Felsefe Yazıları

Dinler Tarihi (Sosyoloji Kavramı Olarak) (Sosyoloji)

DİNLER TARİHİ

“Dînler Tarihi” herşeyden önce bir tarihtir. Ancak burada din terimi, inceleme konusu olarak kendisini tarih terimine bir bakıma kabul ettirmekte, dolayısıyla dinler tarihinin böy­le anlaşılması din kavramının mahiyet ve nite­liklerinin nasıl olduğuna göre bir anlam ve de­ğer kazanmaktadır. Böyle olmakla birlikte “din” kavramının ve tanımının kolayca yapılacağı sonucuna varılmaması gerekir, öyle olsaydı dinin tanımını bütün dinleri birleştirici şekilde yapmak mümkün olabilirdi. Oysa bu­nun pek kolay olmadığı, bizzat din kavramının, tarihi süreci ve kaynağı gözönüne alındı­ğında yapılacak tanımın da farklı olması gerektiği hemen anlaşılır. Ayrıca dinin, fert ve toplumla ilişkili olmasına rağmen, imkân, tasavvur ve güçlerini aşkın bir mahiyet ve nitelikte alması, tanımının kolay yapılamamasının önemli nedenlerinden birini, belki de başlıcasını oluşturmaktadır. Üstelik din, tarihin hemen bilinen ilk dönemlerinden itibaren insan ile birlikte olmuştur. Yani insan kendisini dinden soyutlamamış, istese bile soyutlayamamış ve daima dinin İçinde yaşamıştır.

Din kavramından hareketle herhangi bir “din”in tanımını yapmak elbette mümkündür. Fakat böyle bir yaklaşım “din düşüncesi”nin ya da “duygusu”nun tam karşılığını veremez. Nitekim dini böyle belli bir yaklaşım içinde tanımlamaya ve anlatmaya çalışan görüşler, öğretiler, felsefi akımlar ya da değişik bilim dalları gözönüne alındığında söylenilmek istenen daha açık-seçik ortaya çıkar.

Gerçekten din kavramını anlatmak üzere hemen her toplumda ya da kültürde farklı kelimelerin kullanıldığı bilinmektedir. Ancak bu farklı kelimeler din kavramının farklı anlamlara bürünmesini de sağlamaktadır. Sözgelimi eski Yunan düşüncesinde, bugünkü anlamında din kavramına rastlanmaktadır. Din kavramını çağrıştırır şekilde kullanılan “thriohcya” kelimesi “korku İle karışık saygı” anlamını verdiği gibi, örf, adet, alışkanlık anlamlarına da gelmekteydi. Batı düşüncesi ve uygarlığı özellikle Rönesanstan sonra Antik Yunan düşünce ve biliminden etkilenmekle birlikte, “din” terimine bu kaynaktan, ne de Hıristiyanlığın içinden çıktığı Yahudilikten almamış, tersine, belli dönemlere kadar Hıristiyanlığın karşısında olup mücadele etmek durumunda kaldığı putperest Roma kültüründen, yani Latince’den almıştır. Batı dillerinde “din” terimi karşılığında kullanılan religion Latince kökenlidir. Ancak religion teriminin hangi kökten türediği konusu tartışmalıdır. Lucretius gibi Romalı düşünürler ile Saint Augustinus gibi Hıristiyan düşünürlerine göre Latince “din” karşılığında kullanılan Religio kelimesi, “birlik, yükümlülük, bağlamak” anlamlarına gelen /vfigaze’den; Cicero’ya göre ise, “dikkatle veya tekrar tekrar okumak, bakmak, yapmak, ihmal etmemek” anlamlarına gelen relegaıv kökünden türetilmiştir. Latince rdigidan türetilen ve çeşitli Batı dillerine geçen religion kelimesinde iki anlamın toplandığı ileri sürülmüştür. Böylede olsa religîo terimi sadece törenler, kurallar, ayin usulleri, yasaklar ve buyruklar bütününü ihtiva etse de, asıl olarak insanın kutsal olan ile, daha açığı yüce varlık Tanrıyla kurulan ve gerçekleştirilmek istenen ilişkileri anlatmamaktaydı.

