramanı başkişisi olarak ele alışı bakımlarından önemli bir romandır. Yılmaz, kendi deyişiyle: “zaman unsurunu alabildiğine uzatarak, tarih içinde Türk insanını yakalamaya çalışmıştır.” Ayasofya’nın yaşı ile orantılı tarih döne­minde olup biten büyük değişmeler, çoğu tarihçe ve sanatça da ünlü bazı tipler etrafında verilir. Buradaki önemli yenilik, Aziz Sofi’deki olayların baş kahramanı­nın Ayasofya olması ve 1000 yıldan fazla bir sürede olup bitenlerin, onlara şahit olan Ayasofya binası gözüyle ve diliyle anlatılmasıdır. Belki de bu düşünce, Vic­tor Hugo’nun Paris’in ünlü Gotik kilisesi etrafında düzenlenmiş olan romanı: “Notre-Dame de Paris’ten bir esinti verimi olabilir. Yazara göre, Aziz Sofi’de “ta­rihî olayların Tevrat, İncil ve Kur’an açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.” Durali Yılmaz’ın, aynı şahitliği Fetva Yokuşu’ndaki “Cellât Taşı”na yaptırdığı­nı da aşağıda göreceğiz. Ancak, Fetva Yokuşu’na geçmeden önce, yazarın, kendi romanı üzerindeki birkaç görüşü tespit edelim:

Bu iki ünlü romanı hakkında şunları söylüyor: “Aziz Sofi ve Fetva Yokuşu’nda anlatılan olaylar ve adlan geçen insanlar, tarihen sabit olabilir ama tarihin ken­disi değildir. Çünkü ben tarih yazmıyorum, roman yazıyorum… Bu romanlar tari­he davet değildir, düşünmeye, bugünü ve yarını değerlendirmeye davettir.” Durali Yılmaz, Fetva Yokuşu ile Aziz Sofi’nin, tarihî roman olmadıklarını, ese­rinin bütününde geçen olayların hepsinde belge’lilik aranamayacağını şöyle dile getiriyor:

“Gelelim verilen tarihî bilgilere… Meselâ Ayasofya’nın kubbesinin harcına ko­nulmak üzere papazların dünyanın dört bir yanma dağılarak belli bölgelerden toprak getirmeleri. Acaba böyle bir şey olmuş mu? Olmuş da olabilir, olmamış da. Burası beni ilgilendirmiyor. Bilmem ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Yine meselâ Fetva Yokuşu’nun sonunda Hacı Bektaş’m, II. Mahmud’un ve Yeni­çerilerin ruhlarının bir araya gelmeleri olayı. Haydi daha yakm bir tarihî olaya gi­delim. Meselâ Yeniçeriliğin kaldırılmasına fetva veren Şeyhülislam Tahir Efendi’nin Cellât Taşı karşısında ağlaması ve kendini suçlu hissetmesi. Acaba böyle bir şey olmuş mudur? Belki olmuştur belki olmamıştır.” (Sur, Mayıs 1989)

Hikâye ve Romanlarına Bakış

Aşağıda inceleyeceğimiz Fetva Yokuşu romanından ve Gelinlik hikâyesinden hareketle, Durali Yılmaz’m, eserlerine genel bakışlar atabiliriz:

Yazarın romanları ile hikâyeleri arasında oldukça bir teknik ve anlatış farkı görülüyor. Romanlar, zaman ve kahramanın orijinalliği ile birlikte, “klâsik” ya­pıya daha yakın sayılabilir. Hikâyelerinde bunalımı, hafakanı ve uyumsuzluğu kendisinin, çevresinin ve gençlerin ruh problemleriyle ele alan Yılmaz, olaydan fazla insan ve düşünce önemsemesi bakımından daha çok “Modem” gruba ko­nulabilir.

Durali, çağımız bilgileri ile donanmış ve roman türünü, bizde en iyi inceleyen­lerden birisi olmuştur. Bunun yanısıra İslâmiyet’i ve tasavvufu, derinlemesine bil­diği, inanmış bir insan olduğu da eserlerinden anlaşılmaktadır. Fakat, inandığı ve iyi bildiği İslâmiyet’e bağlılığı, romanlarında bir ideoloji niteliğine bürünmü­yor. (İslâm’cı Edebiyat bölümünde görüleceği üzere) “İslâmizasyon, İslâmlaştır­ma, hatta İslâmî sanat’ deyiş ve terimleriyle alay ediyor.

Yılmaz’ın dili “yaşayan Türkçe”nin güzel örneklerini de içine alıyor. Ancak, bazen yerli yersiz “uydurma” sözler bazen de Frenkçe kelimeleri de kullanması yadırganmaktadır. Hele, modaya kapılarak, bol bol kullandığı “devrik cümle”ler, kolayca anlaşılmazlık ve ifade pürüzleri noktasına kadar, yazan götürmektedir.

Gelinlik hikâyesinde bile “şairânelik” ararken devrik’e kapılması yer yer me­ramın anlatılmasını bile zorlaştırmaktadır.

Durali Yılmaz, edebiyatımızda hâlâ yerini alamayan “Türk insanını”, belli bir geçite yerleştirmiştir. Ne Frenk, ne Türk, ne bizden ne yabancı, ne Müslüman ne Hristiyan olmayan, zorlama devrimlere devamlı iki yüzlülüğe sürüklenen, toplu­mlunuzu, insanımızı, şehirlerimizi ve yaşayışımızı ustaca yazmaktadır. Daha bü­yük güçle yazmaya namzet görünmektedir.

Fetva Yokuşu

Fetva Yokuşu romanı; iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, “Mermerler ve İnsanla?’, ikinci bölüm, kitaba adım veren “Fetva Yokuşu.”

“Mermerler ve İnsanlar” bölümü bir mermerin işlenmesi ve bu işleniş safha­larının bir canlının hayatı imiş gibi anlatılması ile başlıyor. Yüzyıllar öncesine dö­nüyoruz.

