Felsefe Akımları

Doğruluk Nedir? (Felsefi ve Dini) (Felsefe Akımları)

DOĞRULUK

1- Düşüncenin gerçekle uyuşması, yargı ve önermelerin gerçeğe uygun olması, yani verilmiş bir olguyla uyuşması (içeriksel doğruluk),

2- Düşüncenin kendi kendisiyle uyum için de olması, çelişik olmaması (biçimsel doğruluk) diye ikiye ayrılır.

Doğruluk, doğru olan önermenin sıfatıdır. Fiilen tecrübe edilmiş olan şeyinde sıfatıdır. Doğru, deney doğrusu ve akıl doğrusu olmak üzere ikiye ayrılabildiği gibi, doğruluk da deneysel doğruluk ve aklî doğruluk diye de ikiye ayrılabilir. Zamana, belirli şanların bulunmasına ve belirli bir zaman diliminde gerçekleş­meye bağlı olan doğrulara, olgu doğrularına sıfat olan doğruluğa, deneysel doğruluk denir. Nedenİyalnızca akılda bulunan, zamana bağlı olmayıp zaman üstü olan, her zaman ve her yerde geçerli olan doğruların sıfatı olan doğruluğa da mantıkî doğruluk/aklî doğruluk adı verilir. Bilimsel doğruluğun mukabili varlıksal doğruluktur.

Kimi müslüman bilginlerin terimler sözlüğünde, doğruluk “Hakk” sözcüğünün aynısı olarak görülmüştür. Dolayısıyla bu anlamı kabul edersek doğruluğun karşıtının batıl olması gerekir. Oysa doğruluğun karşıtı yalancılıktır. Buna göre doğruluk daha çok sözlerde geçerli ve yaygındır. Hakk anlamında doğruluk­ta, uygunluk olgu yönündendir; Sıdk anlamına doğrulukta uygunluk hüküm yönündendir. Bu nedenle karşıtı “batıl” olan doğruluk (Hakk) ile, karşıtı “yalancılık” (Kizb) olan doğruluk (Sıdk) birbirinden ayırdedilmiştir. Bu durumda, hükmün doğruluğu (Sıdkı) ilgili bulunduğu olguya uygunluğudur; hükmün gerçekliği (doğruluğu), ilgili olgunun ona uygunluğu­dur.

Doğruluğun ölçüsü açık-seçikliktir: Aklın ilkeleri ki -bunlara ilk doğruluklar denilir-  açık-seçiktirler. Bunlar, isbata ihtiyaç duyulmadan her akıl yürütmede kullanılan ilkelerdir, akıl yürütmenin şartıdırlar.

Kişisel doğruluk veya kanaat yalnızca bir kimsenin kendisi için doğruluk irade eder. Objektif doğruluk (harici doğruluk) veya kesinlik, özü gereğince ve bütün zihinler için geçerli olan doğruluktur.

Hakikatin, yani doğruluğun ölçüsü, doğru­luk vasfını taşımak için ilk önce bilinmesi gereken bir husustur. Bir şeyin, kendisiyle açık-seçik bilinebileceği işarete ölçü denir. Bu işaret bir şeyi başka bir şeyle karıştırmamıza engel olur. “Bu doğrudur, şu yanlıştır” şeklinde yargıda bulunduğumuz her defada doğruluğun öl­çüsü bize kılavuzluk ediyor demektir. Öyleyse doğruluğun bizzat kendisinde doğruluğu iyice bilme imkânı veren ve onu yanlışlıktan ayırmaya yarayan bir işaretin bulunması kaçınılmazdır. Doğruluğun sahip olduğu ve yanlışlığın sahip olmadığı bu işaret hakikatin ölçüsünün ta kendisidir.

Fakat burada hakikatin şu veya bu düzeydeki özel ve ferdi (kısmî) Ölçüleri değil, evrensel ve nihai ölçüleri sözkonusudur. Başka bir ifa­deyle bizim sözünü ettiğimiz husus, hakikatin her türüne ail karckteristikve ayırdedici işaretidir. Evrensel ve nihaî hakikat ölçüsü, hakikatin her türünü niteleyen ve ayırdedicilik yapan bir Ölçüdür. Bu ölçü, doğruluğun ve kesinliğin en son sebebini teşkil eder. felsefe/doruluk1

ölçünün yapısı ile ilgili bu açıklamalardan sonra, ölçünün kısımları hakkında ileri sürülen görüşlere temas etmek yerinde olacaktır.

