DÎNÎ TECRÜBENİN SOSYOLOJİK ANLATIMI: DÎNÎ BİRLİK VEYA CEMÂAT
Dinî tecrübenin teorik ve pratik anlatımları onun bir üçüncü yönü olan sosyolojik veçhesiyle tamamlanmaktadır. Çünkü, yaşayan bir din, tabiatı icabı sosyal münasebetler kurmak ve sürdürmek zorundadır. Din alanının ferdî münasebetler alanı olduğunu ifade eden Mac Murray dinin toplumsal yönü ve görünüşü üzerinde ısrar ettiği sürece haklı, ancak sosyal olayın bir türevini onun gerçek çekirdeği saymakla haksızdır. Fertlerarası münasebetlerde bütün ilişkilerin din alanında olup bittiği ve dinin insanlar arasındaki karşılıklı bağlılaşmanın şuurlu bir idrâkinden ibaret olduğu düşüncesi de doğru değildir. Bu durum, olsa olsa kutsala bağlılığı açıklayan temel tecrübenin toplumsal sonucundan başka bir şey değildir. Bu yönden önemi ne olursa olsun din ikinci derecede kalmaya mahkûmdur.
Daha önce belirtildiği üzere, bir kısım araştırıcılar dinin her şeyden önce ferdi ilgilendiren bir husus olup, ferdî dinin asıl olduğunu öne sürmektedirler. Bilindiği gibi individüalizm, modern Batı mede
niyetinde zirveye ulaşmış bir eğilimdir. Başlangıcında kutsal kitaplar ve din ıslahatçılarınca yorumlanan ferdiyet kavramı, Pascal, Kant ve Kierkegaard felsefelerinde önemli bir rol oynamaktadır. Kierkegaard teolojisi ferdin sosyolojik ve dinî yönden temel kategori olduğu konusunda varılan en son mantıkî sonuçları göstermektedir. Çağdaş felsefe ve Protestan ilahiyatında benzeri fikirlere rastlanmaktadır. Meselâ Alfred Noeth Whitehead dini insanın iç hayatının sanat ve teorisi olarak tanımlamakta ve bunu dinin her şeyden önce bir toplum olayı olduğu görüşünün reddiyesi saymaktadır. Buna göre din ferdin yalnızlığı ve bu yalnızlığıyla yetinmesinden ibaret olmaktadır. Yine bu anlayışa göre dindeki kolektif eylemler dinin süslü püslü dış görünüşlerinden başka bir şey değildir. Bunun gibi, psikolog W. James’in de dinde ferdî yönün asıl olduğunu öne sürdüğüne işaret edilmiştir. İslâm’da Tasavvuf, Hıristiyanlık’ta Mistisizm, Protestanlık ve Meto- dizm gibi bir kısım din, mezhep ve cereyanların ferdî tapınma ve değerler üzerinde ısrar etmelerinin araştırıcıları böylesine hatalı bir yöne sürüklendiğine şüphe yoktur.
Öte yandan, XIX. yüzyılın sonlarına doğru birçok bilginlerin, dinî gelişmelerin yavaş yavaş fakat şaşmaz bir şekilde kolektiflikten fer- dîliğe doğru ilerlediği sonucuna varmış olmaları da bunda büyük bir rol oynamıştır. Maamafih, yüzyılımızın başından bu yana karşılaştırmalı din bilimi ve din sosyolojisi sahalarında gerçekleştirilen çalışmalar bu tür genellemelere şüphe ile bakılması gerektiğini ortaya koymuş bulunmaktadır. Gerçekten de, insanlığın dinî tarihinin organik cemâat bağları ile dinî bağların çakıştığı arkaik dönemlerinde dinî bir kolektivizm hakim durumda görünmekte olup; bunu takip eden dönemde ise ferdîleşmeğe doğru bir eğilimin ortaya çıktığı, ancak kişiyi yalnızlığa terk edilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bu eğilimin, toplu halde yaşamaya meyyal ferdi, individüalist karakterli yüksek dinler aracılığıyla spesifik dinî cemâatleri oluşturmaya itmek sûretiy- le dengelendiği anlaşılmaktadır.