Taşçının özenle yontup biçimlendirdiği mermeri Yayabaşı Ağası istemiş ısmarlamıştır. Bir subay ve yeniçeriler onu taşçıdan alıp Yayabaşı Ağası’na götürür­ler. Ağa, taşı beğenmiştir. Taş yeni görevini yapmaya hazırdır. O, bir canlı gibidir. Hisseder, düşünür, sevinir, endişelenir, üzülür. Bu arada tarihimiz, medeniyeti­miz, kültürümüz, mermer tarafından dile getirilmektedir.

Yayabaşı Ağası’nın görevinin, ağır suç işleyenleri cezalandırmak, olduğunu öğrenince ve kafası kesilecek mahkûmların bulunduğu avluya getirildiğini gö­rünce, mermerin hayal dünyası yıkılır. Yüzüne inen utanç perdesini aralayıp kim­selerin yüzüne bakamaz, Yeniçeriler arasında “Cellât Taşı” olmuştur adı. Cellât Taşı tedirgindir. İçi acıyla burkulur.

Günler gelip geçer, Cellât Taşı üzerinde kesilen kellelerin sayısını şaşırmıştır artık. Ama bir gün Ağa değişir, Cellât Taşı’nda kelle kesilmez olur. Bu da çok sür­mez. 1622 yılının Mayıs ayında Genç Osman katledilir. Bu olay ve ötesi, gene Cel­lât Taşı etrafında anlatılır. İlk bölüm biter. Sonra “Fetva Yokuşu”nu tırmanmaya başlarız.

Cellât Taşı ve Ağa Kapısı bir ay boş kaldıktan sonra yeniden faaliyet içerisine girer. Sultan Mahmud, bir eline Şeyhülislâm Tahir Efendi’nin fetvasını, bir eline kılıcını alarak, asırlar boyu yanıp duran Yeniçeri Ocağı’nı bir mum gibi püf deyip söndürüverir. Bir zamanlar “Yeniçeriler Yokuşu” adıyla ün yapan bu yokuşun adı artık “Fetva Yokuşu”dur. 1826 yılının sıcak bir yaz günü, ak sarıklı, beyaz cübbe­li insanlar “Fetva Kapısı”na akın akın gelirler. Sarıya boyanmış ahşap binalara yerleşirler. Cellât Taşı tedirgindir. Yeni konuklar dönüp bakmazlar yüzüne. De­mek ki mermer medeniyetinde ona verilebilecek bir görev kalmamıştır.

Aradan iki yıl daha geçmiş, Tahir Efendi artık yaşlanmış ve çökmüştür. Cellât Taşı bir acı ve utanç duvan gibi dikilmektedir karşısına. Bir mayıs ikindisinde Ta­hir Efendi Fetva Kapısı’ndan sessiz sedasız çıkıp gider. Sonra yeni Şeyhülislâm­lar, yeni olaylar ve Osmanlı Devletini saran amansız yangınlar… Sultan Mahmud tedirgindir bütün bunlardan. Cellât Taşı ise gene yalnız, gene huzursuzdur. Hâlâ bir görevi yoktur.

Cellât Taşı’nın tam karşısına mermerciler tezgâh kurmuş, mermer levhalar üzerine mısralar işlemektedirler. Devletin başmda ise Abdülhamid Han vardır ar­tık. Ne var ki bir süre sonra Şeyhülislâm Ziyaüddin Efendi’nin fetvasına dayanı­larak Abdülhamid Han tahttan indirilir. Zaman akıp gitmekte, olaylar birbirini kovalamaktadır. Vatan sathı ve özellikle İstanbul kargaşalar ve çalkantılar içinde­dir. Hükümetler, Sadrazamlar, Kazaskerler değişirken yıl 1920 olmuştur. Güzel İstanbul işgal altındadır.

Anadolu’nun uyanışı İstanbul’a da yansımaktadır. Zaman bir ışık dünyasında dönmeye başlar. 1921’in bahan sevinci ve umudu da beraberinde getirir. Fetva Kapısı’nda bir canlılık, bir helecan vardır. Muhteşem mabet Süleymaniye, Kur’an ve ezan sesleriyle çınlamaya başlamıştır gene. Mehmet Nuri Efendi bembeyaz Şeyhülislâmlık kürkünü zaman zaman avluda dalgalandırmaktadır. 1922 yılının yaz aylan sevinç ve heyecanı çoğaltmıştır.

‘ Bir süre sonra Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanır. Saltanat kalkmış, Şeyhülis­lâm Mehmet Nuri Efendi Fetva Kapısını terketmek zorunda kalmıştır. 6 Ekim 1923’te İstanbul’un işgal ordularından kurtuluşu karşısında duyulan sevinç, bir hafta sonra Ankara’nın başkent oluşu üzerine hüzne dönüşür. Fetva Kapısı önem ve görevini yitirmiştir. Yeni Fetvalar sunulmayacaktır artık bu kapıdan. Anadolu ve İstanbul birbirine kuşku ile bakmakta, İstanbul kendini yenik saymaktadır.

1924 yılında Hilafet’in kaldırılışı, Fetva Kapısının kesin bitişi, şapka inkılâbı hep olumsuz yönden sergilenir. Ağa Kapısı İstanbul Kız Lisesi olmuştur. Süleymaniye semti sakinleri bu durumu yadırgar semtten göç başlar. Fetva Kapısı bir yangınla kül olur. Bakırcılar Çarşısı, yeni binalar, okullar vardır orada artık. Bu da yadırganır.

Aziz İstanbul’a olanlar olmuş, ikiye bölünmüştür. Süleymaniye eski özelliğini tamamen yitirmiştir. Bir gün bir vinç gelip Cellât Taşını da alır götürür. Bir kena­ra atılan Cellât Taşı acı bir gülümseme içinde eski günlerin hayali ile avunup.ya- şar. Bazen kazmalar çarpmaktadır ötesine berisine. O, eski Taş değildir artık. İn­sanlar onu yaralamıştır. Küçüldükçe küçülmekte, bir yok oluşa gitmektedir. Genç İstanbul, acımasız, semt sakinleri kör ve sağırdır. Cellât Taşı dünya ile ilgi­sini kesmiş, kendi âleminde kendi kaderini yaşamaktadır.

