DİNİN SOSYOLOJİK MANASI
ifade ederken Batı’daki din (religion) terimi, daha dar anlamda kullanılmakta
ve Hıristiyanlığı ifade etmektedir.
Dinin etimolojik manasının da ima ettiği gibi her halükarda din, inanma,
bağlanma ve uyma ile karakterize olmaktadır. Din sosyolojisi, dinler tarihi,
din antropolojisi, din psikolojisi, din felsefesi, din etnolojisi, din sosyal
psikolojisi gibi ilim dallarına mensup bilim insanları tarafından din hakkında
yapılan tanımlara bakıldığında, inanma, bağlanma ve uymaya odaklanıldığı
fark edilir.
İnsan, kendini aştığını düşündüğü üstün bir şeye, yüce bir varlığa inanır,
bağlanır ve teslim olur. Bu inanç, bağlılık ve teslimiyet, bir sistem halinde
insanı etkisi altına alır, yönlendirir, hatta kuşatır. Ancak insanın kendisi de
dinin sistem haline gelişi ve kurumsallaşmasında baş aktördür. O halde dininsan
ilişkisi, dinden insana, insandan dine karşılıklı gidiş-gelişlerle gerçeklik
kazanmaktadır.
DİNİN SOSYOLOJİK MANASI
Yapılan araştırmalara göre din, insanın zorunlu bir boyutunu oluşturmaktadır.
İnsan, tabiatı gereği dindar (din ve inanç sahibi, dine mensup) bir varlıktır.
İnsan, yine İbn Haldun’un (1332-1406) ifade ettiği gibi tabiatı gereği sosyal
bir varlıktır. O halde din de tabiatı gereği toplumsal bir olgudur. Bu çıkarıma
mantıksal olarak ulaşılabilmektedir, ama tarihsel ve sosyolojik olarak insanın
dindar ve toplumsal bir varlık, dinin de toplumsal bir fenomen olduğu açıkça
gözlenebilmektedir. Din, farklı bireysel düzlemlerde, ama toplumda,
toplumsal olarak yaşanmakta, kolektif bir biçimde, toplumsal hayatın
ayrılmaz bir parçası olarak tecrübe edilmektedir. Tek tek bireylerden dinsiz
veya inançsız olmayanların olduğu veya olabileceği tartışılabilse de, herhangi
bir toplumun ve toplumsal hayatın bütünüyle dinsiz veya inançsız olduğu ya
da olabileceği tartışılamaz; çünkü tarihte ve günümüzde, yapılan bilimsel
araştırmaların da gösterdiği gibi böyle bir toplum var olmamıştır. Hangi din
ve inanç olursa olsun, bu din ve inanç nasıl yaşanırsa yaşansın, her toplum
mutlaka dine veya dinlere mensuptur.
O halde Emile Durkheim’in (1858-1957) da belirttiği üzere din, bütün
insan toplumlarında karşılaştığımız evrensel sosyal bir fenomendir. Çağdaş
birçok din bilimci ve sosyal bilimci dinden evrensel bir olgu olarak
bahsederler. Örneğin K. Davis’e göre din, toplumda öyle evrensel, devamlı ve
her şeye nüfuz eden bir olgudur ki eğer onu hakkıyla anlayamazsak toplumu
da doğru kavrayamayız. E. Norbeck ise dinin kültürel olarak evrensel
olduğunu söylemektedir.
İnsanlık kadar eski geçmişe sahip olan din, tarihsel süreç içinde temel
etken olarak varlık göstermiş toplumsal bir fenomendir. Günümüzde de
sosyal hayatta etkili bir kurum olan din, tıpkı dinozorlar gibi yok olup
gideceği biçiminde bazı öngörüler bulunsa da, canlı bir biçimde varlığını
sürdürmektedir.
Dinin toplumsal bir olgu olması ve sosyal hayatta etkili olması, çok
geçmiş zamanlardan itibaren din ve toplum üzerine düşünce üreten ve
araştırma yapan düşünür ve bilim adamlarının gözünden kaçmadığı gibi,
modern sosyolojinin ortaya çıkışının başlangıcından itibaren de sosyologların
temel ilgi alanlarından biri olmuştur.
19. yüzyılın birinci yarısında bağımsız bir bilim dalı olmuş olan sosyoloji,
kısaca insanların birbirleriyle kurdukları karşılıklı ilişkilerin bilimsel açıdan
incelenmesi olarak anlaşılabilir. Denilebilir ki, sosyoloji, sosyal davranışa
yönelen bilimsel bir yaklaşım olarak insanların ilişki ve etkileşime dayalı
sosyal eylemleriyle, sosyal ilişkiler ağı olarak toplumla ilgilenir.
Bilindiği üzere ilk kez Fransız sosyal filozof Auguste Comte (1798-1857)
tarafından kullanılmış olan sosyoloji, Latince “toplum” anlamına gelen
“socius” ve Yunanca “bilgi” anlamına gelen “logos” kelimelerinin, bir araya
getirilmeleri sonucu oluşmuş ve bilim dilinde bu haliyle yaygınlaşmış bir
terimdir. Türkçede başlangıçta “ilm-i ictimâ”, “ilm-i ictimâî”, “ictimâiyât” ve
daha sonra ise “toplumbilim” gibi ifadelerle karşılanmışsa da sosyoloji
terimi, yaygın bir kabul görmüştür.
Sosyoloji, bağımsız bir bilim dalı olarak ortaya çıkışından beri, konusu
gereği dinsel araştırmalarla yakından ilişkili olmuştur. Hatta Auguste Comte
kendi yeni bilimini, sosyolojiyi, eşit derecede hem din hem de bilim olarak
görmüştür. “Pozitif Felsefe Dersleri” ve ayrıca “Pozitif Politik Sistem” adlı
kitaplarında Comte, ilk önce sosyal fizik diye adlandırdığı sosyolojiyi, sadece
bilimlerin kraliçesi olarak değil, aynı zamanda giderek tüm var olan dinleri
görüş mesafesinin dışına iten yeni ‘pozitivizm dini’nin de temeli olarak
tasavvur etmiştir. Fakat sosyoloji ile din arasındaki gerçek ve sürekli ilişki,
dini toplumsal bağın hayatî unsurlarından biri olarak gören ve böylece
zorunlu olarak sosyologlar tarafından dikkatli bir inceleme konusu yapan
kimseler tarafından kurulmuştur.
Toplumun, toplumsal hayatın ayrılmaz bir boyutunu meydana getiren din,
doğal olarak sosyolojinin ana konularından biri olmaktadır; nitekim
sosyolojinin bağımsız bir bilim olarak ortaya çıkışından itibaren durumun
böyle olduğu görülebilir.