Öte yandan dinî ferdiyetçiliğin gelişmesinde sosyolojik bakımdan çok önemli bir durum, sırf dinî cemâatlerle tabiî (organik) yahut sivil cemâatlerin gün geçtikçe birbirinden ayrılması ve böylece Lâiklik il- keşi “sekülârizasyon” olgusunun çağdaş ve uygar toplumlar da revaç bulması olmaktadır. Esasen, antropolog ve etnologların çalışmaları, ilkel dinler seviyesinde bile ferdî özelliklerin türlü şekillerde hayatiyet bulduklarını göstermekte olup, tek ve toplu tapınma arasında öncelik ve üstünlük problemi bir yana bırakılırsa, pratik hayatta her ikisinin de birbirini tamamladığı görülür. Nitekim Scheler, dinde her işlemin aynı zamanda bireysel ve toplumsal yönlerinin bulunduğunu ifade ederken bu gerçeği dile getirmektedir.
Gerçekte, her din bir toplum içerisinde ortaya çıkıp hayatiyet bulunduğu gibi, üyelerini birbirine bağlayan temel bağın din bağı olduğu sırf dinî grup ve cemâatlerde görüldüğü üzere din, bir dinî birlik ve cemâatleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Bu anlamda bizzat kutsal kavramının şu veya bu şekildeki bir topluluğu içerdiğini ifade etmek mümkün olmaktadır ki, işte din sosyologuna düşen de, kutsalla ilişkilerden doğan ya da başka bir deyişle dinden kaynağım alan bu tür topluluklar, gruplar, cemâatler ve teşkilatların incelenmesi olmaktadır. Din bir sistemdir. Üstelik sosyolojik bakımdan bakıldığında din, içerisinde karmaşık toplumsal ilişkileri besleyen bir sosyal sistemdir ki, bu sistemin unsurları dinî inançlar, değerler, kurumlar, pratikler, ayinler ve teşkilatlardır. Yapı bakımından o, kısımları birbirine sıkı bir biçimde bağlı olan ve parçalarından biri üzerinde meydana gelen değişikliğin diğer parçalara da etki yaptığı bir bütündür. Nitekim, sosyolojik bakımdan dinî cemâatler, gruplar ve topluluklar da birer sosyal sistemdirler. Bu sosyal sistem içerisindeki dinî inanç ve pratiklerin vüs’ati, düzeni ve şiddeti ile ortaya çıktıkları ve hayatiyet buldukları sosyal, sosyo-ekonomik ve kültürel çevreler ve şartlar arasında yakın ilişkiler bulunmaktadır. Bütün bunlar ise, din ve toplum münasebetleri manzumesinin kapsamına girmekte olup, dinin sosyolojik anlatımı ile ilgilidirler. Aynı şekilde, yukarda görüldüğü üzere, dinî inançlar ve hattâ onlardan daha çok dinî pratiklerin toplumun gerek bütünleşmesi ve gerekse farklılaşmasında önemli fonksiyonları bulunmaktadır ki, bu durumda, dinin sosyal ve sosyolojik yönlerinin sanıldığından çok daha geniş ve köklü olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
- D) ZİHNİYET YEYA AHLÂK
Öte yandan, hemen her dinin ve özellikle yüksek dinlerin, sırf dinî olan yani doğrudan doğruya kutsalla ilişkilere taalluk eden yahut da bir başka ifadeyle dinin özü ile ilgili olan hususlar dışında, hayatın hemen hemen bütün meseleleri hakkındaki hükümlerle, tüm ehemmiyetli dünyevî hadiselere karşı takınılan tavırların toplamından ibaret bulunan gayet zengin bir fikrî muhtevası da bulunmaktadır. Bu anlamda her din belli bir “ruh” ya da “zihniyet” i de beraberinde getirmektedir. Din taraftarlarının tamamı tarafından şuurlu ve yahut da az veya çok şuurlu bir şekilde paylaşılan bu ruh veya zihniyet onların hayatına da tesir eder. Dahilî ya da derûnî bir hal, bir çeşit iç durum ya da tamamen sübjektif bir tecrübe olarak kaldığı sürece dinin gerçek üzerinde etkisi söz konusu olamaz. Tamamen kişisel ve şahsî bir din, sübjektiflik kalıplarına haps olmaya mahkûmdur. Ancak dinî tecrübelerin tamamen ferdî kalıplar içerisinde sıkışıp kalmaları nadirdir. Özellikle onlardan ehemmiyetli olanlar daima fertler arası bir karaktere bürünerek birtakım somut durumlar, tutumlar, düşünceler, görüşler, davranışlar, heyecanlar veya şekillerle ifade edilmek sûretiyle objektifleşmişler ve birtakım toplumsal sonuçları doğurmuşlardır.