Derken, bir Ağustos Cuması gece vakti ulu ruhlar Fetva Kapısı çevresindeki çınar ağaçlarının üzerine yerleşmeye başlamışlardır. İniltilerine tarihin şanlı se­si karışmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli, Sultan Mahmud, Şeyhülislâmlar, Kazasker­ler, Kadılar, Yeniçeriler, bütün ruhlar “Hû” çekmektedir. Roman Hacı Bektaş-ı Veli’nin Sultan Mahmud’a söylediği sözlerle son bulur.

Fetva Yokuşu’ndan

İşin bu noktaya gelip dayanması ilmin iflâsından başka bir şey değildi. Şayet işin gerçek yüzü buysa durum hiç de iç açıcı değildi. Devletin manevî cephesinin bir yıkılışın eşiğine gelip dayanması demekti bu. Bunları düşünen Cellât Taşı, tekrar eski günlerin ihtişamh düşlerine dalıp gitti. Şimdi Yeniçerilerin ruhlarım görmeği daha çok arzuluyordu. Ne var ki onlar, Sultan Mahmud’un burayageldi- ği günden sonra bir daha uğramamışlardı. Ve Cellât Taşı büyük yalnızlığını yine bir başına yaşayacaktı bu büyük avluda. Varsın avlu kapısının iç ve dış tarafında­ki mermer levhalar bir övgüyü dile getirip dursunlardı. Cellât Taşı hemcinsleri­nin bu tavrına aldırmıyordu bile. Mermer medeniyetinin büyük şaheseri Süley­maniye Camii bile umurunda değildi artık onun. Cellât Taşının yalnızlığı ve umutsuzluğu doruğa ulaşmıştı M, Süleymaniye’nin minarelerinden yatsı ezanı okunmağa başladı. Ardından avludaki küçük mescitte de ezan başladı. Abdülhamid Han eliyle tarihin mânevi ipine sımsıkı bağlanmış bu kutsal Fetva Kapusunda ezan seslerini dinleyerek, bu kez de bir mânevî rüyaya dalıp gitti Cellât Taşı.

Ve Fetva Kapusunda Kur’an seslen, dua mırıltıları ve göklere açılan ak eller­le yeni bir gece daha başladı. Zaman denilen o fâsit daire, her zamanki hızıyla yu­varlanıp gidiyordu.

*

1909 yılının şubatında, on bir yıl İstanbul kadılığı ve Anadolu kazaskerliği gö­revlerini birlikte yürütmüş olan Mehmet Ziyaüddin Efendi Rumeli kazaskerliği­ne getirildi. Aradan dört gün henüz geçmişti ki, on dört şubat günü Şeyhülislâm olarak, meşihat makamına oturdu. Altmış üç yaşının baharını yaşayan Ziyaüddin Efendinin yüzünde bir sevinç ve mutluluk ifadesi vardı. Ziyaüddin Efendinin se­vinci ve Şeyhülislâmlık heyecanı yirmi yedi nisan salı gününe dek sürdü. Bu sa­lı, İstanbul fevkalâde günlerden birini yaşamağa başladı. Günün daha ilk saatle­rinde, büyük şehri saran heyecan ve telâş Fetva Kapusuna da gelip dayanmıştı. Sabahtan akşama dek binlerce insanın girip çıktığı Fetva Kapusu, bugün görülmemiş bir yalnızlığı ve sessizliği yaşıyordu. Küçük mescitte sabah namazlarını kı­lan ulemâ efendiler, güneşin doğuşuna kadar durmadan Kur’an okuyup dua etti­ler. Gün kuşluk vaktine eriştiği halde, hâlâ büyük avluda kimseler görünmüyor­du. Artık Kur’an sesleri dua mırıltıları da kesilmiş. Fetva Kapusu tam bir sessizli­ğe gömülmüştü. Ve koca şehir sabırsız bir bekleyişe kaptırmıştı bugün kendini. Pırıl pırıl bir nisan semasında yüzen bahar güneşi, sıcacık san ışınlarıyla okşu­yordu İstanbul’u.

Öğleye doğru Fetva Kapusuna oldukça büyük ve gösterişli bir araba girdi. Ara­banın avluya girdiğini gören birkaç kişi ahşap binalardan inerek, karşılamağa geldiler. Arabadan otuz beş yaşlarında bir genç indi. Kıravatlı, kolalı gömlekli, ce­ketli ve ütülü pantolonlu genç, kendisini karşılayanlara aldırmadan Şeyhülislâ­mın oturduğu binaya doğru yürüdü. Gencin bu umursamazlığı ve tepeden bakışı herkesi telâşlandırdı ve ürküttü. Karşılayıcılar, onun arkasından bakakaldılar. Bu yuvarlak çeneli, dolgun yüzlü ve sinekkaydı tıraşlı delikanlı Talat Beydi. Siyah ve kalın bıyıklarının ucu özenle bükülmüştü. Beş on dakika sonra, sırtında beyaz kürkü, başında ak sarığı ile Şeyhülislâm Mehmet Ziyaüddin Efendi, yuvarlanma­sına avluya indi Talat Beyin ardınca. Talat’ın tombul yanakları kızarmış, alnı kırışmıştı. Hışımla ve öfkeyle babası yaşındaki Şeyhülislâma bakıyordu. Benzi at­mış ve suspus olmuş Şeyhülislâm Efendi, heyecandan ve öfkeden titreyerek yeşil arabasına bindi. Genç Talat da arabasına binmişti. Ve Şeyhülislâmın arabası genç adamın arabasının arkasından yürüdü tıngır mıngır. Arabaların gidişinden sonra Fetva Kapusu yeniden sessizliğe gömüldü.

Olayı yakından gören Cellât Taşı, tâ Sultan Mahmud’un burada yediği iftar ye­meği akşamına dek uzayıp giden bir düş içinde buldu kendini. Talat Beyin giyimi düşürmüştü onu böylesi bir düşe. Yöneticilerin tam anlamıyla halktan koptuğu­nu daha bir yakından görüp, gelecek günlerin getireceği acı ve umutsuzlukları yüreğinin içinde duydu Cellât Taşı. Avluyu örten sessizlik sürüp gidiyordu olan­ca yoğunluğuyla.