felsefe/dinler-tarihi Yine İbranice’de önceleri ibadet, kurban, dua eylemlerini tanımlamak ve belirlemek amacıyla kullanılan “abodath elohim” terimi “din” yerine de kullanılmaktaydı. Ayrıca din kavramını belirtmek üzere ruhsal anlamları da olan yir’ah (korku, haşyet), emanath (iman) kelimeleri de kullanılmıştır. Din terimi­ni karşılamak üzere dath kelimesi kutsal kitap sonrası kaynaklarda yaygınlık kazandığı, sözkonusu kelimenin Farsça dadı kelimesinden türetildiği ve Ezra ve Esler kitaplarında “hüküm, emir veya yasa” anlamlarında kullanıldığı savunulmuştur.

Öte yandan din kelimesinin Avesta’da daena eski Farsça, yani Pehlevi dilinde den ve Farsça’da din ile ifade edildiği, bunların da “yol, mezhep, ayin, üslûp, tarz” anlamlarına geldiği belirtilmektedir.

Hinduizmin kutsal dili sayılan Sanskritçe’de dhıi kökünden türetilmiş dhaıma kelimesinin din anlamında kullanıldığı ve Budİzmin kutsal dili olup Sanskritçe’den geliştirilmiş olan Pali dilinde “öğreti” anlamına gelen âhanna biçimini aldığı ileri sürülmektedir. Buna göre sözkonusu terimin din, yasa, yol, görev, düzen, doğruluk, erdem gibi anlamlan kapsadığı belirtilmektedir. Gerçekten dhaıma insanların davranışlarını düzenleyen ve belirleyen ilke ya da “disiplin”i anlatmakta olup, burada dini-ahlaki olduğu kadar kozmik düzen de kasdedilmektedir. Nitekim “dharma” Hinduizmde olduğu kadar, Budizm ve Cayinizmde “Sonsuz Yasa” (Ebedî Kanun)anlamına gelmektedir.

Arapça’da “din” kelimesinin kaynağı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin Arabi-İbrani kaynaklı olduğunu savunanlar olduğu gibi, orta İrandan alındığını ya da bizzat Arapça olduğunu ileri sürenler de vardır. “Din” kelimesinin oldukça geniş alanları kapsayan bir anlam zenginliği bulunmaktadır. Buna göre dîn; ceza, mükafat, hüküm, hesap, itaat, boyun eğme, ibadet, âdet, hâl, şeriat, kanun, yol, mezhep, millet gibi anlamlara gelmektedir.

Gerçeklen Kur’an-ı Kerim’de “din” kelimesi köküyle ilgili kelimeler birçok ayette belirtilen anlamlarda kullanıldığı gibi, bu anlamları bütünlük içinde kapsayan bir sistem ya da düzen veya dünya görüşü anlayışını da ortaya koyar. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim ‘de “din” kelimesi, öteki dinlerden ayrı ve farklı oluşu belirtecek şekilde “hak din” (dinü’l-hak) “dosdoğru din” (dinen kayyimen) “Allah’ın dini” (dinullah) tarzlarında da kullanılmaktadır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de “din” kavramı, bir tarafta Allah’a nisbet ile hâkim olma, itaati altına alma, hesaba çekme, cezalandırma, kul olarak insana nisbetle boyun eğme, itaat etme, teslim olma ve bu iki taraf arasındaki ilişkiyi düzenleyen yasa, kanun, nizam, yol, şeriat demektir. Kısacası Kur’an-ı Kerim dini yüce bir otoriteye boyun eğme, onun bildirdiği emir ve yasaklarına uyma, dolayısıyla bu emir ve yasaklara uygun bir yaşayışı düzenlemek suretiyle mükafata erme, aksi halde cezaya çarptırılacağına İnanmadır.

