DİN VE TOPLUM İLİŞKİSİ
Temeller ve Tanımlar
Dinin ve toplumun ayrı ayrı mahiyeti ve birbirleriyle ilişkisini açıklayabilmek.DİN VE TOPLUM İLİŞKİSİ
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu özelliğinin sonradan geliştiğini gösteren bir işaret yok. Öyle ki tarihin yazılı veya yazılı olmayan en eski dönemlerine gidildiğinde bile insan varlığının bir toplum içinde cereyan ettiğini görürüz. Küçük veya büyük insan toplulukları insanoğlunun yeryüzündeki varoluşunun vazgeçilmez görünümünü oluşturmuştur. İnsanın bu durumu değişik dönemlerde bazı sosyologlar veya sosyal düşünürler tarafından üzerinde ciddiyetle durulmuş bir konu olmuştur. İnsanlar bilemediğimiz dönemlerde de tek tek veya dağınık biçimde yaşamışlar mıdır yoksa baştan beri toplum hâlinde mi var olmuşlardır? Şayet baştan beri toplum hâlinde değildilerse insanlar hangi nedenlerle toplum hâlinde yaşamaya başladılar? İnsanlar sonradan bir nedenle bir arada yaşamaya karar verildiyse bu karar nasıl oldu da hiç değişmedi ve insan karakterinin vazgeçilmez bir parçası hâline geldi?
Özellikle insanların birbirinin kurdu olduğu izlenimini verecek kadar çatışma ve toplumsal huzursuzluk içinde yaşadığı durumlarda bu, akla çok daha kolay düşen bir sorudur. Gerçekten de bir bakış açısıyla insanların sürekli birbirleriyle çatışma, rekabet ve düşmanlık hâlinde bulunduğunu görebiliyoruz. Özellikle İngiliz filozof Thomas Hobbes tarafından dillendirilen meşhur “insan insanın kurdudur” ifadesinin arka planında insan toplumları hakkındaki bu gözlem vardır.
Thomas Hobbes (1588 – 1679), ünlü ingiliz düşünürü ve doğa durumu filozoflarından biri. Ünlü kitabı Leviethan kaos durumundaki toplumsal hayatta devletin rolünü ifade eden yedi başlı ejderha metaforuna başvururken Batı siyaset biliminin ve felsefesinin klasikleri arasında yer alır.
Jean Jacques Rousseau (1712-1778) Fransız devrimini hazırlayan ünlü Fransız düşünür, toplum filozofu. Toplum Sözleşmesi , Însanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı ve Emile gibi eserler yazmış ve doğa durumunda özünde iyi olan insanların sosyalleşmeyle birlikte bozulduğunu söylemiştir. Tekrar o “iyi” öze dönebilmek için bir erdem olan cumhuriyetle idare edilmeleri gerekir.
John Locke (1632-1704) ingiliz ampirizminin en önemli ismi. insan zihninin bir tabular asa olduğunu ve doğayı bir ayna gibi yansıttığını anlatan Locke’un doğa durumundaki insan hakkındaki fikirleri liberalizmin de felsefi kaynağını oluşturmuştur. Ona göre insan doğası itibarıyla iyidir ve hiçbir vesayete ihtiyaç duymaz.
Baron de La Brede et de Montesquieu (1689-1755) Ünlü Fransız düşünürü, Kuvvetler Ayrılığı düşüncesini ilk defa formüle eden düşünür. Kanunların Ruhu Üzerine ve iran Mektupları isimli eserleriyle farklı yönetim biçimlerinin sosyolojisini yapmıştır.