İkindiye doğru Şeyhülislâm Mehmet Ziyaüddin Efendinin yeşil çuha kaplı ma­kam arabası, avlu kapısından içeriye girdi. Şeyhülislâmın gelişiyle sessizlik yeni­den bozuldu. Fakat, şaşılacak olan şu ki, bugün buraya halktan hiç kimse uğra­mamıştı. Belli ki, İstanbul’u örten kara bulutlar henüz dağılmamıştı. Salı sabahıy­la başlayan olağanüstü durum, vakit ikindiye eriştiği halde hâlâ bozulmamıştı. Zi­yaüddin Efendi, ulemâ efendilerin sabırsız ve soru dolu bakışları altında araba­sından indi. Her zaman Şeyhülislâmlık binasının giriş kapısının önünde araba­sından inen Ziyaüddin Efendi, bugün nedense avlu kapısından içeriye girer gir­mez, arabasını durdutmuş ve yere inmişti. Arabasından inen Şeyhülislâm, elleri­ni namaz kılar gibi göbeğinin üzerine bağladı. Gözlerini kaldırdı, Sultan Abdülhamid tarafından yaptırılmış olan taş binalara baktı. Bu bakış iki dakika kadar sürdü. Bu sırada Fetva Kapusu görevlilerinden bazı sarıklı bilginler, Şeyhülislâ­mı karşılamağa gelmişlerdi. Bu an olağanüstü bir andı. Gözlerini taş binalardan alan Şeyhülislâm bir an için karşısında bekleşenlere baktı. Sonra Cellât Taşına kaydı gözleri. Ardından yere dikildi bu parlayan gözler. Şeyhülislâmm kırmızı ya­naklarından iki damla gözyaşı yuvarlanıp, bu güzel yüzü çevreleyen kırarmağa yüz tutmuş gür sakalın içinde dağılıp kayboldu. Bir-iki saniye içinde bütün bu halleri yaşayan Şeyhülislâm, hiç sarsılmadan dimdik duruyordu. Elleri hâlâ gö­beğinin üstünde bağlıydı.

Cellât Taşı, karşısında duran Şeyhülislâma heyecanla bakıyordu. Fakat Şey­hülislâmın ona baktığı yoktu. Bu koca avluda Mehmet Ziyaüddin Efendinin dik­katini sadece şu iki taş bina çekmişti. Burada gözyaşı döken ikinci Şeyhülislâm oluyordu o. Daha önce Tahir Efendinin gözleri yaşarmıştı şu anda Ziyaüddin Efendinin durduğu yerde. Fakat Tahir Efendi, Cellât Taşma bakarak ağlamıştı. Zi­ra o, hayatının en acı kararını hatırlamıştı Cellât Taşma bakarak. Böylece hem kendisi için, hem de bu taşın üzerinde can veren binlerce genç Yeniçeri için göz­lerinden yaşlar akıtmıştı. Ama Ziyaüddin Efendinin böyle bir meselesi yoktu. O, kimin için ve ne için ağlıyordu şimdi burada? Bu iki taş bina neler söylemişti M ona, böyle gözlen yaşarıyordu? İşte Cellât Taşının merak ettiği konu buydu. Mut­laka bunun o öfkeli genç Talat’la ve onun arkasına takılıp gittiği yerde geçen olay­larla bir ilgisi vardı. Dışarıda bir şeyler olup bitmişti ve o şeylerin de elbet bu taş binalarla ilgisi vardı. Ziyaüddin Efendi âdeta taş kesilmişti ve yerinden kımılda­mıyordu. Kendisini karşılamağa gelenlerde de en ufak bir hareket yoktu. Bu an birkaç dakika sürdü. Şeyhülislâmın yüzü gittikçe soluyordu. Neredeyse oracığa yığılıverecekmiş gibi bir hali vardı. Binlerce ölüm görmüş olan Cellât Taşı, sonun­da karşısında bir de Şeyhülislâmın böyle beklenmedik bir anda can vereceğini düşününce, korku ve heyecanla titreyip ürperdi.

Cellât Taşının korktuğu başına gelmedi ve Şeyhülislâm Ziyaüddin Efendi tek­rar metanetini kazanarak, ağır ağır üç katlı ahşap binaya doğru ilerledi. Onu kar­şılamağa gelenler de aynı adımlarla yürüdüler. Ne olmuştu, ne oluyordu ve neler olacaktı; kimseler anlayamadı. Şeyhülislâm Efendinin içinde kuduran denizler bir türlü ses vermedi: O azgın denizlerden sadece iki damla taşmıştı gözlerinden. Bunlardan da bir şey anlamak imkânsızdı. Fetva Kapusuyla tarih arasında köprü vazifesini gören taş binalarsa inatla susuyordu.

Akşama doğru bilmecenin sırrı çözüldü. Sultan Abdülhamid Han, Şeyhülis­lâm Ziyaüddin Efendinin fetvasına dayanılarak tahttan indirilmişti. Ziyaüddin Efendi, bu fetvayı istemeyerek ve Sultanın öldürülmesini önlemek için imzala­mıştı. îşte taş binalara bakarak ağlamasının sebebi buydu. Şimdi imparatorluk henüz kırkma bile varmamış Talat Bey gibi çiçeği burnunda toy delikanlıların eli­ne düşmüştü. Ziyaüddin Efendinin ısrarla taş binalara bakması ve göz yaşı dök­mesi bundandı. Ne var ki taş duvarlar dilsizdi, ses vermiyordu. Taş binalardaki binlerce defter ve bu defterlerin arasında gizlenen yüz binlerce isim, olanlardan habersiz mışıl mışıl uyuyordu. Şimdi sadece avlu kapısının iç tarafındaki mermer levhada dalgalanıp duran bir “Abdülhamid Han”adı kalmıştı ve bu ad, Fetva Ka- pusunun sessizliğe gömülmüş avlusuna bakarak kıvranıp duruyordu.

