DİN ve BİLİM ve TEKNOLOJİ – Din Sosyolojisi
DİN ve BİLİM ve TEKNOLOJİ
Ahlâk ve din ilişkilerinde olduğu üzere, bilim ve din ilişkilerinde de, mantıkî olarak, J. M. Yingef in de belirttiği gibi[1] dört imkân mevcuttur: Buna göre onlar;
- ya birbirleriyle ahenk içerisinde olabilirler,
- veya son tahlilde onlar gerçekten özdeştirler;
- yahut birbirlerinden büsbütün ayrıdırlar ve bu bakımdan aralarında temel bir çatışmaya gitmezler; bilim ve dinin herhangi bir alanda çatışması halinde din bilime üstün ve “yüce gerçeklik” şeklinde addedilebilir;
- veyahut ta bilim gerçeğin yegâne ölçüsü şeklinde ittihaz edilebilir ve bu son durumda dinin bilimle çelişen hükümleri bilim adına geçersiz sayılarak reddedilebilir.
Bilimle ilişkileri açısından dinî tarihe göz attığımızda bu dört durumun da çeşitli örneklerini bulmamız mümkündür. Hattâ aynı bir dinin tarihi içerisinde bu dörtlü pozisyonun çeşitli örneklerinin bulunduğuna da şahit olunmaktadır. Meselâ İslâmiyet’te, temelde bilimle din arasında herhangi bir zıtlaşmayı düşünmek mümkün görünmemektedir. Bu anlamda İslâmiyet’i “bilim dini” olarak nitelemek gerekir. Zira, bir kere İslâmiyet’te yüce Allah’ın en güzel isimlerinden biri “alîm” dir. Her şeyi bilen mükemmel Tanrı’nm ilminin ve ilminden insanlara vahiy yoluyla lütfettiği bilginin bilimsel gerçekliklerle çatışacağını düşünmek imkânsızdır. Sonra, Kur’ân’da insanı düşünmeye, gözlem yapmaya ve araştırmaya sevk eden âyetlerin sayısı bir hayli yekûn tutmaktadır. “Bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı”, “İlim öğrenmenin kadın-erkek her Müslüman’a farz olduğu”, “Çin’ de dahi olsa ilim istemenin gerekliliği”nin ifade edildiği, ruhbanlığın reddedilerek, din konusunda “ruhsat” sahibi bilginlerin içtihadının geçerli olduğunun ifade edildiği İslâm dinini “bilim ve akıl dini” saymak için daha pek çok deliller öne sürülebilir. Nitekim, İslâm dini bilim dini olduğu için, özellikle ilk dönemlerde bilimin, kültürün ve medeniyetin gelişmesine ne denli büyük imkânlar sağladığı ve bu sayede gerek dinî ilimler ve gerekse müspet bilimler alanında ne kadar büyük gelişmeler sağlandığı bilinmektedir. Esasen, daha önceki bahislerde, Batıda özellikle Rönesans ve Reform’a tekaddüm eden dönemde, İslâm dünyasından alman etkilerin rolünden söz edilmiş ve hattâ bunların daha sonra da uzun müddet sürdüğüne işaret edilmişti. Ayrıca, yine yukarıdaki bölümlerde, zamanla İslâm dünyasında dinamizmin kaybolmasına paralel olarak her türlü yenilik ve değişmeye kapalı, şekil-
ci ve taklitçi bir gelenek zihniyetinin nasıl bu dini toplumda yalnızca bir muhafazakârlık fonksiyonuna ittiğine de temas edilmişti. Şu halde İslâmiyet’i yanlış anlayan “pasif zihniyetsin sonuçta onun hükümlerini birtakım “skolâstik dogmalar” a dönüştürerek, bilimle dini zahiren de olsa çatışma noktalarına sürüklemelerine şaşmamak gerekir. İşte bu şekildedir ki, meselâ Orta Çağ’da bir kısım müfessirler, dünyanın düz olduğu ve dönmediği kaziyesini dinî inanç temeline oturtmaya çalıştıklarında, aslında onların dönemlerinde yaygın olan bir kanaati dine bağlamaya çalışmaktan ve onu yanlış yorumlamaktan başka bir şey yapmadıklarını bugün pekâlâ biliyoruz. Nitekim, modern dönemde Batı’da ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, bütün dünyanın yanı sıra İslâm dünyasını da etkisine almaya başladığında benzeri olumsuz tutumların yanı sıra, karşı tutumun taraftarlarını oluşturan modernist hareketin temsilcilerinin, bütün bu bilimsel ve teknolojik keşif ve icatları doğrudan doğruya Kur’ân’da bulmak üzere nasıl bir yorum gayreti içine sürüklendiklerini de hatırlatmalıyız. Hasılı, “ilmi tefsir akımı”, Batı’da ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin İslâm ilmi üzerindeki etkisinden kaynaklandı.