A- Yanlış veya Eksik Ölçüler

1-  İlâhî otorite ölçüsü: İmancılık (fideizm) adıyla bilinen bu ölçü gelenekçi ekol tarafından ileri sürülüp benimsenmiştir. Bu ekole göre akıl, imana başvurmadan kesinliğe ulaşma­ya yapısı gereği elverişli değildir. Hiç kimse iman dışında güvenceye sahip olamaz. Bu görüşün olumlu ve olumsuz yanını dikkate alma­mız gerekir. Şöyle ki, iyi tesbit edilmiş ilâhî otoritenin hakikat için yanılmaz bir ölçü olduğu bilinmektedir. Fakat böyle bir ölçünün evrensel olması, bütün hakikatları hatta iç duyu hakikatlanna uygulanabilir olmasını gerektirir. Yine böyle bir ölçünün nihaî ölçü olabilmesi, başka hakikatların ve kesinliklerin varlığını gerektirir. Örneğin vahy yollu bilgi bizzat başka birçok kesinlikleri gerekli kılar. Aksi takdirde ilâhî otorite ölçüsüne bağlı kısır döngü mümkün olabilir.

2-  Genel muvafakat Ölçüsü: Bu ölçüyü ileri sürenlere göre, kendi haline bırakılmış fert, doğruyu yanlıştan ayırmaya kabiliyetsiz olduğu İçin, üzerinde İnsan cinsinin daima muvafık ve mutabık bulunduğu belli bîr doğru mevcuttur. Yani aynı şartlarda bulunan bütün insanların algıladıkları, anladıkları ve aynı bi-Çimde anlattıkları şeylere hakikat denir. Fa­kat İnsanlık, ancak fertlerin bir araya gelmiş hali olduğuna göre, böyle bir ölçüyü nasıl kullanabilecektir? Ayrıca böyle bir ölçü, şuur hakikatlanna ve özelliği itibariyle bilimsel hakikatlara uygulanamaz. Çünkü bu lür hakikatlar fertlerin büyük çoğunluğunun gösteremeyeceği sabrın sonucu elde edilir. Bunlara ilaveten, asırlar arasında delillerini toplamış, otoritelerini ortaya koymuş insanların bulunduğunu bilmek gerekir. ‘

3-  Ortak duyu ölçüsü: Bu ölçüye taraftar olanlara göre, ortak duyunun kabul ettiği her şey doğrudur, onun karşı çıktığı herşeyyanhştır. Büıün insanlarda ortak olan doğal inançlar, hakikatin ölçüsüdür. Örneğin dış dünyanın gerçekliğine, cüz’î iradeye, bütün metafizik ve ahlakî ilkelere inanç, hakikatin yegane ölçüsüdür. Belirtmek gerekir ki, bu ölçüyü sa­vunanlar, aklı ve aklın ilkelerini, çok kesin hakikatları ve sade Ön yargıları, birbirinden açık ayrı oldukları halde, birbirine karıştırmaktadırlar. Sonra, doğal inançlarla kazanılan inançları birbirinden nasıl ayırmak gerektiğine çözüm getirilmemiştir. Doğal inançlar, bütün insanlarda müştereken bulunurken, kazanılmış, inançlar, bir ülkeye ya da bir devre (asra) özgü inançlardır. Nihayet genel muvakafal ölçüsünün taşıdığı bütün problemler, ortak duyu ölçüsü için de söz konusudur.