Cellat Taşı, yıllar yılı yanlış bir gidişe “dur” demiş ve Fetva Kapusunun girişi­ne bu iki taş binayı yaptırarak, tarihin altın sayfalarını burada muhafaza altına al­dırmış, böylece buradan tarihe bir pencere açmış olan Ulu Hakan Abdülhamid Hanı ebediyyen göremeyeceğini anlayınca şaşkına döndü. Artık şu anda onun da bu dünyada bekleyeceği bir şey kalmamıştı. O da tıpkı İmparatorluk gibi karaba­sanlarla dolu bir kötü düşe dalıp gitti. Daha o akşam Ziyaüddin Efendi de Şeyhü­lislâmlık elbisesini çıkararak, Fetva Kapusuna veda etti ve sinir krizleri geçiren aziz İstanbul’un içine dalarak gözden ırak oldu.”

(Durali Yılmaz, Fetva Yokuşu, s. 155-160)

Durali Yılmaz’dan Bir Hikâye “Gelinlik”

Aşağıda okuyacağımız Gelinlik, Durali Yılmaz’ın son hikâyelerinden biridir. Bu kitabın “Göründüm Sûreta İnsan” adlı ilk hikâyesi, İznikli mutasavvıf şeyh ve şair Eşrefoğlu Rûmî’yi anlatıyor. Bu hikâye, yukarıda tanıtılan Aziz Sofi ve Cellat Tapı’nın tarihî tarzını hatırlatıyor.

Durali “Göründüm Sûretâ İnsan” hikâyesinde özellikle bir tasavvuf büyüğü, bir evliya şairle, Türk roman ve hikâyesinde açmak istediği tasavvuf vâdisine gir­miş oluyor. Aynı kitaptaki “Akrebin Dansı” hikâyesinde, yazara, “Kendi içine dön dostum” diyen, kurşunların altoda kaygısız yürüyen, sonra can veren kişi de öy­le bir ruh meydanı eri sayılabilir.

Aynı kitaptaki bu “Gelinlik’’ hikâyesinde ise tasavvuf, yok; daha önce bazı hi­kâyelerinde görülen kâbus, bunalım, hafakan halleri de yoktur. Gelinlik, daha çok, “Gel İçimde Ağla” (1981) kitabındaki hikâyeleri andırmaktadır. O kitaptaki hikâyelerin konulan ve kahramanlarının isimleri değiştiği halde, değişmeyen or­tak bir karakterleri vardır O ise; uyumsuzluk, dengesizlik, kararsızlık’tır.

O hikâyelerdeki çoğu genç kişiler, köyden, Müslüman çevreden ve gelenekten henüz kopmamış fakat, öğrenim için veya başka bir sebeple geldikleri “büyük şe­hirce bocalamaya düşmüş olurlar. Şehrin danslan, eğlenceleri, “kız arkadaşlan” meyhaneleri, batak mahalleleri, onları çağırmaktadır. Bir yandan onlar, günah işle­memekte, namaza, oruca bağlılıkta, köylerini, masum çocukluk günlerini özlemek­tedirler. Bir yandan şehir, fakülte, “sosyete”, dostlar, piknikler, “iğvacı kızlar, onları, erotizmden, şehvete, içkiye, aşk’tan, zevk’e, lezzete, pornoya doğru çekmektedirler.

İçine düştükleri yeni çevre ise onların inançlarına saygılı değildir. Hatta imanları, zevkleri, yaşayışları ile alay edilmektedir. Dine bağlılıkları ve mukaddes bildikleri her şey kendilerini “ileri” zanneden, yapmacık ve gösterişçi, içi boş fakat iddialı, taklitçi ve materyalist arkadaşlar, züppe ve entel hocalar, hatta Tanrıyı in­kâr etmeyi marifet bilen dar-kafa devrimciler tarafından küçümsenmektedir. Bunlar karşısında, birçok genç, inançlarım içlerine gizlemekte, bunalıma düş­mekte yahut iki yüzlü iki yönlü, bir yaşayışa sürüklenmektedirler. Bu, aslında, kendinden uzaklaşarak, medeniyetini cevherini tanımayarak, Batı’yı da yüz yıldır hiç anlamayarak yaşayan toplumlunuzun, ayrı bir görünüşüdür. Batı taklidi ve Avrupa güdümüne kapılmış, şuursuzluklara rağmen, geleneği sürdürmesi bekle­nen son Anadolu gençlerini de kendine benzetmek telâşındadır.

İşte Durali Yılmaz’ın hikâyelerinde ve romanlarında, temel olarak toplumun ve gençliğin bu tereddüt ve şahsiyetsizliği “Gel İçimde Ağla” hikâye kitabındaki “Dansedebilmek’ hikâyesinde, “Şems” adındaki gencin “İnançla inkâr arasında, dünle bugün arasında, tarihle ân arasında nerede duracağına bir türlü karar ve­remeyen” durumu, değişen ve değişmeyen kişiliği ve çelişkileri anlatılmıştır. Şems, “Ne isteyerek ne istemeyerek gittiği kızlı erkekli danslı içkili bir toplantı­da” dans edenleri hem kıskanır, hem ayıplar, hem de dans bilmediği için üzülür. Dolmuşta, pansiyon kadınlarından iştahla bahseden gençleri, gözünde büyütür; fakat aynı dolmuşla Karacaahmet’ten geçerken, rahmetlilere Fatiha okumaktan da geri durmaz.

O mizaçta başka bir genç, (Sabit) başka bir hikâyede, genelevde yalnız kaldığı “Deniz” adlı kadının “Yarın akşam Beraat kandili” demesinden duygulanır, yaz­masına bürünerek, namaz kılan annesini hatırlar… Bütün paralarını Deniz’e bıra­kıp ona dürüstlük öğütleri de vererek oradan kaçmak ister…

Bunlar öyle hikâyelerdir ki, taşradan gelip de, İstanbul’da birkaç yıl oku­yan, birtakım yeni çevrelere giren her genç, kendisini rahatça o hikâyelerin kahramanı sayabilir. Durali Yılmaz’ın başka değerlerinin yanısıra gösterdiği yazarlık başarısı, bence, genç insanlarımızı, bu tereddütlü, ikircimli, kararsız, halinde yakalamasıdır. Onun bu kahramanlan giderek iki yüzlü olmaya namzed her iki hayata yatkın hem yerli hem yabancı ruh hallerine yakalanmış pe­rişan çocuklarımızdır.

