DİN SOSYOLOJİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Din sosyolojisinin ortaya çıkışı ve gelişimi genel olarak sosyolojinin ortaya çıkışı ve gelişimiyle aşağı yukarı aynı tarihe sahiptir. O yüzden sosyolojik bilginin kökenini bir disiplin olarak şekillenmeye başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısından çok daha gerilere götürebiliyorsak, dine yönelik sosyolojik ilginin tarihini de paralel olarak çok daha eskilere götürebiliriz.
Doğrusu, din sosyolojisini besleyebilecek ilk ilgiler veya düşünceler belli bir dinî bakış açısından başka dinler hakkındaki bilgilerle şekillenmiştir. Bu konuda İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin her birinin birbirlerine ve diğer dinlere olan bakışları dinin tabiatı hakandaki ilk ilgiyi oluşturmuştur. Ama bu bakış türünde genellikle anlatıcı dinin diğer dinlerin iddialarını geçersiz sayması, kendini ise merkeze koymasından dolayı, bütün dinler için geçerli bir sosyolojik mihenk noktası üretmek mümkün olamaz. Bu bağlamda Orta Çağ Hristiyan kozmolojisinin diğer insanlar ve inançlar hakkındaki görüşlerine karşılık İslam dünyasında çok daha eski bir literatür vardır. Büyük İslam bilginlerinden fiehristani’nin el-Milel ve’n-Nihal isimli eseri ile Endülüslü büyük âlim İbn Hazm’ın el-Fasl fi ‘l-Milel ve Ehvai ve ‘n-Ni- hal isimli eseri bu alandaki en önemli öncü metinlerdir. Bu eserlerde farklı dinler kendi kavramlarıyla tanıtılırken bir tür fenomenolojik veya anlamacı din sosyolojisi çabasının ilk örnekleri de verilmiş, farklı dinlerin inançları kendi kavramlarıyla anlatılmaya çalışılmıştır. Burada “Milel”, milletin (yani dinin) çoğulu olarak vahye dayalı bütün dinleri kapsayan bir kavramdır. “Nihal” ise kupkuru zan ve vehim anlamına gelen “Nıhle”nin çoğulu olarak vahye dayanmayan din, düşünce veya akımları kapsıyor. Böylece İslam kozmolojisi içinde farklı insanlara, kültürlere, dinlere duyulan bu ilgi ve duygular Milel ve Nihal diye özetlenebilecek bir literatürün ortaya çıktığı görülür. Bu sınıflandırmaların insanların ırk ve kavimlerine göre değil inanç ve eylemlerine referansla yapılmış olması dikkat çekicidir. Başka insanların hayatlarına dair bu ilgi kuşkusuz din sosyolojisinin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak kadar şekillenmiş değildir. Ancak farklı dinlerin tabiatına, yaşayışlarına ve dinlerin ortaya çıkışlarına dair önemli sosyolojik verileri içermektedir.
Şehristani, Muhammed b. Abdulkerim (ö. 548/1153) Horasan’ın fiehristan bölgesinde doğmuş, Kelam, felsefe ve dinler ve mezhepler tarihi alanında önemli eserler vermiş bir İslam âlimi. Eğitimini Horasan’ın yanısıra Nisabur, Harizm ve Cürcan’da sürdürmüştür. Bir süre Bağdat’a dersler vererek öğrenci yetiştirmiştir. Horasan’a dönen ve Selçuklu sultanı Sencer’in vezirine vekillik de yapan Şehristani memleketinde vefat etmiştir. Eserleri arasında en yaygın bilineni, vekilliğini yaptığı vezire ithaf ettiği Kitâbü’l Milel ve’n Nihal’dir. Bu eserinin yanı sıra el-lrşâd ilâ Akaidi’l İbâd, Tel- his’ül Aksâm li-Mezâhibi’l Enâm, Musâraâtü’l Felâsife, Târihü’l-Hükema ve el-Meb- de’ ve’l Meâd adlı eserleri sayılabilir.