4-  Doğruluğun çekiciliği (cazibesi) ölçüsü: Kimilerine göre, hakikatin ayırıcı ölçüsü, işareti, hakikata doğru içimizde hissettiğimiz eği­limdir. Her kesinlik ve doğruluğun son sebebi, bizi inanmaya sevkeden bir içgüdü ile açıklanabilir. Gerçi zihin hakikata eğilimi tabii ve zorunludur. Ama bu, eğilimin, körü körüne ve ölçüsüz bir eğilim olduğu anlamına gel­mez. Tam tersine insan zihni, bir kısım önermeleri kabul ediyor, diğerlerini reddediyorsa bu, onun kabul ettiği önermelerde, kabul etmediklerinde bulamadığı bir şeyi açıkça tanıdığı içindir. Ayrıca zihnin sebepsiz ve körü körüne hakikata doğru eğilim içinde olduğunu ileri sürmek demek, yalnızca Ölçünün varlığını değil aynı zamanda zihnin kendisini de inkâr etmek demektir. Çünkü zihin, bilme ve tanıma yetisidir. Öyleyse böyle eğilim, bir hakikat ölçüsünün varlığını gerekli kılar.

5- Duygu Ölçüsü: Bu görüştekilere göre, hakikatin ölçüsü akıl değil, duyguda aranmalıdır. Duygu, aynı zamanda ahlakİHğin de ölçüsüdür. Kim ne derse desin, haklı olduğunuzu hissediyorsanız, daha fazla bir şey aramaya, başka ölçü bulmaya gerek yoktur, haklısınızdır. Oysa duygu, bütün duygu mertebesindeki olgular gibi, özü bakımından sübjektif, şartla­ra ve fertlere göre değişken olan bir şeydir, öyleyse duyguyu, hakikatin yanılmaz ve belirleyici işareti yapmak demek, bütün yanılma ve aldanmalara kapı açmak demektir.

6- Hakikatin kendi kendisiyle uyumu ölçüsü: Bu ölçüye taraftar olanlara göre, bir önerme ancak kesinkes doğru diye bilinen başka bir önermeyle uyuştuğu oranda doğrudur. Bu ölçü, esasında olabilirliği tesbit eder, fakat nesnelerin gerçekliğini tesbite yaramaz. Aynı şekilde o, düşüncenin kendi kendisiyle uyumu­nu gösterir, ama düşüncenin somut gerçeklik­le uyumunu göstermez. Nihayet bu Ölçü, matematiğe uygulanabilir. Fakat fizikte, tarihte, genellikle varlıkları veya gerçek ve olası olguları inceleyen bütün bilimlerde uygulanma kabiliyetinden yoksundur.

Hakikaten bu ölçü ve işaretleri zihinsel alanda aramak yerine, hayatın içinde gerçekleşen eylemde görmek eğiliminde olanlar da çıkmış­tır. Kimileri, hakikati ölçüsünün ahlâki hayatın zorunlulukları İçinde bulunabileceğine inanmış, diğer bazıları ise bu ölçünün genellikte eylem ihtiyaçları İçinde yer aldığını İleri sür­müştür. İkinci görüşü benimseyenlere “Yeni-Eleştiriciler”, sonuncu anlayışı paylaşanlara “faydacılar” denmiştir. Fakat bu son iki görüşün de eksik ve eleştirilen birçok yönü vardır. Hakikatin ölçüsü olarak ödevi almak veya yaran kabul etmek, fertleri evrensel ve nihaî bir ölçüye kavuşturmaz. Çünkü bunların her ikisi de bireysellik yanı ağır basan eğilimlerdir.


B- Hakikatin Gerçek Ölçüsü:Açıklık

1- Açıklık, her doğruluğun şaşmaz-yanılmaz işareti ve her kesinliğin iç motifi olan evrensel ve nihai ölçüsü, açıklıktan başkası değildir. Gerçekte, zihnimizin yanılabilirliği nedeniyle, doğru olan her şey zorunlu olarak açık değilse, açık olan her şeyin zorunlu olarak doğru olduğu itiraz kabul etmez bir gerçektir. Keza, hangi düzeyde olursa olsun, her kesinlik ve doğruluğun, belirleyici bir nedenden (motiften) ölürü, daima doğrudan ve dolaylı, dahilî veya harici bir açıklığa sahip olduğu da su götürmez bir gerçektir;

2- Açıklık, esas itibariyle doğruluğun açıklığıdır. O, doğruyu görmede, zihnin tabiatıyla ilgili bir niteliktir. Açıklığın objektif bir yapısı vardır ve o zihin üzerinde et­kilidir. Zihin, ancak açıkça farkettiği zaman doğruyu kabul eder;

3- Açıklığın zihin üzerindeki işleyiş ve etkisine gelince, denilebilir ki, bu işleyiş ve etki, bir tür baskıdan ibarettir. Şöyle ki, bu baskı sayesinde zihin, hakikati görmemezlik imkansızlığı içinde bulunur, yani hakikati mutlaka görmek zorunda bırakılır ya da hakikati görüp dururken onu görmediği­ne hükmedemez. Kesinkes ve kaçınılmaz bi­çimde hakikati gördüğüne hükmeder. Özetle, hakikatin evrensel ölçüsü, “kesinlikle kavramamak imkânsızlığından, hatta aksini kabul etmek imkansızlığından ibarettir” denilebilir.