Şimdi, yukarıdaki Gelinlik hikâyesine, daha tanıdık bakabiliriz. Gerçi hikâye­de, “Gel İçimde Ağla” ve “Söylenmeyen”deki hikâyelerin, çok çarpıcı olan boca­lama ve çelişki sahneleri yoktur. Yazar, biraz daha ustalarmış, bir sevdadan bir^ sevdaya giden tezatlı ruh hallerini, daha kapalı anlatmıştır. Bu hikâyedeki Hasan da, pekâlâ batı ile doğu, taklit ile millî, Avrupai ile yerli arasında; bu hikâyedeki Linda ile Leyla sembolleri arasında bocalayan bir Türk “entelektüelidir.”

Linda Katoliktir, dinine bağlıdır, Hasan, onunla dinî felsefi bahislere girebiliyor. Unda da, düşüp kalktığı Robert’e rağmen Hasan’ı beğenmekte hatta sevmektedir. Her şey bir yana, iki aydın, iki karakter olarak çok iyi anlaşmaktadırlar. Oysa, bir “tanrıtanımaz” olan Robert’le, Linda’nın beraberliği sadece bir “fizik” beraberliktir.

Linda, Hasan’ı, devamlı Paris’e çekmek onunla evlenemezse bile onun yanın­da, yakınında olmak istiyor. Hasan’da da böyle bir eğilim vardır. Fakat, Türk kal­mak, ülkesine hizmet etmek, Frenk kızma kapılmamak için âdeta insanüstü gay­ret harcamaktadır.

Linda ona, sevgisini, hatta arzusunu belli ettiği, bazen açıkça söylediği halde, “plaja gittikleri, kayıkla sahilden uzaklaştıkları, denize atlayıp yüzdükleri, kayığa tırmanmak için birbirlerine yardım ettikleri zamanlarda bile” ona başka bir göz­le bakmamayı başarmıştır.

Bu hikâyede ve eserlerinin çoğunda yazar maksadını açıkça ortaya koymuyor. İyilik kötülük yargısını açıkça belirtmiyor. Bir ideolojinin, hatta ahlâkın egemen baskısı bu hikâyelerde yoktur.

Iinda ile gitse iniydi iyiydi, Leyla ile kaldı da mı iyi oldu, bunu yazar açıkça söylemeyip, bizim iz’anımıza bırakıyor. Ancak araya koyduğu türküler, folklor kı­rıntıları, çocukluğundaki manzaraları ve “düş”lerin şairce anlatılışları, İslâm’la ve milletle hemhâl olmuş Durali’nin tercihlerini (her hikâyesinde böyledir) orta­ya koyuyor. Bu hikâyesinde de yazar öyle bir hevesle köyüne dönmektedir

“Leyla ile evliliklerinin üçüncü baharıydı. Gelinlik ve gelincik, çocukluğunu geçirdiği köye kadar uzatıp gitmişti, Hasan’m düşünü. Unda uzaklarda kalmıştı şu an. Hayal meyal hatırlıyordu çocukluğundaki gelinleri, at üstünde allı yeşilli gelinliklerini dalgalandırarak gidişlerini. Nedense her düğünde kavga çıkardı kö­yün gençleri arasında. Çoğu zaman bıçakla yaralamalar da olurdu, akşamlan köy meydanında yakılan büyük düğün alevinin çevresinde, fakat küskünlükler ertesi akşam biterdi…”

Gelinlik

Paketi açıp gelinliği upuzun yukarı kaldırdı Linda: “Epeyce kirlenmiş. Te­mizletelim de öyle verelim” dedi. “Hiç olur mu?” dedi Leyla. “Biz temizletiriz gerekirse.”

“Temizletmek de ne demek?” dedi Hasan. “Olduğu gibi saklayacağız. Önce Telli Baba’yı ziyaret etti bu gelinlik, sonra Paris’e gidip kilisede papazla karşı kar­şıya durdu. Üzerinde türbe ve kilise tozu var. ” Robert sürekli gülüyordu.

Yaz başında evlenmişlerdi Linda ile Robert. Nikah işlemlerini, konsoloslukta tamamlamışlar, merasimi Paris’te yapmayı kararlaştırmışlardı. Leyla ile Hasan’ın nikâhı onlardan bir ay önceydi. Unda, İstanbul’daki Fransız okullarından birinde Fransız edebiyatı okutuyordu, Robert fizikçiydi. Yaz tatilinin başlamasından iki gün önce Leyla’dan gelinliğini istemişti Unda, Paris’te yapacakları merasim için. Leyla, sevinerek getirip eline tutuşturmuştu gelinliği ve duvağı. Duvağı, bir kena­ra bırakıp gelinliği alan Unda, gözlerine dolan bir hüzünle Hasan’ın yüzüne bak­mış, “Bu bir sembol, bu bir sembol…” demişti duvağı göstererek

Koyu katolikti Unda. Mutaassıp bir çevrede yetiştiğinden, pek erkek arkadaşı olmamıştı. İstanbul’a gitmemesi için büyükannesi, akla hayale gelmedik hikâ­yeler anlatmış, Türklerin barbarlıklarını sayıp dökmüştü bir bir. Yan merak, ya­rı korkuyla gelmişti İstanbul’a ve mümkün olduğunca Türklerden uzak kalmaya çalışmıştı. Fransız dostlar edinmiş, kendini yine dar bir çevreye hapsetmişti. Fransız dostlannın Türk arkadaşlarına çekintiyle bakmıştı. Sonra sonra Türkle­rin dost canlısı olduklarını anlamıştı. Nitekim basa Fransız öğretmenler, Türk dostlar edinmişler ve onlarla birlikte yaşıyorlardı. İstanbul’a gelişinin ikinci yılı, * Ahmet ile tanışmıştı. Bu tanışma kısa sürede candanlaşmış ve birlikte yaşamaya başlamışlardı. Bu beraberlikten çok mutlu olmuştu Unda, âdeta hayata yeniden başlamıştı.

