Felsefe Yazıları

Din Sosyolojisi Nedir? Tarihi Akışı, Filozof ve Sosyologları (Sosyoloji)

DİN SOSYOLOJİSİ

Genel anlamıyla sosyolojik teori ve fikirlerin din alanına uygulanması diye tanımlanan Din Sosyolojisi terimi dinlerin İnanç sistemlerini, ibadet şekillerini, çeşitli dini kurumları ve diğer sosyal faaliyetleriyle bunların toplum hayatıyla, toplum hayatının genel olarak dinle karşılıklı etkileşimlerini inceleyen bir sosyoloji dalıdır. Batı dillerinde, özellikle Fransızcada, Türkçeye “dini sosyoloji” diye terceme edilebilen sıfat tamlaması şeklinde bir kullanımı da vardır.

felsefe/platon Sosyolojinin diğer kollan gibi din sosyolojisi de yüzyılımızın başında kurutmuştur. Başka bir deyimle çok gençtir. Ancak bu, din hakkında, dinî inançlar, ibadet şekilleri, dinî kurumlar ve bunların sosyal fonksiyonları, toplum hayatına etkileri konusunda daha önceleri hiçbir şey söylenmemiş olduğu anlamına gelmemelidir. Mevcut bilgilerimiz, ilk insanlardan itibaren dinî olaylar ve konular üzerinde düşünüldüğünü bize gösteriyor. Kutsal kitapların peygamberler tarihi ile ilgili açıklamaları bu konunun ilk belgeleri sayılır. İlkçağ Yunan düşünce tarihinde de konumuzla ilgili önemli bilgilere rastlanır. Bununla beraber din sosyolojisi açısından ilk ilginç ve orjinal fikirleri Platon (Eflatun)’da buluruz. O, din-toplum, toplum-din meselelerini değişik açılardan ele almış ve karşılıklı ilişkileri üzerinde durmuştur. “Devlet” ve “Kanunlar” adlı eserleri, deyim yerindeyse din sosyolojisinin ilk klasîklerindendir. Aristo da, hocası gibi, bu alanda çalışmıştır. Ancak onun çalışmalarında din hakkındaki görüşler daha çok metafizik ve psikolojik temellere dayanır.

İslâm dünyasında önemli dinî-sosyal ve siyasi hadiseler meydana gelmiş ve hepsi zamanında çözümlenmişti. Fakat, bu olaylar sistematik olarak belirli bir disiplin içinde incelenmemiş, değişik bilim dallarına dağılmıştı. Bu itibarla tefsir, hadis, fıkıh, İslâm tarihi ve medeniyeti gibi disiplinlerde sosyolojinin, özellikle din sosyolojisinin, bugün bile yararlanacağı fikirlervardır. İslâm dünyasında meseleye seleflerinden farklı şekilde sosyolojik bir açıdan yaklaşan kişinin sadece İbn Haldun (1332-1406) olduğunu söylemek mümkündür. O, sosyoloji yerine “İlm-i Umrân ” (Ümran bilimi) tabirini kullanmıştır. Din sosyolojisinin konularını kısmen işlediği “Mukaddime” adlı eseri bu alan için vazgeçilmez bir kaynaktır.

felsefe/durkheim Avrupalı düşünürler İbn Haldun’u tanımış ve bilimsel kudretini farketmiş olmalarına rağmen sosyolojinin kurucusu olarak Auguste Comte (1798-1847)’u zikretmeyi bir gelenek haline getirmişlerdir. Onun için, din sosyolojisinin genci sosyoloji bilimi içinde ilk ele alınışı da Comte’un “Pozitif Politika Sistemi” adlı eserinde olmuştur. “Din Hayatının İlkel Şekilleri” adlı eseriyle onu Emile Durkheim (1858-1917) izlemiştir. Durkheim’in bu eseri klâsik din sosyolojisi kaynaklarındandtr. Ora­da, Avusturya yerlileri ve Uzak Doğu dinleriy­le İlgili etnolojik araştırmalara dayanarak insanlığın İlk dinin Totemizm” olduğunu kendine göre İspata çalışır. Aynı eserinde ve Batı Avrupa toplumlarındaki resmi istatistiklere istinaden hazırladığı “İntihar” adlı eserinde dinin sosyal fonksiyonları üzerinde açıklamalarda bulunur. Bu yönüyle din sosyolojisindeki “fonksiyonalist” akımın öncüsü sayılır.

Din sosyolojisinde kendinden en çok söz edilen batılı sosyologlarından biri de Max Weber (1864-1920)’dİr. Durkheim’le aynı dönemde yaşamış olmasına rağmen onun gibi dinin kay­nağı, doğruluğu, yanlışlığı üzerinde durmamış ve sosyal fonksiyonları hakkında genel bir teori geliştirmeye girişmemiştir. M.Weber’in amacı, birbirinden farklı tarihî şartlar İçinde dinin günlük hayat, yani siyasî, idarî, ekonomik ve ahlakî davranışlar üzerindeki etkilerini incelemektir. “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizm’in Ruhu”nda bunu ekonomik hayat ve din açısından denemeye çalışan Weber, her dinin inanç ve esaslarıyle “bir sosyal ve İktisadi ahlak” meydana getirdiğinden hareketle dinleri ikiye ayırmıştır: 1- İnsanı dünyevi hazları terke ve uhrevi (öte dünyaya ait) hazlar peşinde koşmaya sevkeden, günlük hayattaki düzensizlikleri tevekküle karşılayan dinler; 2- Hayatın düzensizliklerini bir takım düzenlemelerle tahammül edilir hale getirip insanın dünyaya uyumunu sağlayan (dünyevi) dinler. İkinci gruba giren dinler, gelişme ve İlerlemeyi hazırlayan iktisadi bir ahlak oluşturduğundan, bu gruptaki toplumlar İlerlemiş toplumlardır. Protestanlık Weber’e göre ilerlemeyi hazırlayan bir dindir. Nitekim Protestan toplumlarveya Protestanlığın yaygın olduğu bölgeler kalkınmış ve gelişmişlerdir. Almanya, İngiltere ve Amerika bunun bariz örnekleridir.
felsefe/comte-aguste
Durkheim’le ilkel dinlere yönelmiş olan din sosyolojisi çalışmalarının Weber, talebeleri Ernst Troeltsch, Joachaim Wach ve Güstav Mensching vasıtasıyla günümüz dinlerine, bu arada Hıristiyanlığa, son zamanlarda da Kato­liklik, Protestanlık gibi mezheplere yöneldiğini görürüz. Teorik nitelikte olan bu araştırmalar, zamanla Durkheim’in “İntihar” adlı eserinde kullandığı istatistikler örnek alınarak dinî uygulamaların anketler yoluyla tesbİt ve değerlendirilmesine dönüşmüştür. Gabricl Le Bras’nın Fransa’da yaptığı iki ciltlik çalışması, konunun temel kaynaklarından sayılır. “Din Sosyolojisi Etüdleri” adıyla bilinen bu eser Fransa’da Katolik mezhebinin fiilen ne dere­cede yaşandığını gösterir. Ardından bu ve benzeri araştırmalara dayanılarak Fransa’nın “Katolik Atlası” çıkarılmıştır.

Batıda bugün, mezhepleri konu alan bağımsız araştırmalar bir hayli gelişmiştir. O kadar ki, Katolikler ve Protestanlar 6., 7. Katolik— Protestan Din Sosyoljisi kongreleri tertipleyebilmektedirler. Son 20-25 yıl içinde İslâm Sosyolojisi başlığı altında bağımsız çalışmaların meydana geldiği de görülmektedir. İlk ürünleri ortaya çıkmış bulunan sözkonusu eserlerde genel yaklaşım, İslâm toplumlarının kendilerine özgü bir toplum olup “çok farklı bir sosyo kültürel yapı”ya sahip oldukları şeklindedir. Bu itibarla din sosyolojisi açısından incelenirken, batı toplum ve kültürü içinde oluşturulan genel din sosyolojisinin metod ve tekniklerinden istifadeyle yeni araşnrma teknik ve metodlarınm geliştirilmesi gerekir.

Özetle, klasik sosyoloji dönemi dediğimiz XIX. yüzyılda din sosyolojisi dinin sosyal düzenin sürdürülmesine ve korunmasına ne gibi katkıları olduğu ve din ile modern toplum (kapitalist toplum) arasındaki ilişkilerve dinin sekülerleşmiş bir dünyada alacağı yerle ilgilenirken, XX. yüzyılda araştırmalar dîni kurumların (kilise, mezhep, tabu vb.) incelenmesine yönelmiştir.

İzzet ER

Din sosyolojisi

Din sosyolojisi dini kurum ve dini yapılanmaları, dini temalarla toplumsal yapı arasındaki ilişkileri ve dinin toplum, toplumun din üzerindeki etkilerini araştıran bilimsel bir disiplindir. Din sosyologları toplumun din üzerinde dinin toplum üzerindeki etkilerini bir başka deyişle toplum ve din arasındaki diyalektik ilişkiyi açıklamaya çalıştır.

Tarihsel Gelişimi

Din Sosyolojisi (Sociologie de la Religion) terimi ilk olarak Emile Durkheim tarafından Annee Sociologique (Sosyoloji Yıllığı) dergisinin 1899’da yayınladığı bir sayısındaki yazısında kullanılmıştır. Bunun dışında Durkheim’ın Dini Hayatın İlkel Şekilleri (Formes Elementaires de la Vie Religieuse) adlı daha sonraki Din Sosyolojisi disiplininde çok önemli yeri olan sosyoloji perspektifinden dini hayatı ele aldığı bir eseri bulunmaktadır. Durkheim bu eserinde dinin toplumsal hayattaki işlevini vurguluyor ve toplumun kollektifliğinin bir yansıması olarak dinin toplumsal unsurları birarada tutan işlevine vurgu yapıyordu. Durkheim’in din anlayışının ateist veya agnostik olduğu belirtilir. Ancak onun için dinin nihai olarak doğru olup olmadığı önemli değildir. İşlevi olan bir kurum canlılığını sürdürür aksi takdirde ya yok olur ya yeni bir biçime bürünür.

Sosyolojinin diğer ünlü simalarından biri olan Marks’a gelince din sosyo-ekonomik faktörlerin epifenomeni (gölge olgu)dir. Marks için de din esasen bir işleve sahiptir. Kendi emeğine yabancılaşmış toplumsal sınıfların bu yabancılaşmayı aşmak için ürettiği bir şeydir ancak yabancılaşmanın asıl kaynağını gözden uzaklaştırdığı ve yönetici sınıfın yönetilenler üzerindeki baskısının bir aracı haline geldiği için olumsuzluklar taşımaktadır.

Din sosyolojisinin sistematik bir bilim dalı haline gelmesini sağlayan Max Weber ise Dilthey ve Rickert’den gelen manevi bilimler akımına bağlı anlayıcı sosyoloji geleneği içinden dine bakar. Ona göre din sadece bir sonuç değil aynı zamanda toplumsal olguların belirli bir biçimde düzenlenmesini sağlayan bir zihniyet biçimidir.

Türkiye’de din sosyolojisi

Türkiye’de din sosyolojisi sosyolojinin girişiyle birlikte olmuştur. Ziya Gökalp Durkheimci bir sosyoloji anlayışını Türkiye’ye taşıdığı gibi din sosyolojisi alanında Türkçe’de ilk metinleri kaleme alan kişi olmuştur. Daha sonra din sosyolojisi alanında Türkçe’deki ilk kitap Hilmi Ziya Ülken tarafından Dini Sosyoloji adıyla kaleme alınmıştır. Ülkemizde din sosyolojisi alanında Weberyan çizgiyi iktisat bilimci Sabri Ülgener temsil etmiştir.

Din sosyoloğu Prof. Dr. Ünver Günay’ın tespitleriyle;

“Din sosyolojisi genç bir bilim dalıdır. Bağımsız bir ilmî disiplin olarak onun varlığının yüzyıldan daha gerilere gitmemesi, bu alandaki sistematik çalışmaların azlığını da beraberinde getirmiştir. Sistematik bir ilmî disiplin olarak bu bilim dalının ülkemiz düşünce tarihi ve bilimsel araştırma geleneği içindeki varlığı ise daha da yenidir. Bu bakımdan ülkemizde din sosyolojisi ile ilgili literatür de çok daha sınırlıdır. Gerçi, bu bilimin özellikle İlâhiyat Fakültelerimizde önce kürsü, sonra bilim dalı ve en son olarak da anabilim dalı şeklinde yer alması, hususiyle İlâhiyat çevrelerinde bu alana duyulan ilgiyi arttırmıştır. Bununla birlikte, literatür noksanlığının, bu ilginin sistematik bir bilimsel düşünce ve araştırma geleneğine dönüşmesinde en büyük dezavantajı oluşturduğu muhakkaktır. Her şeyden önce din sosyolojsinin, modern ve sistematik din bilimleri arasında, din olaylarına, dinamik bir bilimsel perspektiften hareketle deneysel sosyolojik bir yaklaşım zihniyetini içermekte oluşuna karşılık, ülkemizde onun genellikle konunun üstatlarının klâsik eserlerine dayalı nakilci ve spekülâtif bir bilgi yığını şeklinde anlaşılması ve özellikle İlâhiyat bilim geleneğinin teorik temayülü, bu alanın ansiklopedik bir bilgi birikimi şeklinde addedilmesi eğilimini de beraberinde sürüklemiş olmalıdır.” (Din Sosyolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul 2005, s.11)

Vikipedi

DİN SOSYOLOJİSİ

Winston DAVIS; Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Ali Coşkun

felsefe/ibn-haldun-1 Din ve toplum arasındaki ilişkilerin sistematik ve objektif olarak incelenişi, Sociologie kelimesini ilk defa kullanan Auguste Comte’dan (1798-1857) çok önceleri mevcuttu. Xenophanes (M.Ö.560-478) Habeşistanlı Tanrıların siyah ve küçük burunlu, Trakyalı olanların ise hafif mavi gözlerle birlikte kızıl saçlı olduklarına dikkat çekerken zaten din sosyolojisi disipliniyle yüzeysel bir şekilde de olsa ilgilenmiş oluyordu. Benzer bir şekilde, Müslüman felsefeci İbn Haldun (1332-1406) Mukaddime ya da Kitabu’l-İber’e (Dünya Tarihi) girişte, Kuzey Afrika Krallıklarının yükseliş ve düşüşlerinde dinin rolünü incelerken sosyal dayanışma (asabiyye) kavramıyla yakından ilgilenmişti. Modern zamanlarda, klasiklerle ilgilenenler, dinler tarihçileri ve “seküler” tarihçiler kuşkusuz din araştırmaları alanında profesyonel sosyologlardan daha çok ve muhtemelen daha iyi yazmaktadırlar. Bir disiplin olarak sosyolojinin gerçek gücü, onun kapsamlı ya da evrensel öneme sahip tutarlı bir yaklaşım geliştirmek amacıyla modelleri, teorileri ve son zamanlarda istatistiksel yöntemleri daha açık bir şekilde kullanmasında yatıyor gibi görünmektedir. Daha ideografik bilim anlayışlarının aksine din sosyolojisi, din ve toplumu nomotetik bir şekilde yani, yasalarını birbirine bağlı düşünce, duygu ve davranış ağları ya da sistemleri gibi inceleyerek ün kazanmıştır.