Bu son ölçü hakkında da, kötü temellendirilmiş doğruların ve yanıltıcı açıklıkların bulunduğu ileri sürülerek İtirazlar yapılmıştır. Dola­yısıyla, gerçek doğrulukları ve açıklıkları sahtelerinden ayırt etmek için başka bir ölçü gerekir, denilmiştir, öyleyse bu önerilen çare de meseleyi çözmeyen, üstelik hakikat insan zih­ninden bağımsız olsa da, kesinlik asla böyle değildir. Doğruluk ve kesinlik daima sübjektif bir unsuru kendinde barındırır. Çünkü herşeye rağmen, herkes ancak kendi gözleriyle görür ve bakar.

Öyleyse şunu itirafa mecburuz: Zihinsel planda kesinlik ve doğruluğun dereceleri olmasa da, pratik olarak akıllılar sayısınca ve hatta ahlaki karakterler ve huylar oranında doğruluk ve kesinliğin dereceleri vardır. Öyleyse yapılacak ilk eleştiri, insanın kendi kendini eleştirisidir.

Hasan ŞAHİN – SBA

Doğruluk (felsefe)

Doğruluk, hakikat olarak da kullanılan felsefe terimi ya da kategorisi. Felsefenin bütün gelişim aşamlarında, felsefe içi tartışmalarda ve tanımlamalarda belirleyici bir konu başlığı olarak yer almıştır. Dolayısıyla genel bir tanımı olmaktan çok, her felsefe eğiliminde ya da okulunda farklı şekillerde tanımlanışları sözkonusudur. Yine de genel bir tanımlama yapılacak olursa, Dogruluk ya da Hakikat, gerçek’ten ya da gerçeklik’ten ayrı olarak belli bir gerçekliğin düşünsel ya da zihinsel olarak temsil edilmesi ve temsilin gerçeklige uygun olması halidir diyebiliriz. Bu son derece sorunlu bir tanımlamadır sözkonusu felsefe-içi tartışma bağlamında; özellikle de günümüz felsefe tartışmalarının ya da bu tartışmaların sonuclarının boyutları dolayısıyla.

Her felsefe eğilimi ya da akımı belli bir epistemolojik model kullanmakta ve dolayısıyla Dogruluk kategorisi buna göre farklı niteliklerde ele alınıp değerlendirilmektedir.

Çok genel olarak, doğruluğun, felsefe bağlamında epistemolojik ve ontolojik olmak üzere iki ayrı bağlamda ele alındığını belirtmek mümkündür.

Epistemelojik olarak doğruluk, bilgi etkinliğinin temel bir kavramıdır ve bilgiyi bilgi olmayan biçimlerden ayırmak üzere kullanılır. Doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olan bilgi düzleminde ele alınır. Doğruluk, doğrulanabilir bilginin kuramsal ifadesidir. Buna göre doğruluk varolana dair bildirimde bulunan özneyle birlikte mümkündür. Özne-nesne ilişkisi bağlamında yer alan ve öznenin nesneyi bilişinin niteligini belirten bir kategoridir. Ontolojik doğruluk kavramı ise, doğruluğu varlığın özüyle özdeş olma hali olarak ele almak anlamına gelir. Burada bilginin doğruluğunun bir özne-nesne ilişkisi sorunu değil varlığın özüyle ilgili oldugu varsayılır.

Doğruluğun bir uygunluk hali mi, bir tutarlılık konusu mu, yoksa bir uzlaşım sorunu mu olduğu üzerine önemli kuramsal tartışmalar Platon’dan beri süregelmektedir, ve postmodern durum içinde bu tartışmalar yön değiştirmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır. Genel geçer bir tanımın ötesinde, Felsefe tarihi içinde epistemelojik alandaki gelişmenin ayrıntılı bir dokümantasyonu ortaya konulmaksızın yeterli bir dogruluk ya da hakikat tanımına ulaşmak olanaklı değildir.