İbn Hazm el-Endelüsî (ö. 456/1064) Endülüs’ün Kurtuba şehrinde doğmuş, babası, Endülüs’te vezirlik yaptığından oranın siyasi gelişimine şahitlik etmiş olan İbn Hazm yoğun bir ilmî ve edebî eğitim almış. Devrin büyük alimlerinden dersler almış, öncelikle hadis ve fıkıh ilimlerinde öne çıkmakla birlikte siyer ve mezhepler tarihî alanında da eserler vermiştir. İbn Hazm Endülüs’te yaşaması nedeniyle İslam dışı dinî gelenekler hakkında da çok dikkat çeken değerlendirmelere sahiptir. İbn Hazm ‘m kendisi de halife Müstezhar Billah tarafından vezirliğe getirilmiştir. Daha sonra vezirliği bırakıp kendisini ilmî çalışmalara vermiştir. Düşüncelerini çok keskin bir us- lupla ifade eden ve hatta hapse dahi atılan İbn Hazm öğrenci yetiştirmenin yanı sıra pek çok eser de kaleme almıştır.
Batı’da ise Hristiyanlığın veya Yahudiliğin başka dinlere olan ilgisi nispeten daha zayıf kalmıştır. Yahudilik İsrailoğullarmm dışında kalan insanların tamamını
gentile olarak neredeyse tek bir kategoride değerlendirirken inançlarını önemsiz, ilgilenmeye değmez olarak görmüştür. Hristiyanlar için de insanlar yeterince tanımlanmış ve sınırlı bir çeşitliliğe sahipti. Yahudilik ve Hristiyanlığın dışında kalanlar paganistler olarak önemsenebilecek bir çeşitlilik arz etmiyordu. O yüzden Batı dünyası coğrafi keşiflerin sonucunda karşılaştığı yabancı kültürleri âdeta bir sürpriz gibi karşılıyordu. Batılı şartlarda şekillenmiş olan Hristiyan teolojisiyle eğitilmiş kitleler bu dünyanın geleceğinde Hz. İsa’ya inanıp Tanrı Krallığına girecek olan insanların dışındaki hiç kimse için bir yer ayırmış değillerdi. Bu yüzden karşılaşılan yeni din ve inançlar teolojik bakımdan bir bakıma huzur kaçırıyorlardı Bryan S. Turner’ın tespitiyle bu huzursuz teolojinin etkisi altındaki oryantalizm özellikle 17. yüzyıldan beri öteki kültürlerle karşılaştıkça bu yüzden derin bir “öte- kilik” algısı oluşturmuştu. Bu ötekilik algısı, aslında geleneksel toplumda antropolojik tasarımın temelini oluşturuyordu. Ötekilikle ilgili bu sömürge deneyimi, Tanrının hem hayvan hem insan türünün konumlarını belirlediği büyük bir varlık zinciri düşüncesi için önemli bir sorundu. Ancak bu sorunun coğrafi keşiflerin akabinde yaşanan sanayileşmenin de etkisiyle diğer kültürlere, dinlere dair çok özel bir ilgiyi doğurduğunu da söyleyebiliriz.
David Hume (1711-1776) iskoçlu felsefeci, Aydınlanmacı olduğu halde Aydınlanmanın nedenselci ve akılcı tezlerine karşı çıkmış, deneyselci bir yaklaşımı benimsemiştir. Dinin Doğası üzerine olan kitabı din sosyolojisi tarihi açısından başlangıç metinlerinden biri sayılabilir.
yüzyılda gelişen sosyoloji disiplini içinde din de özel bir yer tutmuştur. Çünkü din bütün insan topluluklarında yer alan kelimenin tam anlamıyla bir sosyolojik kurumdur. Toplumun olduğu her yerde din de şu veya bu şekilde var olmuştur. Sanayileşmenin etkisiyle bu döneme kadar yaşanan hızlı ve baş döndürücü toplumsal değişimden din de nasibini almış. Avrupa’da Rönesans ve reformasyon döneminde din algısında önemli değişimler meydana gelmiş, uzun yıllara yayılan din savaşları ve akabinde sanayi toplumunun etkisiyle yaşanan sekülerleşme süreci dine yönelik bakışı da derinden sarsmıştı. Sanayi toplumunun birçok dinî inancı aynı toplumda bir araya getirmesi sonucunda giderek artan bir görecelilik duygusu dinin hakikat iddiasına karşı sarsıcı bir etki yaptı. Avrupa’da din politik bir baskı altında kalmadan önce bu toplumsal gerçeklik ve ideolojik söylem baskısını hissetmiş, giderek artan sorular karşısında cevap üretme kabiliyetini yitirmiştir.Bu dönemde F. Bacon’un ve David Hume’un dinin tabiatına dair yaklaşımları din sosyolojisinin ve antropolojinin modern zamanlardaki ilk nüvelerini oluşturmuştur. Özellikle David Hume’un yaklaşımı dinler tarihine dair doğrusal bir ilerleme modeli yerine çok daha açıklayıcı bir döngüsel sarkaç modelini önermiştir. Dinler tarihi alanında hakim bir paradigma olarak pozitivist yaklaşım dinlerin çok tanrılı, hurafeci bir anlayıştan tek tanrılı rasyonel bir noktaya doğru evrildiğini anlatır. Bu yaklaşıma son zamanlarda yapılan ciddi itirazlar dinler tarihinin bu basitlikte ele alınamayacağını anlatır. Hume ise, çok daha önceden hem dinler arasında hem de her dinin kendi içinde çoktanrıcılıktan (hurafecilikten) tek tanrıcılığa (kitabiliğe) ve oradan tekrar çoktanrıcılığa doğru geçişler olduğunu anlatır. Bu hareketlilik dinler tarihindeki eğilimler arasında bir tür sarkaç modeli şeklinde bir değişimi ayırt etmemize imkân veriyor.
