Din Sosyolojisi

Dinî Teşkilat ve Otorite Tipleri –

Dinî Teşkilat ve Otorite Tipleri

Dinî cemâatlerin bu şekilde teşkilatlanması, genelde iki tarzda ol­maktadır:

Birincisi, “azamî” (maksimist) teşkilatlanmadır ki, burada sıkı bir şekilde ve hiyerarşik bir teşkilatlanma söz konusudur. Roma Katolik Kilisesi ile Tibet Lamaizm’inin teşkilatları bu teşkilatlanma tipinin en karakteristik örnekleridirler. Aynı şekilde Brahmanizm’in ruhban teş­kilatı da bu tipe dahildir.

İkincisi, “asgarî” (minimist) teşkilatlanmadır ki, bu teşkilat tipi bütün mü’minlerin eşitliği ilkesine dayanmaktadır. İslâmiyet bu ikin­ci tipin en karakteristik örneğidir. Mamafih, İslâmiyet’in Şiîlik gibi bazı mezheplerinde yarı-hiyerarşik bir seviyeye ulaşan ileri derecede bir teşkilatlanma söz konusudur. Hattâ bunun daha aşağı seviyeden bir benzerini Sünnîlikte de bulmak mümkündür. Öte yandan, İslâmi­yet’in otorite ve teşkilatlanma bakımından eşitlikçi ideali ve özellikle Fıkhın tüm toplumsal hayatı normatif düzenleme ve kucaklamaya yö­nelik küllî (totaliter) eğilimi bazılarını, bu dini, orada doğal bağlarla dinî bağların çakıştığı ve özdeş olduğu organik cemâate benzetme ve o şekilde değerlendirmeye götürmüş bulunmaktadır. Ancak ümmet ile organik cemâat her zaman özdeş olmadığı gibi, İslâm fıkhının tüm toplumsal hayatı düzenleme eğilimine yöneldiği görüş ve iddiası da gerçeği yansıtmamaktadır. Zira, her şeyden önce fıkıh, mü’minler için “mübah” adı verilen serbest bir alan bırakmış bulunmaktadır. Asgarî bir hiyerarşik teşkilata sahip bir din de Budizm’dir. Zira bu dinin di­lenci keşiş cemâatlerinde hiçbir hiyerarşizasyona rastlanmamaktadır. Maamafih, yukarıda işaret edildiği üzere, yine Budizm’in bir mezhe­bi olan Lamaizm ileri derecede hiyerarşik teşkilatlanmanın bir örne­ğini sunmaktadır. Esasen, dinî teşkilatlanmanın azamî ve asgarî şekil­lerdeki bu iki tipinin arasında birincisine veya İkincisine daha çok ya­kınlık arz eden birçok ara ve alt tipler tespit etmek de mümkündür. Hattâ aynı bir dinin çeşitli mezhepleri arasında bu iki tipin yanı sıra birçok ara tiplerin mevcudiyetine bile şahit olunmaktadır.

Bu sûretle teşkilatlanmış din artık geniş şekilde müesseseleşmiş, daha doğrusu din bizzat bir müessese haline gelmeyip, bir müessese kadrosuna sokulmuştur. Çünkü müesseseler, beşerî ihtiyaçları tatmin için gerekli faaliyetleri insan cemiyetinin teşkilatlandırması, yönlen­dirmesi ve icra etmesine yarayan sosyal mekanizmalar veya İçtimaî sûrette tesis edilmiş usûllerden ibarettirler. Aym şekilde onları, sosyal grubun kuruluş ve rabıtasını düzenlemek ve korumak amacıyla tees­süs ettirilmiş usûller ve münasebet şekilleri şeklinde tarif etmek de mümkündür. Bu anlamdaki müesseseler kanunî veya teamülî esaslara istinat edebildikleri gibi, aynı şekilde onlar dinî inançlar, normlar ve değerlere de dayanabilirler. Müesseseler sosyal gruba hiç değilse uzun zaman bünyelerini değişmeksizin muhafaza etmek imkânını veren ku­ruluşlardır ve şu halde din objektifleşerek, sosyal grupların temel özelliklerini kendinde toplayan müesseselerin doğuşuna mesnet teşkil etmek veya sistemini sağlam kuruluşlar şeklinde müesseseleştirmek süreriyle, yüzyıllar boyunca ayakta kalabilmeyi de garanti altına almış olmaktadır.

Dinde müesseseleşme muhtelif yollarla olmaktadır. Bunlardan biri, dinî tecrübenin anlatım şekillerinden birisi ve belki de en önem­lisi olan iman esaslarının sağlam bir şekilde tespiti suretiyle ortaya çıkan müesseseleşmedir. Gerçi dini kuran veya tebliğ eden önder, kendine vahiy yoluyla nazil olan hususları mü’minlere bildirdiğin­den, onlar artık son şekillerini almışlardır. Ancak bu tebliğler üzerin­de yine de dikkatle durmak, onları bir tertibe sokmak ve hattâ ale- lâde kimseler ve kültür seviyesi düşük halk tabakaları tarafından an­laşılabilir bir hale getirmek için birtakım yorumlara ve içtihatlara gi­rişmek ve tefsir etmek gerekmektedir. Bu ise, dinî akidenin sistema­tik tefsiri ile mümkün olur. Böylece yeni dinin ilahiyatı sistemleşir ve müesseseleşir.