Din kavramının çeşitli düşünce ve bilgi alanlarına göre sayısız tanımlarının yapıldığını burada hatırlatmak gerekir. Sözgelimi Rudolf Otto,  Das Heilige (1917) adlı eserinde dini insanın kutsal kabul ettiği şeylerle olan ilişkisi bağlamında; XIX. yüzyılda dini evrimci bir yaklaşımla tanımlamaya çalışan E.B.Taylor (1832-1917), en ilkel din şeklinin “animizm” olduğunu savunarak dini “ruhsal varlıklara inanç” olarak tanımlar. Max Müller’e göre; “Din, insanın sonsuzu kavramasını sağlayan, akıl ve mantığa tabi olmayan, zihnî bir meleke veya yeteneğidir.” Alman filozof ve teologu Schleirmacher’e göre “din”, mutlak itaat duygusundan ibarettir.” Feucrbach, İse dini dua, kurban ve nançla kendini gösteren arzu”; Edward S.Ames, “en yüksek toplumsal bilinci”; Durkheim ise; “bir topluluğun oluşmasını sağlayan âyin ve İnançlar sislemi” şeklinde tanımlamışlardır.

Bu ve benzeri tanımlar ile din; kutsal kavramı, inanç, zihni meleke, mutlak itaat duygusu, arzu, toplumsal bilinç ve değerler ve Tanrı dü­şüncesi özellikleriyle açıklanmaya çalışılmak­tadır. Fakat bu yaklaşımla yapılan tanımların toplayıcı ve bütünlük gösterici olmadığı ortadadır.

Öte yandan müslüman düşünür ve bilginlerin de dini tanımlamaya çalıştıklarını görüyoruz. Sözgelimi Seyyid Şerif Cürcâni’ye göre din; “akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği Şeyleri kabule çağıran ilahî bir kanundur. Tahanevi ise din akıl sahiplerini kendi iradeleriyle salaha, ahirete, felaha götüren yol demektir. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman düşünürve bilginlerin din tanımında farklı ifadeler kullanmış olsalar bile ortak bir mahiyet ve niteliğin ortaya konulduğunu görmek mümkündür.

İşte Dinler Tarihi tamlamasında ifadesini bulan bilim dalı, dinleri (veya sadece dini) yer ve zaman içinde, karşılaştırmalar yapmak su­retiyle İncelemeyi amaçlar. Bu bakımdan dinleri tarihsel süreç içinde incelemeyi temel alan bir yaklaşımdan sözedilebileceği gibi, dinler arasında karşılaştırma yapmayı öngören bir başka yaklaşım tarzı da bulunmaktadır. Tarihsel süreç içinde dinleri incelemeye çalışan dinler tarihi, tarih ve filoloji yöntemini kullanarak dinleri doğuş ve gelişiminden inanç, ibadet, ayin, ahlak gibikonulara kadar tarihsel süreç içinde araştırmaya yönelir. Buna karşılık dinler arasında karşılaştırmayı da temel alan dinler tarihi, dinlerin öteki dinlerle olan ilişkilerini, benzer, farklı ve ortak Özelliklerini kar­şılaştırmalı bir şekilde incelemeye çalışır: Fakat dinler tarihi daima, tarihsel süreç içinde dinin mahiyetini ya da hakikatini kendisine inceleme alanı seçmiştir.

Bu açıdan tarihin akışı içinde ortaya çıkmış bütün dinler isterse incelenen dinin inanmış mensubu bulunmasın, yani etkinliğini yitirmiş olsun, dinler tarihinin kapsamı içinde araştırılır. Öte yandan dinlerin hak, batıl olarak nitelenmesi dinler tarihinin o dini inceleme kapsamında görmesini engellemez. Keza çoktanrıh dinlerin incelendiği gibi tek-tanrılı dinlerin de incelenmesi aynı şekilde yapılır. Bu anlamda dinler tarihi tasviri (deseriptive) bir yöntem kullanmak durumunda olduğundan, belli bir dinin tanıtımı, yorumu ve savunmasını üstlenen ilahiyat, kelam, din felsefesi vb. gibi bazı bilim dallarından farklılık gösterir, yani dinler tarihi dini nesnel bir açıdan ele almaya çalışır. Elbet bu tarz bir yöntem izlenirken karşılaştırmalara, dinin fenomenlerine baş vurulması zorunludur. Üstelik dinler tarihi sadece kendi kapsamına giren bilgi alanlarıyla değil, tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi birçok bilim dallarıyla da yakın ilişki içinde olmak duru­mundadır.