Bir gün yakın arkadaşı Hasanla tanıştırmıştı Linda’yı Ahmet. Hasan, bir gaze­tede gece sekreteri olarak çalışan yazma çizme meraklısı bir gençti. Unda’yla çok iyi anlaşmışlardı. Saatlerce Fransız edebiyatı üzerine konuşuyorlar, sıkıştıkları yerde Ahmet onlara tercümanlık yapıyordu. Ahmet, fakülteyi bitirip Gebze’ye Fransızca öğretmeni olarak atanınca, Linda’yla Hasan daha çok birlikte olma im­kânı bulmuşlardı. Bu ara Robert de gelir olmuştu Linda’nın evine. Robert, lise öğ­renimini bir papaz okulunda yaptıktan sonra üniversitede fizik okumuş ve bir tanrıtanımaz olup çıkmıştı. Yanın yamalak felsefe bilgisiyle ateizmi savunmaya çalışıyordu ama Hasan’la tartışmalarında hep köşeye sıkışıp kalıyor, gelişigüzel mantık oyunlarıyla durumu kurtarmaya çabalıyordu. Bu durum, için için sevindi­riyordu Linda’yı. “Keşke” diyordu Linda, Hasan’a sımsıcak gözlerle bakarak, “Ah­met’ten önce seni tanısaydım.”Linda, Hasan’a ilgi duyuyordu ama, felsefi ve ede­bî konuşmalar yapmaktan buna cevap vermeyi düşünemiyordu Hasan. Linda, ça­resiz yeniden okuyordu tanınmış Fransız yazarlarım sırf Hasan’la daha uzun sü­re konuşabilmek için. Bu konuşmaların Ahmet ve Robert için çekilmez olduğu kesindi ama dinlemekten başka ellerinden ne gelirdi? Ahmet, Linda’yla Hasan in beraberliklerine pek aldırmıyordu, çünkü biliyordu Hasan’m edebiyattan başka meselesi olmadığını. Fakat Robert’ten kıskanıyordu Unda’yı. Robert’in bakışlarının tekin olmadığını farketmişti çünkü.

Bir gün, Paris’te eczacılık yapan yeğeninden söz etti Linda, Hasan’a. Onu, Pa­ris’e götürüp yeğeniyle tanıştıracaktı. Gerekirse evlenmelerini sağlayacaktı. “Onun kazancı, ikinize de yeter bol bol. Büyükçe bir eczanesi var. Senin iyi bir ya­zar olacağına inanıyorum. Paris’te olmalısın ama” dedi. Hasan, İstanbul’un artık Paris’i aratmayan bir kültür merkezi olduğunu savundu. Yeniden edebî konuşma­lara girerek, yakaladığı bu fırsatı da kaçırmak istemiyordu Linda. Fakat Hasan için varsa yoksa edebiyat, istemeye istemeye Albert Camus’dan söz etti Linda. “Camus, Cezayir’de kalsaydı sıradan bir yazar olacaktı. Camus’yü Camus yapan Paris’tir unutma” dedi. Aslında Linda’nın amacı, Hasan’la beraber olmaktı. Fakat olumsuz bir cevap alma ihtimaline karşı, dolaylı yollardan anlatmaya çalışıyordu bunu. Hiçbir zaman bunun farkına varamayan Hasan, Paris’e gitmemek için bin dereden su getiriyordu. Linda, iyi bir edebiyat öğretmeniydi ve mesleğini seviyordu. Yazarlara da zaafı vardı. Hasan’ın tek rüyası da iyi bir yazar olmaktı. Asıl on­ları birbirlerine yaklaştıran da buydu. Fransa’yla Türkiye’nin ilişkileri bozukmuş; Fransa, bile bile Ermenileri koruyormuş… Bütün bunlar Linda ile Hasan’ın dışın­da şeylerdi. Her şey edebiyatla başlıyor, edebiyatla bitiyordu. Unda, birlikte ol­duklarında, zaman zaman kadınlığının farkına varıp, Hasan’a farklı gözlerle bak­sa bile Hasan anlamıyordu; söz edebiyattan açıldı mı her şeyi unutuyordu zaten.

Ahmet aradan çıkmış, Linda Robert’le yaşamaya başlamıştı. Fakat Hasan’la Linda’nm dostlukları hiç bozulmamıştı. Bir gün Hasan, yanma Leyla’yı alıp gel­mişti Linda’ya.. Eline bir de nikâh davetiyesi sıkıştırmıştı. Linda şaşırmıştı ama Hasan hiç oralı değildi. Hemen o gün Robert’le evlenmeye karar vermişti Linda. Yine de Linda’yla Hasan’ın beraberlikleri sürüp gitti.

Şu duvak meselesi, Unda ile Hasan’ın arasında, yıllar yılı lif lif örülen edebi­yat bağlarını karıştırmıştı. Unda’nın gözlerinde hüzün, “Ruhum hep seninleydi, her şeyimi sana vermek istedim. Ne var ki seni tanıdığımda duvak takma hakkı­mı yitirmiştim. Biliyorum, bunun için beni istemedin. Robert önemsemedi bunu. Herhâlde bir türlü kopamadığın, bilinç altını dolduran geleneklerin bozuyordu her şeyi?” der gibiydi. Hasan, Unda’nın gözlerinde okumaktaydı bütün bunları. Şimdiye kadar Linda’nın kendisine yaklaşmasını bu açıdan değerlendirmişti. Bir­likte plaja gittikleri, bir kayık kiralayıp sahilden uzaklaştıkları, denize atlayıp yüzdükleri, kayığa tırmanmak için birbirlerine yardım ettikleri zamanlarda bile başka türlü bir dostluk geçmemişti Hasan’m içinden.