Bu durumların pek çok ve çeşitli örneklerini öteki dinlerde ve meselâ Hıristiyanlıkta da bulmaktayız. Meselâ, Orta Çağ’da St. Thomas için bilim ve din arasında hiçbir çatışma söz konusu değildir. Çünkü ona göre her ikisi de Tanrı’nm birer lütûf ve inayetiydi. Modern dönemde Mac Murray de aynı görüşleri öne sürmektedir. Zaten, Batı’da Orta Çağ boyunca bilim, Hıristiyan ilminden ibaretti. Buna karşılık XVIII. yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma hareketi klâsik Hıristiyanlığın akla uymayan yönlerini reddetti; ancak o da aklî din denilen ve yine bilimle din arasında tam bir uyum gören, daha doğrusu akıl adına bilimi din sayan bir anlayışa yöneldi. Gerek A. Comte’un pozitif bilimi din sayan pozitif din anlayışı ve gerekse bilimi yalnızca bir metot değil fakat aynı zamanda bir hayat tarzı olarak gören çağdaş bilimcilik akımı, bilim ve din ilişkileri açısından aynı anlayışı devam ettirmektedirler. Gerçi, ister dinden hareketle bilime yaklaşsın isterse aksi yönde hareket etmiş olsun, bilimle din arasında mutlak uyum görenler, aslında bilim ve Özellikle modern bilim ve din arasında ortaya çıkan çatışmanın da farkındadırlar. Ancak onlara göre bu zıtlaşma, aslında modern bilimle dogmatik teoloji arasmdadır ve bu durum gerçekte sağlıklı ve gerçek dinin vücût bulmasına katkıda bulunmaktadır. Din ve bilim arasındaki çatışmayı, onların birbirleriyle ilişkilerinin bulunmadığı düşüncesine bağlanarak halletmek isteyenler dinin inanç, bilimin de akla dayandığını öne sürüyorlar. Her halükârda bütün bunlar, birer uzlaşma gayreti ve çıkış yolu olarak kendilerini gösteriyorlar. Zira, bu durum, Hıristiyanlık’ta ve özellikle geleneksel Hıristiyanlık ile din arasında var olan ciddî zıtlaşmayı ortaya koyuyor.
Esasen, bilindiği gibi, Batıda Rönesans ve Reform ve onları izleyen dönemde kendini göstermeye başlayan büyük coğrafî keşifler, sanayileşme ve sosyal değişmeler orada bilimsel ve teknolojik gelişme ve değişmelere paralel olarak seyretti. Ancak, yine bilindiği üzere, bütün bu gelişmeler ve özellikle de bilimsel ve teknolojik gelişmeler geleneksel, dogmatik ve skolâstik Hıristiyan ilmi ile şiddetli bir çatışma ortamında ve onların reaksiyonlarına rağmen gerçekleştiler. Dolayısıyla onlar, Hıristiyanlığın geleneksel dünya görüşü ve hayat anlayışına karşı yeni bir anlayışı da beraberlerinde sürüklediler. Böylece ortaya çıkan farklı dünya görüşleri ve bilim anlayışlarının çatışması, sonuçta geleneksel Hıristiyan dindarlığının köklü bir biçimde sarsılmasına ve yeni ortaya çıkan modern toplum tipinde hayatın büyük ölçüde Hıristiyan muhtevalarından boşalarak dünyevîleşmesine yol açtı. Bu gelişmeler sadece orada kalmadı; bütün dünyaya ve bu arada yine uzun asırlardan beri geleneksel kalıplar içinde donmuş bulunan İslâm dünyasına uzandı ve onun dünya görüşü ve hayat anlayışını sarstı. Yaklaşık bir asırdan fazla bir zamandan beri Müslüman toplumların içersinde gözlenen “eski” ile “yeni” ve “modern” arasındaki çatışma oradan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, önceki bölümde işaret ettiğimiz gibi, bu durum belli kültür, medeniyet ve hayat şartları ve anlayışlarında hayatiyet bulan geleneksel dindarlıkların yeni şartlara bir uyumu sürecinden ibarettir. Böyle olduğu içindir ki, hiçbir din aslında ne bilimi ne de teknolojiyi inkâr etmemektedir. Onlar, bilim ve teknolojinin bizatihi “iyi” ya da “kötü” değerlerini içermediğini ve yerinde kullanıldıkları takdirde insanlığın hizmetinde olacağını ancak tersine davranışta bulunulduğunda insan ve tabiatın mahvına yol açacağını, insanı makineye köle haline getirme tehlikesinin bulunduğunu , bu nedenle onlara bir “ruh” ve yeni bir “manâ” vermek gerektiğini bilmekte ve bu anlamda bilim ve teknoloji ile olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmektedirler. Hattâ bu vesileyle onlar aynı zamanda bizzat kendilerini, kendi manevî temellerini ve tabiat ve toplumla ilişkilerini yoklamak ve belki de durumlarını daha da sağlamlaştırmak fırsat ve imkânını da elde etmektedirler.
[1] J. M.Yinger, Religion, Society and Individual, s. 37 v.d.