Dinler tarihi alanında ilk çalışmaların Antik Yunan ve Roma düşünürleri ve bilginleri tarafından başlatıldıkları bilinmektedir. Herodot ünlü tarihinde anlattığı topluluk veya milletlerin dinleri, inanışları, ibadet şekilleri, ahlakları konusunda da bilgiler vermekten geri kalmaz. İyonyalı Ksenofanes çoktanrıcılığı ve tanrıların insana benzetilmesini (antropomarfizm) şiddetle eleştirirken tektanrıcılığı mantıksal bakımdan savunmuş oluyordu ki bu, Özellikle Hıristiyanlıkta Tanrı’nın varlığının ispatlanmasında etkide bulunacaktır. Fakat Ksenofanes doğrudan ve açıktan dinin kaynağı, mahiyeti ve niteliği gibi hususlarda belirli bir görüş ileri sürmemiştir. Dinin kaynağı, dinlerin belli bir süreç içinde gelişimi konusunu tartışmaya başlayan Sofist Keoslu Kritias (MÖ. V.yüzyıl) olacaktır. Ona göre dini ve ahlaki kurallar, toplumda iktidarı elinde tutanların toplum üyelerini kendilerine boyun eğdir-mekvebuyruklarınıkabul ettirmek için uydurdukları şeylerden ibarettir.

Batıda çağdaş anlamında dinler tarihi, ayrıca din olgusu konularında araştırmalar XIX. yüzyılın sonlarına doğru bağımsız bir alan oluşturmaya başladı. Özellikle Max Müller’in karşılaştırmalı yönteme dayalı çalışmaları bu alanda etkili olmuştur. Gerçekten Müller’in Karşılastınnah Mitoloji (1856) ve Dinlerin Esası ve Gelişmesine Ait Ders Notlan (1870) adlı eserinde dinleri karşılaştırmalı olarak inceleme çığırını başlatmakla dinler tarihi alanında geniş bir ilgi uyandırmıştır. Oxford Üniversitesinden dinler tarihi dersleri okutmuş olan Max Müller Doğu, özellikle Hint dinlerinin kutsal sayılan metinlerinin çevirilerini yapma yanında “dinbilimleri” kavramını da temellendirmeye çalışmıştır. Müller ve onun yönteminî benimseyerek izleyenler dinlerin bilimsel olarak karşılaştırmalı incelenmesinde filolojiyi temel alan bir yaklaşıma bağlı kalarak dinin özünün ancak “dil araştırmalarıyla” kavranacağını savunmuşlardır. Müller ve izleyicilerinin katkılarıyla 1897’de Stockholm’de ilk Din Bilimi (Religions wissenschaft) kongresi toplanacaktır. Sonraki yıllarda Paris, Brüksel, Roma gibi önemli kültür merkezlerinde dinler tarihi üniversitelerin ders programları içinde yer alacaktır. Öte yandan din olgusunun incelenmesi ve gelişmesinde Alınan teolog Rudolf Otto (1869-1937), “kutsallık” kavramını ortaya atarak tartışmakla önemli bir açılım getirmiştir. Aslında Friedrich Schleiermacher, Edmund Husserl ve Jakob Frİes gibi düşünürlerin bu alanda yaptıkları tartışmaların ışığında kutsallığı ele alan R.Otto’ya göre, akvramm temeli aşkın varlığın İnsanı korkutan ve aynı zamanda kendinden geçirerek coşturan bir csrarhlık şeklinde tezahür etmesidir. Buna karşılık Otto’dan sonra en dikkat çekici ve etkili araştırmacılardan biri olan Gerardus van der Leeuw (1890-1950) ise, dini tecrübenin ya da yaşantının Özünü “iktidar” veya “hakimiyet” kavramıyla Özdeşledi. XX. yüzyılda Joachİm Wach (1898-1955) ile Mireca Eliade, Frithjof Schaun, İnsanın Dinleri adlı kitabıyla Huston Smith din İncelemelerine katkılarda bulunarak, kutsal ve profan varlıklar arasında ayrım yapmayı dini düşüncenin temeli olarak yorumladılar. Nitekim Eliade, zamanı çevrimsel bir anlayışla kavrayan eski dinler, yani Asya, avru-pa ve Amerika’da İlk çağlarda ortaya çıkan dinler ile, vahiye dayalı ve aynı zamanda tarihsel boyutlu dinler, yani Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam arasında gözardı edilmeyecek temel ayrımı belirledi.