………… Evlendikten sonra Paris’e dönmüştü Unda. Çok seyrek olarak mektup­laşıyorlardı. Bu süre içinde Hasan, Leyla’da hep Unda’yı aramıştı. Gardroptan ceketini alırken gelinlikle duvak ilişmişti Hasan’ın gözüne. Evliliklerinin üçün­cü baharıydı bu. Gelinlik ve gelincik, bu kez, çocukluğunu geçirdiği köye kadar uzatıp gitmişti Hasan’ın düşünü. Unda, uzaklarda, çok uzaklarda kalmıştı şu an. Hayal meyal hatırlıyordu çocukluğundaki gelinleri, at üstünde allı yeşilli ge­linliklerini dalgalandırarak gidişlerini. Nedense her düğünde kavga çıkardı kö­yün gençleri arasında. Çoğu zaman bıçakla yaralamalar da olurdu akşamlan köy meydanında yakılan büyük düğün ateşinin çevresinde. Fakat küskünlükler ertesi akşam biter, aynı gençler ateşin çevresinde döne döne harmandalı oynar­lardı. Gelin alımları, pazar ikindisinde olurdu. Allı yeşilli gelinliğiyle ata binen gelinin üzerine kız evinden para saçılırdı. Çocuklar kapışırlardı paralan yerler­den. Hasan da katılmıştı bu para kapmacalara. Cuma ikindisinde başlayıp pa­zar ikindisinde biten düğünler, utangaç damatlar ve allı yeşilli gelinlikler… Ge­linlerin yüzleri hep örtülü olurdu. Kızların allı yeşilli entarileriyle oynadıkları oyunlar baba evinde kına gecelerinde ayrılacak gelin adap için yakılan türkü­ler. Leyla’nın yüreğinde ses veriyordu yıllar ötesinden. O zamanlar istemiş miy­di allı yeşilli gelinliği olsun, al bir ata binsin ve yeni bir hayata doğru yola çık­sın, adına türküler yakılsın…

“Ne güzeldir gelincik çiçeği, kır çiçeklerinin ortasında salma salma duruşuy­la. En çok da ekin tarlalarında olur hani. Yeşil gövdesi, al al yapraklan, kara göz­leriyle… ” dedi Leyla.

“Onca çiçek arasında hemen kendisini belli ediverir” dedi Hasan, “Tıpkı kına­lı elleriyle ekin biçen yeni gelinin kendini belli etmesi gibi.”

“Bilir misin o gelinlerin türkülerini?” dedi Leyla. “Amanın da kızlar ne zor imiş burçak yolması / Burçak tarlasında gelin olması… ”

Dalıp gitti Hasan. İlk kez farkediyordu. Leyla’nın mırıldandığı türkülerin açtı­ğı dünya]an. Leyla’da Unda’yı ararken, Leyla’yı mı buluyordu ne? Bir şeyler do­ğuyordu içine: “Leyla bir özge candır /Kara gözlü ceylandır…”

Belediye nikâh salonunda, tanıdıkları ve tanımadıkları insanların ortasında evlenmişlerdi Leyla ile Hasan. Göz açıp kapayana kadar bitiveren bir merasim. Leyla’nın üzerinde beyaz gelinlik ve duvak, Hasan’da ince ve lacivert bir elbise. Zorunlu ve isteksiz girilen bir imtihan sanki. Sonra Sarıyer yakınlarındaki Telli Baba türbesine gidiş. Telli Baha’nın sandukası üzerindeki yeşil örtü, beyaz telle­re bezenmiş. Leyla eğilip bir kaç tel aldı. Arkadaşlarına verecekmiş kısmetleri açılsın diye. Sarıklı bir adam sürekli asılıyordu Hasan’a nikâh kıyayım diye. Kö­şede bir başkası dini nikâh kıyıyordu, çiftlerin hiç tanımadıkları ve belki de bir daha karşılaşmayacakları insanlar bakıyorlardı merakla. Hasan, böyle bir manza­rayı kendisi de yaşamak istemediğinden uzaklaşmıştı oradan. Leyla’nın ise, bir de burada dinî nikâh kıydıralım, der gibi bir hali vardı. “Kilisede nikâh merasimi nasıl oluyor acaba” dedi Leyla.

“Filmlerde gördüğümüz gibidir herhâlde” dedi Hasan. “Beyaz gelinliği almışız batılılardan da niçin kilisedeki merasimi almamışız? Camilerde de nikâh merasi­mi yapılsa nasıl olurdu acaba?”

Güldü Leyla: “İlahi Hasan!” dedi. Türbeyi hatırladı o an, sanki Hasan ne diye orada nikâh kıydırmamıştı? Beyazdı, her şey beyazdı: Hocanın sarığı, Telli Baba’nın üstü, gelinliği ve duvağı…Güzel renkti şu beyaz doğrusu, özen isterdi, leke kabul etmezdi. Belki şimdi köylerde de terkedilmişti allı yeşilli gelinlikler?

Linda, duvak yerine ne takmıştı başına? Papazın karşısında, iyi ve kötü gü­nünde Robert’in yanında olacağına söz verirken Hasan aklına gelmiş miydi? Ge­linliği geri getirdiğinde hatırlamış gibi bir hali yoktu.

Hasan, bir gelinliğe baktı, bir Leyla’ya. Leyla’nın gülen gözleri hiç de Linda’nınkilere benzemiyordu. Üstelik yazarlardan ve eserlerden söz edeceği yerde türküler söylüyordu Leyla. Bu türkülerde aynı zamanda Linda da yok muydu, Ha­san ’ı düşündüren ve yepyeni dünyalara alıp giden Unda? Leyla ile Unda âdeta öz­deşleşiyordu Hasan’da zaman zaman.

İşte duvağı tam gelinliğin üzerine asmıştı Leyla, Unda’ya inat.

“Gelinlikle beraber bu duvağı da takmış miydin” dedi Hasan.

“Duvaksız olur mu hiç” dedi Leyla. İçinde bir tel kopmuştu ama Leyla’nın, son­ra bir tel daha… Sanki ne diye asmıştı gelinlikle duvağı Hasan’ın ceketinin yanı­na? Günlerdir duruyordu ne güzel komodinin çekmecesinde dürülü olarak. Ama ne kadar cana yakındı şu Linda, kırk yıllık dost gibi davranmıştı Leyla’ya. Üstelik Leyla’nın gelinliğini giymişti isteyerek ve severek.

“Yarın sabahtan çıkıp şöyle bir hava alsak mı?” dedi Leyla.

“Telli Baba türbesinin oralara kadar gideriz. Belki gelincik çiçekleri de görü­rüz” dedi Hasan. (Akrebin Dansı, 1989, s. 49-56)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler