Din Sosyolojisi

DİN SOSYOLOJİSİNİN KISA TARİHİ

Sosyolojinin kurucularına ve din sosyolojisi ile ilgili temel yaklaşımlarına

geçmeden önce kısaca ortaçağın sonlarından itibaren başlayan değişim hareketlerine

bakmakta yarar vardır.

Skolâstiğin egemen olduğu Hıristiyan ortaçağı boyunca felsefi ve teolojik

karakterli dini sosyal düşünce anlayışı, İslam bilginlerinin ve Antik Yunan

düşüncesinin eserlerinin Latinceye çevrilmesi, Batılıların haçlı seferleri

nedeniyle İslam kültür ve uygarlığıyla tanışmaları ve 15. yüzyıldan itibaren

gerçekleştirilen büyük coğrafi keşiflerin etkileriyle derin sarsıntı geçirdi.

Bütün bu ve benzeri etmenler, Avrupa ortaçağının karanlığını, cehalet ve

düşünsel durgunluğunu sona erdirirken, yeniçağın başlangıcından itibaren de

Avrupa’da büyük değişim ve dönüşüm hareketlerine zemin hazırlamış oldu.

Rönesans ve Reform hareketleri, bilimsel ve teknik buluşlar, İngiltere,

Fransa ve Almanya’daki Aydınlanma hareketi, Fransız ve Sanayi devrimleri

gibi olay ve olgular, toplumların siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel hayatlarında

büyük değişmeler meydana getirdiği gibi kilisenin ve halkın din ve

dünya görüşü de sorgulanmaya başlanmıştır. Çünkü Kilise doğa bilim araştırmaları

ve yeni buluşlar karşısında, bilim adamlarına karşı (örneğin, Galile,

1564–1642, hatırlanabilir) olumsuz tutum takınmıştır. Kilisenin bu yanlış

tutumu din karşıtlığını arttırmıştır. Bu durum materyalist felsefelerin gelişmesine

ve dini-sosyal hayatın alt üst olmasına neden olmuştur. Böylece aydınlanma

hareketi, geleneksel din anlayışından uzaklaşarak hem kiliseyle hem

de halkla inanç ve düşünce yönünden ayrılmıştır. Aydınlanma dönemi (17. ve

18. yüzyıl) filozofları, (Hint, Çin, Asya gibi) farklı coğrafyalardaki toplumların

dinlerini incelediler. Dinleri birbirleri ile ve özellikle de Hıristiyanlıkla

karşılaştırdılar. Bütün dinlerde benzer ve ortak yönlerin varlığı düşüncesinden

hareketle de “Tabii (Doğal) Din” adıyla yeni bir felsefi-dini hareket

başlatmış oldular.

“Tabii (Doğal) Din yaklaşımı ile insanda din ve Tanrı duygusunun doğal

olarak var olduğunu ön kabulü ile, bir din kurmak istemişlerdir. Buna göre;

tarihi dinlerde yalnız bu tabii duyguya uygun olanlar alınıyor ve dinin tabii

akla uygun olmayan yerleri sadece bir gelenek olarak kabul ediliyordu.

Böylece, aklın ürünü bir din anlayışı oluşturdular. Kendilerine “Deist” (Tanrıcı)

adını veren bu Aydınlanma dönemi filozofları, ilk çağda olduğu gibi bir

tür felsefi bir dine bağlanmış oldular. 18. yüzyılın bu rasyonalist filozofları,

ilkin kiliseye karşı yaptıkları eleştirilerini daha sonra da dine çevirmişler ve

dinin tarihi rolünü oynadığı ve sonunun geldiği savını ileri sürmüşlerdir.

 

Sosyoloji ve din sosyolojisinin kurucu düşünürlerine geçmeden önce,

Karl Marks’tan (1818–1883) bahsetmek gerekecektir.

Marks, dini ayrıntılı olarak incelememesine karşın, daha sonra dine

sosyolojik açıdan getirilen yaklaşımlarda etkili olan, sosyolojinin üç klasik

kuramcısından (Marks, Durkheim, Weber) birisidir. Bu üç kuramcı da dinin

temelde bir toplumsal süreç olduğuna, bilimin gelişmesi, rasyonelleşme ve

kalkınma ile birlikte modern zamanlarda öneminin göreceli biçimde

azalacağına inanıyorlardı.

19. yüzyıl teolog ve felsefecilerinin yazdıkları ve bunlardan özellikle

Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü” (1841) adlı eseri ve diğer çalışmaları

Alman aydınlarını ve daha çok gençliği etkilediği gibi, o yıllarda gençlik

dönemini yaşayan Marks’ı da derinden etkilemiştir. Bu nedenle, Marks’ın

dinle ilgili düşüncelerini Feuerbach’a giden köklerinde aramak gerekir.