Bu atmosferin altında gelişen pozitivist-ilerlemeci yaklaşımlar yaşanmakta olan gelişmenin ileri aşamalarında dinin yok olacağını öngörüyorlardı. O yüzden bu dönemde dine yönelik sosyolojik ilgi dinin bir sorun olduğu algısına ve cenazesinin nasıl kalkacağına dair bir meraka dayanıyordu. Buna rağmen bu merak dini sosyolojik araştırmaların önemli bir konusu olmaktan çıkarmadığı gibi dine yönelik sosyolojik ilginin çerçevesini oluşturmuştur.
Gentile, Yahudilikte Yahudi ayanlara verilen isimdir. Arapça “ümrni” olarak bilinen ve genellikle dilimizde “okuma-yazma bilmez” olarak anlaşılan sözcük aslında Yahudiler açısından “Yahudi olmayan” anlamına gelir.
Comte’un bu yaklaşımlarına paralel olarak Marx da dini bir üstyapı kurumu olarak ve yine bir sorun olarak inşa ederken bu yaklaşımıyla din sosyolojisinin şekillenmesine önemli bir katkı yapmış oluyordu. Dini diğer bütün üstyapı kurumları gibi egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden bir ideoloji olarak değerlendiriyordu Marx. Onun bu görüşleri kendisinden önce Hegel tarafından başlatılmış olan ve ünlü Alman felsefeci Ludwing Feuerbach tarafından belli bir yönde geliştirilmiş olan düşüncelere bir tür reddiye niteliğindeydi. Feuerbach dinin tabiatını ve ortaya çıkış şartlarını anlamaya çalışırken, Marx için her şey çok belliydi, anlaşılacak bir şey yoktu. Aşağıda her ikisinin görüşlerine daha detaylı bir biçimde değineceğiz. Din sosyolojisinin genel sosyolojinin tarihine paralel olarak gelişmesinde Marx’ın din hakkındaki olumsuz da olsa bu değerlendirmelerinin özel bir önemi vardır. Daha sonra Durkheim’ın dinin özünü ve kökenini bulmak üzere ilkel dinler üzerine yaptığı ve Dini Hayatın Temel Biçimleri başlığı altında toplanmış çalışmaları ile Weber’in Marx’ın maddeci yaklaşımlarına bir tür reddiye gibi algılanmış olan Protestan Ahlaki ve Kapitalizmin Ruhu isimli eseri din sosyolojisi alanını disipline eden temel referansları oluşturmuştur.Gerçekten de dünyanın sanayileşmenin etkisiyle büyük bir dönüşüm içinde olduğu 19. yüzyılda dine bir gelecek biçilemiyordu. O yüzden bu dönemlerde sos
yolojik araştırmaların önemli bir kısmı dini toplumsal bir kurum olarak alsalar da onun çözülmeye ve yok olmaya mahkûm olduğunda neredeyse birleşiyorlardı. Bu düşünceye paralel olarak paylaştıkları bir kanaat de dinin insan uydurması olduğuydu. Sosyolojinin kurucusu sayılan Auguste Comte tarihi doğrusal bir ilerleme mantığı üzerine kuruyordu. “Üç hâl yasası” olarak bilinen bu kurgusuna göre, Comte, dini “teolojik” dediği birinci hâle ait görüyordu. “Felsefi” dediği ikinci halde zayıflayarak da olsa ayakta kalmış olan dinin, geleceğin “pozitif-bilimsel” halinde tamamen yok olacağını öngörüyordu.