İslam düşüncesinde ve kaynaklarında dinler tarihî alanında daha başlangıçtan itibaren önemli çalışmaların ortaya konulduğu bilin­mektedir. Çünkü İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim din ve dinler hakkında karşılaştırmalı ve kapsayıcı tanımlar ve bilgiler verir. Gerçekten “Ehl-i Kitap” kavramıyla Yahudilik ve Hıristiyanlık çeşitli yönleriyle açıklanırken, Hamilik, Sabİilik, Mecusilik ve Putperestlik konuları da sozkonusu edilmektedir.

Ayrıca dini konuların tartışılması dolayısıyla Makale ya da Makakıt adı verilen eserler yanında, öteki dinleri tanıtan ve tartışan “reddiye” niteliğinde eserler yazılmıştır. Daha sonraları dinler tarihi konularını ele alan ve “fırkalar” (el-Fırak), “reddiyeler” (er-redd), “dinler” (ed-diyanat, el-edyan) ve “milletler” el-milel) biçiminde eserler ortaya konulmuştur. Nite­kim daha sonra genel bir kavram olarak el-Millet ve’n Nihal kavramı oluşmuştur. “Mile!” hak dinler, “nihai” dinler, mezhepler, batıl dinler karşılığında kullanıla gelmiştir.

Sözgelimi Abdulkadir el-Bağdadi’nin el-Fark beyne’l-Fızık’i el-Milel ve’n Nihal’ı Ebu-bekir et-Bakıllani’nin Ei-Milel ve’n Nihal’ı; İbn Hazırı”in Kitabu’l-Fasl jil-milel ve’I-Ahva-ni ve’n Nihal’ı; Şehristani’nin el-MUel ve’n-Nihal’i çeşitli dinleri tamtan önemli eserlerdir. Keza Musa en-Nevbahti’nin el-Arau ve’d-Diyanat’ı; Ebu’l Maali Muhammed b.Ubeydullah’ın Beyımu’l-Edyan” İslam düşüncesinde ilk dinler tarihi araştırmaları olarak kabul edilir. Öte yandan İslam öncesi Arap toplumundaki inançları anlatan İbn Kelbi’nin Kitaba Es­nam ‘ı ayrıca önemlidir.

Bugün bile önemini koruyan ve dinler tarihi alanında karşılaştırmalı bilgileri kapsayan eserlerin başında Biruni’nin el-Asant’t-Baki-ve’siyle Kitabu’t-Tahkik Ma/i-i Hind’i gelmek­ledir. Ayrıca İbn Nedim’in “Fihrist’I, Muhammed b. el-Huzeyl’in Kitabu’l-Mecus ve Kitabu’s Seneviyye’&i Scrahsi’nin Risaleti Vasfı Me-zahibi’s Sabün’ı Abdullah b.Mukaffa’nın eski İran dinleriyle ilgili çevirileri de anılmalıdırlar.