Gelecek için her bir sosyal düşünürün önerdiği dünya kendini doğal durumdaki insana atfedilen imgeyle haklılaştıracaktı. Doğal durumda, yani doğasında, yani özünde “iyi” olduğu anlatılan insan için gelecekte kurulacak düzen insana güven esasına dayalı, insan özgürlüklerini alabildiğine tanıyan bir düzen olacaktı. Buna karşılık, doğal durumda “kötü” olduğu bilinen insana gelecekte uygun görülecek düzen bu kötülüğü zararsız hâle getirecek, denetleyecek güçlü, baskıcı bir devlet olacaktı. Sonuçta bütün bu yaklaşımların bir yandan da cevabını aradıkları ana soru toplumların nasıl var olabildiğiydi. Ne kadar eski zamanlara kadar gidilebilse orada insanların küçük veya büyük toplumlar halinde yaşadıkları görülür. Dolayısıyla insanın doğası denilen şeyin ne olduğu üzerinde her hâlükârda bitimsiz bir tartışma olsa bile bu doğanın en tartışılmaz yanı onun toplumsal bir gerçeklik olduğudur. Bu toplumsallık ise bizatihi doğal olanı işleyerek onu doğa dışına çıkararak var olabiliyor.İnsanların bir toplum halinde yaşadıkları bütün durumlarda ölesiye ve öldüresiye bir rekabet içinde bulundukları vurgulanmıştır. Bu vurgular dolayısıyla insanların toplum halinde yaşamaya başlamaları bir tür muamma olarak görülmüştür. Aynı şeyi diğer sosyal düşünürler de sorun etmişlerdir. İnsan doğası üzerine tartışan Rousseau, Locke ve Montesquieu gibi aydınlanma filozoflarının asıl dertlerinin insanın nasıl olup da toplum halinde yaşamaya başladığını anlamaktı. İnsanın doğasında nasıl bir varlık olduğu hususunda birbirleriyle ihtilafa düştülerse de aslında hepsi de insanın doğa durumu hakkında çaresiz bir düşünce içindeydiler. Çünkü doğal durumu bilimsel imkânlarla hiç kimsenin hiçbir zaman bilme şansı olmayacaktı. Doğal durum hakkındaki bütün öngörüler bir yandan insanların nasıl toplum haline geldiklerini açıklamaya çalışan senaryolardı ama bir yandan da bu senaryoları tetikleyen şey gelecekte kurulması hayal edilen dünya imgesiydi.
însanm toplumsal bir varlık olması böylece tartışılmaz bir gerçek olarak kabul edilmiştir. Yani bir bakıma insanın bir doğası varsa bu doğa tartışılmaz bir biçimde onun bir toplum halinde yaşıyor olduğu gerçeğidir. İnsan kelimesinin kendisi bile ancak başka bir insanın varlığıyla bir anlam kazanıyor. Çünkü insan kelimesi “ünsiyet” (alışma, ısınma, insan olma) anlamlarıyla tanım gereği başka insanların varlığını kaçınılmaz kılar. O yüzden insan ancak başka insanın varlığıyla insan olabilen bir varlıktır. Doğada tek başına büyümüş insan örnekleri sadece filmler veya romanların kurgularıyla var olabilir.
Böylece toplumsallık insanın doğasının bir parçası olarak insanın ortaya çıktığı her yerde ve her zaman rastlanan bir insan doğası olgusudur. Ancak sosyologlar, bu toplumsallığın kendisinde ortak veya ayırt edici başka nitelikler de aramışlardır. İnsan toplumsallığının ortaya çıktığı yerlerde toplumsal farklılıkların üzerinde de bu nedenle durulmuş, diğer yandan bu toplumsallığa eşlik eden vazgeçilmez ortak bazı kurumsal özellikler üzerinde durulmuştur. Böylece hangi insan toplumsallığına göz atılırsa atılsın görülebilecek asgari düzeyde paylaşılan davranış örüntüleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Örneğin, bütün toplumsal oluşumların kendi içlerinde bir liderlik, yönetim ve iktidar ilişkileri ortaya çıkardığı tespit edilmiştir. Bu ilişkiler genel olarak “siyasallık” diyebileceğimiz bir düzeyi işaret eder. Siyasal düzeyi olmayan hiç bir toplum yok. Ayrıca, bütün toplumlarda biyolojik ve kültürel yeniden üretimi temin etmek üzere belirgin bir biçimde “aile” denilebilecek bir davranış örüntüsü bulunur. Bu aile hayatının şekli, yapısı ve kodları farklılaşabilir ancak aile hayatı olmayan hiç bir topluma rastlanmaz. Aynı şekilde bütün toplumlar bir üretim, tüketim ve paylaşım ilişkileri ortaya koyarlar, bu da “ekonomi” dediğimiz davranış örüntülerini görünür kılar. Yine bütün toplumlar gelecek nesillere sahip oldukları anlam kodlarını, kültürünü, tarzlarını aktarmak üzere bazı düzenlemelere, uygulamalara veya davranış örüntülerine yani “eğitim” davranışına sahiptir. Bütün bu davranış örüntüleri nerede olursa olsun ve hangi zamanda olursa olsun insan toplumsallığının ayrılmaz yanlarını oluşturur. Sosyoloji literatüründe bu davranış örüntülerine “sosyolojik kurumlar” adı verilir.