Öte yandan, yeni dinin yayılıp mensuplarının artması, önceden çeşitli aile, klan, kabile, kültür ve medeniyetlere mensup kimselerin büyük bir dinî cemâat potası içinde birlik oluşturacak şekilde bütün­leşmesi ve bu cemâatin yapısının karmaşıklaşması, üstelik onun çeşit­li sosyo-kültürel çevreler, medeniyetler, felsefî nazariyeler ve başka dinlerle karşılaşması veya temasa geçmesi, dinin müesseseleşmesi ve ilâhiyat sisteminin sağlam esaslara dayandırılması konusunda önem­li bir gelişmeyi de beraberinde getirir ki, bu da, yeni dinin inanç te­mellerinin öteki dinler ve felsefî sistemler karşısındaki durumunun belirlenmesi ve hattâ onlara karşı savunulmasıdır. Bu ise, dinin sa­vunmasını yapan bir İlmî geleneğin kurulmasını gerektirir ki İslâmi­yet’te, bunu karşılayan İlm-i Kelâm’dır. Yeni toplumsal ve kültürel şartlara uyum ve bu çerçevede iki temel kaynağın yanı sıra icma ve kıyasla birlikte fer’î delilleri de devreye sokarak bir tür akıl yürütme­den ibaret olan “ictihâd”ı kullanmak süreriyle toplumsal, hukukî, di­nî ve ahlâkî düzen ve bu çerçevede oluşan dünya görüşünü normatif bir biçimde oluşturma işi ise İslâmiyet’te en başta Fıkıh bilimine düş­müştür. Mamafih yeni durum ve şartlar orada bu konuda mezhepleş- melere imkân verdiği gibi, öte yandan değişen durumlara göre yeni yorumlara kapı açmak üzere Tefsir, Hadis, Tasavvuf w t Felsefe gibi bi­limler ve fikir ekolleri ve akımları da kendilerini göstermekten geri durmamışlardır.

Dinde teşkilatlanma ve müesseseleşmenin yollarından biri de, ayin ve ibadet usûllerinin sağlam esaslara bağlanması süreriyle tespiti­dir. Özellikle dinin giderek geniş sahalara yayılması ve büyük kitlele­ri bağrında toplamaya başlaması, ayin ve ibadet usûllerinde bir birli­ğin sağlanması ve korunması ve hattâ onların bir elden yönetimine ih­tiyaç hissettirecektir. Gerçi başlangıçta ibadet hizmetlerini gönüllü olarak yerine getiren kimseler bulunur. Ancak zamanla bu hizmetleri yürütecek bir teşkilata ihtiyaç duyulur. Bu durumda, cemâat içerisin­de bu hizmetleri yürütecek bir “din adamları” (rahipler, ruhban sını­fı) veya “din görevlileri” zümresi teessüs eder. Bu zümrenin sıkı bir di­nî geleneğe, rahiplik hak ve imtiyazlarına ve makamlarına bağlı ola­rak hiyerarşik biçimde teşkilatlanması mümkündür. Nitekim çeşitli Hıristiyan kiliseleri (Katolik, Ortodoks, Anglikan)nin din adamları teşkilatı bunun tipik örneklerini oluşturmaktadırlar. Dinî görevlerin bir silsile-i meratib yerine demokratik ve eşitlikçi bir tarzda umuma teşmili de mümkündür. İslâmiyet, Protestanlığın bazı kolları ve Hina- yana Budizminde bunun örneklerini bulmak mümkündür.

Özellikle bir ruhban sınıfının hiyerarşik bir biçimde teşekkülü, bu teşkilatın hasseten dinî cemâatin alelâde üyeleriyle münasebetleri açı­sından birçok problemleri de beraberinde getirir ve giderek rahipler­le dinî cemâatin diğer üyeleri arasında bir uçurum ortaya çıkar. Ra­hiplere, dinin alelâde mensuplarına (lâikler) yüklenmeyen birçok dinî ve ahlâkî mükellefiyetler yüklenir. Öte yandan, dinî cemâatin bünye­sine dahil bulunan muhtelif sosyal çevrelerin karmaşık yapılarında İk­tisadî, siyasî, sosyal ve kültürel birçok tamamlayıcı fonksiyonların – yardımlaşma, eğitim-öğretim hizmetleri, vs.- yürütülmesi, cemâat bünyesinde fonksiyonel bir işbirliğinin teessüsüne imkân verir.

Öte yandan, teşkilatlanma ve kurumlaşma, dinî otorite tiplerinin de daha net bir ayırımını mümkün kılar. Bu çerçevede Weber’in ka­rizma terimini ve onun şahsî karizma ile fonksiyon karizması arasın­da gözettiği ayırımı bir kez daha devreye sokmak gerekmektedir. Bu şekil altındaki bir dinî otorite tipolojisi ve onların sistematik analizi­ni Weber’e borçlu bulunmaktayız. Nitekim Wach’ın, dinî otorite tip­lerini sistematik analizi ve tipolojisi de temelde Weber’den mülhem bulunmaktadır. Orada o, din kurucusu, reformcu, haberci, kâhin, bü­yücü, veli, peygamber ve rahip gibi tipleri birbirinden ayırmakta ve peygamberin yaratıcı dinamizmine karşılık, rahibin geleneğin muha­fızı fonksiyonuna işaret etmektedir.

İlgili Makaleler