Böylece her dinin, o din mensupları tarafından paylaşılan karakteristik bir “tutum”u, bir “dünya görüşü”nü ve bir “hayat anlayışı”m da beraberinde getirdiğini ifade etmek mümkündür. Başka bir deyişle din, mensuplarına, onların dünyayı özel bir gözlükle görmelerini sağlayan ve bu şekli altında insan davranışlarını etkileyen metafizik bir “dünya görüşü ve hayat anlayışı” yani “Weltanschauung” sağlar. Bu durum, herhangi bir dine sulûk eden bir ferdin, kutsal-dışı meselelere karşı belli bir tutumu takınması ve meselâ tabiat, tarih ve kültürü muayyen bir açıdan değerlendirmesi sonucunu doğurmaktadır. Zira, karakteristik bir dinî tecrübe tarafından belirlenen veya motive edilen “dünya karşısındaki tutum”, beşerî mevcudiyetin temel veçhelerini ve faaliyetlerini değerlendirme tarzına etki yapar. Buna göre, dinî inançların ve bunların gereği olan normlar ve değerlerin doğruluğu ya da yanlışlığı ile değil fakat insanların inançları dolayısıyla bazı normlara uydukları, bazı değerlere sahip çıktıkları ve diğerlerinden başka şekilde hareket ettikleri olayı ile ilgilenen din sosyoloğu için, dinin sosyolojik anlatımına dahil bulunan, dinin beraberinde getirdiği karakteristik tutumun, ruhun ya da zihniyetin toplumsal sonuçları ile genel olarak din ile öteki sosyal faaliyet alanları olan, eğitim, ekonomi, ahlâk, siyaset, sosyal sınıflar, vs. arasındaki karşılıklı ilişkileri incelemek büyük bir önem taşımaktadır. Zira, dinin topluma etkileri olduğu gibi toplumsal durumlar ve güçlerin de dinî tecrübelerinin anlatımları üzerinde etkisi vardır. Çünkü toplum karşılıklı ve karmaşık bir etki-tepkiler bütününden ibaret olup, dinî tecrübenin anlatımları da belli ölçülerde bunun dışında kalmamaktadırlar.
Görüldüğü gibi, dinin sosyolojik anlatımının incelenmesi, öncelikle insan faaliyetlerinin anlaşılmasında merkezî ve teorik bir problem olarak ortaya çıkmaktadır. Konuya özellikle din ve iktisat ilişkileri açısından yaklaşmaya çalışan Max Weber, evrensel dinlerin ruhunu ifade ya da hiç değilse örneklerle açıklama sadedinde ilk ve önemli çalışmaları gerçekleştirmek sûretiyle din sosyolojisine değerli hizmet ve katkılarda bulunmuştur. Ancak günümüz din sosyologları için de yapılacak daha çok şey bulunmaktadır. Özellikle Müslüman topluluklar açısından konunun hemen hemen hiç el değmemiş bir biçimde araştırıcıları beklediğini ifade etmek yerinde olacaktır.[1]
[1] Din ve dinî tecrübenin ifadesi konusunda bk. M. Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, Ankara 1975, s. 169-709; H. Freyer, Din Sosyolojisi, Ankara, 1964 s. 32- 38; J. Wach, Sociologie de la Religion, Paris, 1955, s. 21-51; A. Cuillier, Soci- ologie des Religions, Paris, 1972, s. 1131-1140; M. Weber, Economie et Soci- ete, Paris, 1971; A. Draz, Din ve Allah İnanct, İstanbul, 1978; T. İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, Ankara, 1975; İslâm Ansiklopedisi, “Din” Maddesi, C. III., s. 590-591, C. 1 s. 83 v.d.; A. H. Akseki, İslâm-, E. Durkheim, Les For- mes Elemantaire de la Vie Religieuse, Paris, 1960; P. de la Boullaye, EEtude Comparee des Religions, Paris, 1929; K. Dobbelaere, J. Lauvers,”Definition of Religion-A Socüogical Critique”, Social Compass, XX, 1973-4, s. 535-551; B. R. Scharf, Sociological Study of Religion, London, 1970 s. 31-52; K. Birand, “Dinin Mahiyeti Üzerine”, İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara, 1957, C. VI. S. 1-iy s. 120-134.