Burada kurum, gündelik dilde kullanılan ve bazı örgütlenmeleri ifade etmek üzere kullanılan kurum sözcüğünden farklı olarak “davranış örüntülerini” ifade eder. İnsan toplumsallığının kendileriyle tezahür ettiği ve hiç bir toplumda eksik- ligi görülmeyen toplumun varoluş dayanağını oluşturan davranış örüntüleridir sosyolojik kurumlar.
İşte din de böylesi bir kurumdur. Ne kadar eski olursa olsun ve nerede olursa olsun insanların öte dünyayla, görünen dünyanın ötesiyle ilgilendikleri, nereden gelip nereye gittikleriyle ilgili soruları anlamlandırdıkları ve toplumda kutsal ve din dışı alanları oluşturup tanımladıkları belli bir davranış düzeyi daha vardır. Bu da din kurumudur. Bütün toplumların hepsinde şu veya bu şekliyle mutlaka bulunan en temel davranış örüntüleri sosyologlar tarafından yukarıda saydıklarımıza “boş zamanlarla ilgili davranışlarımız” ilavesiyle altı kurumdan ibarettir. Günlük dilde kullandığımız kilise kurumu, hukuk kurumu, sağlık kurumu, üniversite kurumu veya sosyal sigortalar kurumu gibi müesseselerin hiçbiri bu anlamda her yerde bulunabilen temel kurumlar değil, ancak onlar da her biri yukarıda değindiğimiz temel kurumların bir tanesinin veya birkaçının bileşimlerinden oluşurlar.
Dolayısıyla toplumun dayandığı bu kurumsal olgular arasında din de bulunuyor. Bu kurumların her birinin mutlaka toplumun oluşumunda çok önemli bir yeri vardır ancak muhtemelen her toplumda bu kurumların ayrı ağırlıkları veya diğer kurumlara karşı belirleyicilikleri olabiliyor. Ekonominin tam da Marksist anlamda diğer bütün kurumları belirlediği toplumlar olabildiği gibi ekonominin bilhassa siyaset veya din tarafından veya aile yapıları tarafından belirlendiği toplumlar veya durumlar da söz konusudur. Örneğin, Karl Marx toplumu altyapı ve üstyapı arasındaki bir belirlenim ilişkisi olarak tanımlamıştır. Altyapı ekonomi yani maddi üretim ilişkilerinden oluşur ve her zaman kendi ihtiyaçları temelinde belli bir aile, bir siyaset, bir din ve ideoloji, bir aile ve bir eğitim düzenini üstyapı olarak belirler. Böylece ekonomi sabit, diğer bütün kurumlar değişken olarak düşünülür. Ekonomik altyapı diğer bütün üstyapı olarak nitelenen kurumları tek taraflı olarak belirler.
Örneğin, feodal üretim biçiminde insan emeği çok merkezî olduğu için aile de bu ihtiyaçlara göre geniş aile olarak şekillenir. Çocuk sayısı özellikle emeğiyle geçinenler için ekonomik olarak da güçlü olmayı getirir. Oysa modern kapitalist toplumda, belki de ileri kapitalist toplumda giderek gelişen teknoloji insan emeğinin önemini azalttığı ölçüde aile hayatı gevşemeye yüz tutmuş en azından çekirdek aileye doğru bir gelişim kaydedilmesine yol açmıştır. Bu belirlenimcilik ilişkisinin başka türlü cereyan ettiği örnekler yok mudur?