Modern zamanlarda sosyolojik din araştırmalarının ortaya çıkışı, kapitalizm, kültürel çoğulculuk, dinsel hoşgörü ve liberal devletin yükselişi ile yakından ilişkilidir. Bu nedenle, bu disiplin din ve toplumu “doğal” bir halde irdelediğini iddia edemez. Aksine bu disiplin, araştırmacıların inceledikleri dinler ve toplumlar tarafından ortaya atılan normatif iddialardan kendilerini uzaklaştırmalarına imkan sağlayan ya da onları buna zorlayan Batı sosyal düşüncesindeki eşsiz tarihsel gelişmeler tarafından üretilen kültürel bir üründür. Aslında din sosyolojisi, kendi doğurgan ilgilerinden birinin, yani, dini düşünce ve kurumların sekülerleşmesinin ürünüdür. Din sosyolojisinin aksine, dini sosyoloji, teoloji ve kurumsal din -özellikle Fransa ve Belçika’da Roma Katolik Kilisesi- ile daha yakın ilişkiler kurmaya çalışmaktadır.

Din sosyolojisinin tarihi ana hatlarıyla dört döneme ayrılabilir: Geleneksel sosyal düşünce, şüphecilik ve spekülasyon, muhafazakar ve romantik tepki ve modern sosyal teori.

Geleneksel Sosyal Düşünce

Modern sosyoloji şekillenmeye başladığında ilk olarak dönüştürülen ve dünyevileştirilen düşünce yapısı, geleneksel sosyal düşünce olarak adlandırılabilir. Bu, birleşik bir düşünceler sistemi olmadığı gibi, birbirinden farklı ve hatta birbiriyle çelişen unsurlar içeriyordu: Platoncu idealizm, Aristocu teleoloji, Stoacı tabii hukuk, Augustinyenci sosyal realizm ve ortaçağ bilim adamlarının çeşitli sosyal teorileri. Geleneksel sosyal düşünceyi özellikle karakterize eden şey, onun sosyal ve etik analizlerin sentezinden oluşmasıydı. Çünkü tabiat gibi toplumun da bir gayesinin ya da amacının olduğu düşünülüyordu. Geleneksel sosyal düşünce döneminde sosyal analizin “olan”ı, değerlerin “olması gereken”inden ayrılmamıştı. Hıristiyan çevrelerde sosyal kurumların incelenmesi, bütünüyle kilisenin amaçları doğrultusunda yapılıyordu. Geleneksel sosyal düşünce, bütün kurumsallaşmış sosyal değerlerin ve kurumların kozmolojik ve ilahi kaynakları üzerinde durdu. İnsana sosyal ve siyasal bir varlık gözüyle bakan bu düşünce, gerçek “kamu yararı”nın varlığının “sağlam akl”a sahip herkes tarafından bilinebileceğini ve iyi niyet sayesinde uygulanabileceğini savundu. Diğer dinler gibi Hıristiyanlık da söz konusu kamu yararını, toplum ve evreni bir ve aynı gören aşkın nesneler düzenine göre tanımladı. Geleneksel sosyal düşüncenin ana akımı, toplumun organik birliğini tabii hukuk diliyle ifade etti. Bu teoriye göre, kurumlar, tabiata bizzat Tanrı’nın koyduğu kuralları yansıttıkları oranda –sadece mitolojik açıdan meşruiyet kazanmakla kalmaz- aynı zamanda felsefi açıdan da haklı gösterilebilir ya da mahkum edilebilirlerdi.

Geleneksel sosyal düşünce, din sosyolojisine bazı temel kavramlarını miras bıraktı: Toplum, din, zorunluluk ve varlığın temel düzeni ya da yasası. Seküler bir kavram olarak değiştirilen sosyal düşüncenin tabii hukuk kavramı, erken dönem doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin temelini oluşturmuştur.