Ülkemizde dinler tarihi Osmanlı döneminin XIX. yüzyıla gelinceye kadarki evresinde İslam düşüncesinde yerleşmiş gelenek korun­muş ve sürdürülmüştür. Ancak Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nin I874 yılı ders programında ‘Tarih-İ Umumî ve Din-i Esatiri’l Evve­lin” dersine rastlanmaktadır. II.Meşrutİyct dö­neminde 1911 yılında “Ulum-ı Şcr’iyye” dersle­ri arasında 6 saat ‘Tarih-i Din-i İslam ve Tarih-i Edyân” dersleri programa sokulmuştur. “Ulum-ı Şer’iyye Şubesi”niıı “Medresetu’l Mü­tehassisin” seki İne dönüştürülmesi üzerine (1914) “Kelam, Tasavvuf ve Felsefe Şubesi”-nin ders programında da “Tarih-i EdyâıV’a yer verilmiştir. Medresetu’I Mütehassisin, Medrese-i Süleymaniye adım aldığında dinler tarihi “Hikmet ve Kelam Şubesi” içinde okutulmuş-tur. Tevhid-i Tedrisat kanunuyla kurulan ilk ilahiyat fakültesinde ‘Türk Tarih-i Dinisi” ve ‘Tarih-i Edyân” adı altında dinler tarihi yer al­mıştır. 1933 tarihindeki reform ile İlahiyat Fakültesi’nin kapatılmasıyla dinler tarihi ‘Türk Dinleri ve Mezhepleri Tarihi” ve “Umumi Din­ler Tarihi” adıyla İslam Tetkikleri Enstitüsünde bulunmaktaydı. Buranın 1936’da kapatılıp 1949’da Ankara İlahiyat Fakültesi oluşturulunca dinler tarihi ders olarak yine programda gösterilmiştir. Bundan sonra İmam-Hatip Li­selerinde, Yüksek İslam Enstitülerinde ve ni­hayet 1982’den sonra kurulan bütün İlahiyat Fakültelerinde dinler tarihine yer verilmiştir.

Dînler tarihi üzerinde araştırma yapan tarihçiler, dinleri çok değişik sınıflamalara tabi tut­muşlardır ki, bunların en ünlüsü dinlerin se­mavi (İlahi) ve İlkel dinler diye ikiye ayrılanıdır. Fakat bu sınıflama XVIII. ve XIX. yüzyıl­lara ait modası geçmiş birsmıflamadır. Çağ­daş anlayışa uygun yeni tasnifler yapmak ge­rekmektedir. Bunu yaparken de, İlk önce din kavramından başlamak gerekir. Öncelikle şu hususun belirtilmesinde yarar var: Batı, yani Hıristiyan kültürüne ait olan ve dini tanımla­yan religion kavramı ile İslam inancındaki din kavramları birbirlerinden tamamen farklı şey­lerdir.

Mesela E.B.Taylor “din, ruhi varlıklara inanmaktır” tanımını verir. Bu tanını Budacılığı ve­ya Hıristiyanlığı olduğu kadar, putperestliği de kapsayan bir tanımdır.

Biraz da bunun etkisiyle olacak ki, geçtiğimiz yüzyılın Hıristiyan teolog ve filzofları dini, bir ahlak sistemi olarak görmeye başladı­lar. Yalnız bu ahlak çerçevesini o kadar geniş tuttular ki, Antik Yunan’dan Haçlı ahlakına, oradan Rousscau’nıın ahlak anlayışına ve ni­hayet dinli-dinsiz çeşitli filozofların değişik ah­lak anlayışlarına temel olan bir kurguya dayalı din anlayışı ortaya çıktı. Nitekim yeni çağda “doğal din”, “yaradancılık” (deizm) gibi anlayışlar bunun çarpıcı örnekelri sayılmalıdır.

İslam’a göre din, sadece ölüm ötesi ile ilgili bir “mezarlık dini” olmayıp, insan hayatının bütün yönlerini kapsayan, onun ruhsal olduğu kadar, sosyal ve siyasal yönden de Kur’an ve Hz.Muhammed (s)’in sünnetine göre düzenle­meler Öngören bir hayat anlayışı, bîr dünya gö­rüşüdür. Gerçekten dinin, yani İslam’ın nasıl uygulanacağını öngören ve buyuran Kur’an, MüsHimanın bütün iç ve dış dünyasını, maddi ve manevi hayatını düzenleyecek ilkeleri de içermektedir. Bu anlamda dîn, Allah’ın rızasına uygun gelecek biçimde düzenlenmiş bir toplumsal bütün ya da sistemdir ki, beşeri olan diğer sistemler İçerisinde, Allah’ın kabul ettiği tek sistem olarak kabul edilebilmekte­dir. Öyleyse genel bir değerlendirmeyle İs­lam’a göre din, insanın bu dünyadaki hayatını bir bütün olarak kapsama yanında, ölüm sonrası hayatını da anlamlı kılan temel ilkeler ortaya koymaktadır. Ayrıca insanın eşyayla ilişkisini, evrene bakış tarzını kuran özü de vermek­tedir.

İhsan Süreyya SIRMA – SBA

İlgili Makaleler