Yapısalcı Marksizmin ünlü düşünürü Louis Althusser (1918-1990) tam da bu kurumlar arasındaki belirlenimcilik ilişkisini Marx’m altyapı-üstyapı eksenine üçüncü bir boyut getirerek açıklar. Ona göre toplum yapısı ekonomi, siyaset ve ideoloji ayakları üzerine oturur. Belirlenimcilik tek taraflı değildir. Bazı toplumlarda ekonomi, bazı toplumlarda siyaset başka bazı toplumlarda da ideolojik saç ayagı belirleyicidir. Ancak Althusser’e göre hangi kurumun hangi toplumda son kertede belirleyici olacağını yine ekonomi belirler (üst-belirlenim) diyerek Marx’m bıraktığı boşluğu kendince kapatır. Max Weber ise özellikle ekonomi ile din arasındaki belirlenimilik hususunda dinin öneminin Marksist literatürde fazla küçümsenmiş olmasına karşı önemli bir tezi ifade etmiştir. Onun Protestan ahlakı ile kapitalist ruh arasındaki çekiciliğe dair görüşleri bir ekonomik olgu olarak kapitalizmin oluşumunda bir dinsel zihniyet olarak Protestanlığın çok önemli bir katkısı olmuştur. Bu katkının mahiyeti kuşkusuz tartışılabilir. Bu konuya tekrar döneceğiz, buradaki konuyu tamamlamak için önceden diyebiliriz ki ekonomik belirlenimciliğe tam karşı bir alternatif olarak din belirlenimciliğini savunuyor değildir Weber. Aksine bu belirlenimciliğin tek taraflı olmadığını ve özellikle kapitalist bir ahlak ile dinin bir araya gelmesinin bir tarihsel olayı meydana getirdiğini söyler.
İdeolojik yapıların ve bilhassa dinin ekonomik davranışı belirlediği örnekler çokça bulunabilir. İnsanların bir dinî inanç etrafında toplanmaları, harekete geçip o inancın şekillendirdiği bir toplumu kurmaya çalışmaları sıkça görülen örneklerdendir. İsrail devlet ve toplumunun tüm şekillenişi dinin anlamlandırdığı bir çerçevede gerçekleşir. Aynı şekilde Amerika’daki Mormonlar dinin toplumu şekillendirdiği tipik toplum biçimlerindendir. İslam’ın da toplumu baştan aşağıya yapılandırdığı örnekler çoktur. Ancak bütün bunlar her yerdeki Yahudilerin, Müslümanların veya Mormonların bütün motivasyonlarının dine dayandığı anlamına gelmiyor. Yahudiler, Müslümanlar, Hristiyanlar, Budistler veya Mormonların içinde dinin emir ve yasaklarını gözeterek ve sadece bunları gözeterek bir hayat kurmanın öncelendiği örneklerin yanı sıra dinî emirlerin bu toplumlar tarafından hiç önemsenmediği, görece sekülerleşmiş örnekler de var olabilir. Bu durumda toplumun başka kurumsal örüntüleri örneğin, siyaset, ekonomi, aile veya eğitim durumu bu toplumların önceliklerini belirleyebilir. Böylece dindarlığın içeriği veya etkinliği diğer kurumsal örüntülerin belirleyiciliği altında kalır. Din yine var olmaya devam etse de belirleyiciliği azalır. Hiçbir toplum için özü itibarıyla dinin veya diğer sosyolojik kurumların daha belirleyici olduğu yönünde bir saptama yapılamaz. Toplumlarda hangi kurumların daha belirleyici olacağı toplumun tarihine, dinamizmine göre değişir.
Böylece insan toplumlarının olduğu her yerde dinin de var olduğunu ama dinin her toplumdaki belirleyiciliğinin de görünüm biçiminin de farklı olabildiğini görüyoruz. Din toplumlarda hangi ihtiyacın bir ürünü olarak var olur? Toplumun inşasında ve işleyişinde nasıl bir rolü vardır? Din ile diğer sosyolojik kurumlar arasında nasıl bir ilişki vardır? Bütün bunlar din ve toplum üzerine düşünürken cevabını arayacağımız sorular.