Feuerbach’a göre din, insanın kendi düşüncesinin insanlar üstü bir plana

aktarılışıdır. Başka bir ifade ile, din, kültürel gelişme sürecinde insanların

ürettiği düşünce ve değerlerden oluşmakta, fakat bunlar yanlış bir şekilde

ilahi güçlere ya da tanrılara mal edilmektedir. İnsanların ruhun ölmezliğine

inanmaları ve ilahi adaletin tecellisine inançları, yine insanların adalete

susamışlıklarının soyut bir plana aktarılması, dünya ötesi bir insani isteğin

şekil değiştirmesinden ibarettir. Yine Feuerbach’a göre, insan, dini düşüncelerinin

kendi iç hayatının bir izdüşümü olduğunu anladığı anda, artık kendi

doğasının dışında bir ölçü, değer aramayacak, kendi kişiliğini idrak etmeye

çalışacaktır. Feuerbach bunu daha açık bir şekilde şöyle belirtir: “Hıristiyanlık,

aslında yalnız insanların Us’undan değil, bizzat hayatından da uzun

zamandan beri yok olmuştur. Hıristiyanlık, artık yangın ve hayat sigortalarımızla,

demiryollarımız ve buhar gemilerimizle, resim ve heykel galerilerimizle,

askeri ve endüstri okullarımızla, tiyatro ve bilimsel müzelerimizle

tam bir zıtlık halinde olan bir sabit fikirden başka bir şey değildir”.

Marks, bu düşüncelerin çok büyük etkisi altında kalmıştır. Ona göre din,

ünlü deyişiyle söylersek, halkın afyonudur. Şerif Mardin, bu ifadenin Feuerbach’ın

düşüncelerinin etkisi altında yazıldığını söyler. Cümlenin tamamı ise

şöyledir: “Din, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi,

ruhsuz olayların ruhudur, halkın afyonudur”. Ona göre, din bu dünya

şartlarına müdahale etmeyi bir yana bırakmayı öğretmekte, mutluluk ve ödülleri

ölümden sonraki hayata ertelemektedir. Böylelikle de dikkatlerin bu

dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlikler üzerinde yoğunlaşması önlenmekte,

insanlar öteki dünya vaadiyle avutulmaktadır. Din, aynı zamanda güçlü bir

ideolojik öğeye sahiptir: Dini inanç ve değerler, servet ve güç dağılımındaki

eşitsizlikleri makul göstermeye yaramaktadır. Örmekse, “yumuşak başlı

kişilerin dünyanın varisi olacağı” yolundaki inanış, azla yetinmeyi ve baskıya

boyun eğmeyi önermektedir.

Çoğunlukla Marks’ın dini bir kenara attığına inanılır, fakat bu doğru

değildir. Çünkü Marks dinin “kalpsiz bir dünyanın kalbi” olduğunu, günlük

gerçekliğin acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman olduğunu belirtir. Ona

göre, geleneksel biçimiyle din ortadan kalkacaktır, yok olmalıdır da; ama bu,

dinde içkin olumlu değerlerin insanlığın gelişimine büyük ölçüde yön veren

idealler olabildiği için böyle olacaktır. Yoksa dinin getirdiği idealler ile

değerler yanlış anlaşıldığı için değil.

Marks’a göre din, toplumsal değişimden çok, statükonun ve egemen

sınıfların çıkarlarının devam etmesine hizmet eder. Ona göre, Hıristiyan

düşüncesi, 18. yüzyılın rasyonalist düşüncelerine mağlup olurken; feodal

toplum, onun ölü birliklerini devrimci burjuvaziye karşı savaşa sürüyor ve

böylece eski toplumsal konumunu devam ettirebilmek için değişime karşı

verdiği mücadelede dini kullanıyordu. Marks, egemen sınıfların, kendilerine

yönelik bir devrim tehlikesine karşı, kitleleri pasifize etmek için dini nasıl

kullandıklarını örneklendirirken, çok yakından tanıdığı İngiltere örneğini

verir: İngiliz burjuvazisi, kitlelerin dini duyguları kaybolduğu takdirde, neler

olabileceğini Fransız Devrimi örneğinde görmüş ve gittikçe güçlenen

konumuna ve ekonomik hâkimiyetine son verebilecek benzeri bir işçi

ayaklanmasının İngiltere’de de patlak vermemesi için dini kullanmaktan

çekinmemişti. Aşağı tabakanın Hıristiyanlaşması, İncil öğrenmesi için her yıl

büyük harcamalara girişti ve üstelik sahip olduğu yerli dini mekanizmalarla

da tatmin olmayıp, bazı Amerikan dini uyanış hareketlerini ithal etti. Hatta

eski Hıristiyanlık propagandasını yeniden dirilten, sefillerin seçilmiş

olduklarını söyleyerek kapitalizme karşı, devrimci bir direniş göstererek değil

dini bir yolla savaşan Protestan Kurtuluş Ordusu’nun yardımını bile kabul

etti. İngiliz burjuvazisinin, dini, halkın ayaklanmaması için ayakta tutmaya

çalıştığını ifade eden Marks’a göre, gelenek, büyük bir geciktirici güçtür;

tarihin eylemsizlik gücüdür.

Auguste Comte (1798–1857)

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12Sonraki sayfa

İlgili Makaleler