Şüphecilik ve Spekülasyon

Ortaçağlarda ve Rönesans’ta kuramcıların aradığı toplumun yasal düzeni, insan ırkını spiritüel/manevi mükemmelliğe çağıran bir düzendi. 17. ve 18. yüzyıllarda düşünürler düzen arayışlarını devam ettirdi. Ancak artık onları ilgilendiriyor gibi görünen bu düzen, bazı basit, doğal standartlara göre dillerin, örf ve adetlerin ve dinlerin çeşitliliğini açıklayabiliyordu. Bütün bunlar içerisinde aklın oynadığı rol, özellikle empiristler gibi bazı gruplar tarafından küçümsenirken, rasyonalistlerin de aralarında bulunduğu bazıları tarafından abartılıyordu.

17. ve 18. yüzyıllarda geleneksel sosyal düşünce entelektüel saldırılara maruz kaldı ve –1960’da Richard Hooker’ın Of the Law of Ecclesiastical Polity adlı eserinin yayınlanmasından sonra- gittikçe savunmaya çekildi. Artık geleneği savunanlardan daha fazla dayanışma içerisinde olan muhalifler arasında çok sayıda Rönesans ve Aydınlanma düşünürü yer alıyordu: Niccolo Machiavelli ve Thomas Hobbes gibi politika eleştirmenleri, Bernard Mandeville gibi hicivciler, İtalyan hukukçu Giovanni Battista ve Fransız ve İskoç aydınlanmasının felsefecileri (Crane Brinton’a göre daha doğru ifadesiyle sosyologları). Geleneksel sosyal düşüncenin söz konusu kritiğinin ardındaki entelllektüel ilham kaynakları da, oldukça farklıydı. Bunlar, Isaac Newton’ın mekanik felsefesi, René Descartes’ın insan merkezli epistemolojisi, Francis Bacon’ın empirisizmi (ve teleoloji aleyhtarı yazıları) ve gerek toplumu gerekse ekonomiyi daha “gerçekçi” yani, daha az dini ya da ahlaki temeller üzerine inşa etmeyi amaçlayan çeşitli spekülatif düşünce sistemlerini içeriyordu. Ulus devletin yükselişi ile sosyal ve ekonomik teori hakkında söz söyleme yetkisini din adamlarından devralan, toplumun yeni üyesi tüccar ya da burjuva sınıfının doğuşu, aynı derecede önemliydi.

Tabii Hukuk’a Saldırı

Burjuvazinin sözcülüğünü yapan ve sanayi devriminin zaferini ilan eden bazı 17. yüzyıl düşünürleri, geleneksel tabii hukuk kavramı aleyhine bir saldırı başlattılar. Her ikisi de Protestan Kilisesine üye olmayan Hugo Grotius ve Samuel Pufendorf, tabii hukukun Tanrı’dan bağımsız olarak varolabileceğini savundular. Thomas Hobbes biraz daha ileri giderek tabii hukuku “barışı sağlamaya yönelik maddelere” yani, basit ve çıkarcı bir aygıta indirgedi. Onun ele aldığı “tabiat” ilahi bir düzenin değil, aksine güvensizliğin psiko-biyolojik doğasının ve geleneksel sadakat ve bağlılık ilişkilerinin artık bir arada tutmayı başaramadığı bir dünyada yaşayan “sahipsiz insanlığın” bir yansımasıydı. Hookers’in gelenekselciliğine sınırsız saygı duyuyor gibi görünen John Locke bile, tabiat kanunlarının sadece “bir anlama aracı” olduklarını kabul etmek zorunda kaldı. Çoğunlukla mülkiyet haklarının kutsallaştırılacağını taahhüt eden bu felsefi çabalar, tabii hukuk kavramını dünyevileştirdi ve sınırlarını hukuk biliminden ahlak felsefesine kadar genişletti. Bütün bu gelişmeler sosyal bilimlerin ortaya çıkışına zemin hazırladı.