Vikipedi

DOĞRULUK
Doğru olma hâli, dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidâyet anlamına gelen itikadî ve ahlâkî bir kavram. Allah’ın emrine ve kanunlarına uygun bir yol izlemek ve insanların haklarına riâyet etmek demektir. İman eden ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in en güzel ahlâkını örnek alır.

Kur’ân-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyet ihtiva eder. Sıdk, istikamet; hidâyet gibi çeşitli türevleri olan doğruluk, ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Özünde Allah’a, meleklere, âhirete, kitaplara, peygamberlere inanan, mallarını akrabaya, yetimlere, yoksullara harcayan, namaz kılan, zekât veren, oruç tutan, sabreden, sözünde duran, cihat eden… müminlerin bütün bu vasıfları doğruluk hâlinin tezâhürleridir. Doğruluk vasfı, Doğru Yol’un anlaşılmasıyla gerçeklik kazanır.

“Alemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun, Rahman’dır, Rahîm’dir. Din gününün sahibidir. Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna…” (el-Fâtiha, 1/1-6) âyetleriyle başlayan Kur’ân-ı Kerim, doğruluk yolunu ve bunun aksini sapmışların yolu olarak çeşitli âyetlerle açıklar. O’na kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir. Allah, O’na inananları ve yoluna yapışanları rahmet ve lutfa mazhar eder, onları doğru yola iletir. Öğüt alanlar için âyetleri Allah geniş geniş açıklamıştır. “…. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 11/112; eş-Şûrâ, 42/15) buyuran Allah, hâlis kullarını azmış şeytandan korumaktadır. (bk. Hicr Süresi) Allah, müminlerin kendisinden korkmalarını ve ölçüyü doğru tutmalarını emretmektedir. Sözünde doğru olması için uyarılan müminler, doğrulukları karşılığında cennet’e gireceklerdir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

Doğruluk, en iyi, takva hâlinde gerçekleşebilir. Âyette “Doğrularla beraber olun” (et-Tevbe, 9/119) buyurulması, bu kavramın toplumsal oluşuna delâlet eder. Doğruluk bir misâktır, kulluk ahdidir: Ahde vefa ve sadakatın mükâfatı hem dünyada hem âhirette verilecektir. Sıddıkların özellikleri ana hatlarıyla açıklanmıştır. Bunlar; sabır, itaat, infâk, istiğfar, ihlâs, takva, haya, emanet gibi özelliklerdir.

Doğruluğun karşısında yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Muttakiler asla yalan söylemezler. Hz. Peygamber, “el-Emîn” olarak tanınmıştı. Yalancılık ise, dar anlamıyla insanın günlük hayatta söz ve davranışlarında doğruluktan uzaklaşması anlamına gelir. Geniş anlamda Allah’ın emir ve yasakları ile alay etmek, Allah’a iftirada bulunmaktır. Bu da müşriklerin sıfatıdır. Allah yalancı kâfirleri doğru yola iletmeyeceğini Kur’ân’da birçok âyette açıklamış, onları lânetlemiş ve büyük bir azaba uğrayacaklarını bildirmiştir. Allah mü’minlere şöyle buyurur “Yalan sözden kaçının. ” (el-Hacc, 22/60). Bir diğer yalancı grup, münâfıklardır. Bunların özelliği yalan yere yemin etmeleridir. Bunlar, sahtekâr kimseler olup küfürlerini gizlemişlerdir.

Davranışlarda doğruluğa hakkâniyet de denir. Bu da adalet, insaf ve merhametten ibarettir. Doğruluğun, vahyî temellerinin anlaşılmasından sonra, düşüncenin eyleme geçirilmesinde en başta dile hakimiyet gelmektedir. Dil, düşüncenin iletim vasıtasıdır. Müminler söz söylerken doğruyu söyler, gereksiz yere konuşmaz, kötü söz söylemezler; ya hayır konuşurlar yahut susarlar.

Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, iradede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde tezâhür eder. Bütün bunların kaynağı, Kur’ân ve Sünnet’tedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği doğruluğun esasıdır. Düşüncede ve inançta tam manasıyla İslâm’a yönelinmedikçe ve İslâmî hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru olan ahlâk Hz. Peygamber’in ahlâkıdır; bunun dışında doğru bir yol yoktur. Zira Rasûlullah (s.a.s.) “dosdoğru ol” mesajı ile “Hûd sûresi beni kocattı” diye buyurarak doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir (Kadı Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl, I, 580; Elmalılı Hamdi Yazn, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2829) Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti.” (el-Münâvî, Feyzu’l-Kadir şerhu Camii’s-Sahih, 310) buyurmuştur.

Bugünkü beşeri sistemlerin işleyişi gerek toplumsal düzeyde gerek fert olarak, yalancılık temeline dayalıdır. Çünkü insanlarda Allah korkusu kalmamıştır. İnsanlar arası ahlâkî ilişkiler suni ve doğruluktan uzaktır. Toplum emin bir toplum değildir, kuşku toplumudur. Böyle bir toplumda hakikat, beyanların aldatıcılığı sebebiyle ortaya çıkamamakta; insanlar Allah için, O’na inanıp davranmadıklarından birbirlerine söz ve işlerinde güven duygusunu tamamen kaybetmiş görünmektedirler.

İslâm dışı fert ve toplum hayatında doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü düzenler zulüm üzerine kuruludur ve insanlar şahsî çıkarları peşinde birbirlerini kandırmak için türlü oyunlara başvurmaktadırlar. Bu bozuk bir hayat düzenidir. Sorumsuz, çirkin davranışların hakim olduğu düzen, müslümanların hakka yaklaştırıcı en güzel hasletlerini de yozlaştırmıştır. İnsanlar her geçen gün doğru yoldan uzaklaşmaya, âhiret yurdunu aramaktansa materyalist dünyanın hevâ ve heveslerine uymaya başlamışlardır. cahilî bir toplumda müslümanlar da gayr-i İslâmî günlük hayata ayak uydurmuş gözüktükleri ve tanınamadıkları için, İslâm’ı tanıtmak ve yaşatmak mümkün olmamaktadır. Bizzat müslümanların doğruluk düsturuna uymamaları bir toplumun helâk olması için yeterlidir. Çünkü hakkı tavsiye eden olmazsa veya insanlar hata içinde yüzerken hakkı tavsiye etmeye kalkılırsa o toplum çökmüş demektir. Bir sahabi Hz. Peygamber’e “Ya Rasûlullah bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine sorma ihtiyacını duymayayım” deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.” (Müslim, İman, 62; Ahmed b. Hanbel, III, 413). Başka bir hadis-i şerifte de “Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz” (İbn Mâce, Tahâre, 4, Dârimî, Vudu’, 2) buyurulmuştur.

Anglikan kilisenin Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ye sorduğu “İslâm, fikre ve hayata ne vermiştir?” sorusuna bir İslâm âlimi tek cümle ile “Fikre tevhid, hayata istikamet (doğruluk) vermiştir.” şeklinde cevaplamıştı. Doğruluk ilkesini bırakan ve bezginliğe yönelenlere Allah şöyle buyurur: “… Benim âyetlerimi birkaç paraya satmayın ve benden sakının. ” (el-Bakara, 2/41).

İslâm’ın hayat yolu sırat-ı müstakim’dir; yani dosdoğru yoldur. O yola girenlere bir üzüntü ve korku yoktur. Her şeyden önce doğruluk müslümanın akîdevi özelliğidir. Meselâ, dosdoğru namaz kılmayan bir mümin ibadette tam doğruya uymadığından, diğer davranışlarında da hatalı olacaktır.

Rasûlullah şöyle buyurur: “Doğruluk insanı iyiliğe yönelir, hayırlı işlerde cennet’e kılavuzluk eder. Bir kimse, doğruluğu prensip edinirse sıddîk olur. Yalancılık da insanı kötülüğe ve fücura sürükler. Kötülük de çehennem’e götürür. Bir kimse yalancılığı prensip edinirse Allah’ın divanında kezzab (yalancı) defterine yazılır.” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 146).

Sait KIZILIRMAK – Şamil İA