18. yüzyıl boyunca seküler ya da “aydın” görüşlü yazarlar pek çok sosyal kötülüğün sorumlusu olarak dini ve batıl inançları gördü. Anti-klerikalizm (ruhban sınıfı karşıtlığı) neredeyse bütün sosyal eleştirilerin rutin bir özelliği haline geldi. Dinin Avrupalıların yaşamındaki kronikleşmiş sorunları hafifletmeyi başaramadığına inananlar, sosyal düzenin yeni kaynaklarını ortaya çıkarmak için bir araştırma başlattılar. Sonuçta toplumun önceden belirlenmiş ilahi takdire ve tabii hukuka göre yapılandırılması gerektiğini savunan geleneksel görüş, yerini, toplumun insanın kendi “yetenekleri” ya da “planları” tarafından yapılandırıldığını ya da yapılandırılması gerektiğini savunan görüşe bıraktı. Böylece modern dünyanın felsefi ve sosyolojik teorilerinden çoğuna kaynaklık edecek olan seküler, sosyal hümanizm ortaya çıkmaya başladı. Daha zengin ve daha güvenli bir toplum yaratmak amacıyla Hobbes, Mandeville, d’Holbach, Halvétius, Spinoza ve Hume gibi düşünürler önceleri geleneksel sosyal düşünce tarafından bastırılan ya da kontrol altında tutulan kişisel çıkar ve bencillik gibi duyguları işlevselleştirmenin ya da maniple etmenin yollarını aradılar. Bu spekülasyonun en önemli sonuçlarından biri, bugün sosyal sistemler olarak adlandırılabilecek yapının keşf edilmesiydi. Bu dönemde düşünürleri büyüleyen şey, -din, ahlak ya da devletin müdahalesi olmaksızın- düzen ve gelişmeyi “kendiliğinden” meydana getirecek olan tüzel etkileşim ağlarının kurulabilmesiydi. Sosyal sistemler görüşü edebi eleştiri ve sosyal yergiye çok şey borçludur. Bu görüş, 18. yüzyılın başlarında, “kişisel zaafların” doğru bir şekilde işlenmesinden kaynaklanan “kamusal çıkarlar” üzerine hararetli yorumlarıyla tanınan Bernard Mandeville tarafından savunuldu. Bu yüzyılın sonlarında Adam Ferguson geliştirdiği tanımla bu kavramı daha da genişletti. Ona göre kurumlar, “herhangi bir beşeri planın idarecisi değil, aksine beşeri faaliyetin sonucudurlar”. Adam Smith bu görüşü kısa süre içerisinde Batı sosyal düşüncesine egemen olacak terimlerle açıkladı: “Sistemler pek çok açıdan makinelere benzer”. Zaman ilerledikçe sosyal düşünce tarafından geliştirilen –mekanik, organik, sibernetik ve nihayet semiotik- sistemlerden her biri birbiri ardınca sosyolojik din analizlerinde kullanılabilmiştir.

Daha şüpheci meslektaşlarının aksine Smith, ekonomik ve ahlaki sistemlerle ilgili görüşlerini (ünlü ve etkili “görünmeyen el” görüşü gibi) ısrarla tabii hukuk ve ilahi takdire dayandırdı. Locke’un siyaset felsefesi ile birlikte Smith’in ekonomisi, 20. yüzyıl boyunca Anglo-Sakson Dünya’da filizlenip gelişecek olan dinsel hoşgörü, siyasi liberalizm ve kapitalizmin eşsiz sentezine temel oluşturdu. Bu kültürel sentezin başarısı, muhtemelen, Büyük Britanya ve Kuzey Amerika’da din biliminin Kıta Avrupa’nın sosyal düşüncesinden daha az anti-klerik ve anti-dini olmasının nedenini açıklamaktadır.

İlgili Makaleler