Felsefe Yazıları

Din Nedir ? Filozoflara, Sosyologlara ve Kur’an’a Göre Din Tanımı (Sosyoloji)

DİN

Dinler inanç (akide), uygulama (muamelat) ve organizasyon sistemleri olup, bunlar bağlılarının davranışında yansıyan bir ahlakı teşekkül ettirir. Dini akideler kainatın nihai yapısı­na, onun güç ve kader merkezlerine atıfta bulunmak suretiyle, dolaysız deneyimin yorumla­rıdır. Bu akideler daima tabiaı-üstü terimlerle kavranmıştır. Herhangi bir dini akideler manzumesi genel olarak bir kozmogoni ile bir tarih felsefesi, bir psikoloji ve bir sosyoloji İçe­rir. (Ancak, sekülarizasyon sürecinde bunlar dinden kopmaya başlar). Bir dinde mevcut tabiat-üstü varlıklara inanç, duygusal açıdan oldukça yüklüdür: Mümin kişi, onlara özet bir nitelik, yani kutsallık hamlcder ve bu, tabiat üstüne hamledilen ya da onun varoluşundan çıkarsanan davranış türlerine dek genişler.

Bu tür davranışlar ilk elde ritüel (ibadet) davranışıdır: Aracılığıyla müminlerin tabiat-üstüyle ilişkilerini sembolik form içinde yürüttükleri standartlaşmış pratiklerdir bunlar. Ritüel, hayranlık, yakarış ve tabiat-üstünü kontrol etme girişimlerini içerir; din ile büyü arasındaki farkı belirlemek oldukça güçleşir bu noktada. Ritüel, daha ziyade, müminlerin çevresinde örgütlenebilecekleri davranış kuralları sağlar.

Dîni organizasyon, müminler topluluğuna katılmayı (üyeliği), geleneği sürdürme ve ihtilafları giderme girişimlerini tanımlar ve içsel farklılaşmayla müminlere dini görevler yükler.

Nihayet din bir ahlak (etik) da içerir. Max Weber, bir dinin ahlakının, biçimsel emirlerinin sosyal hadiselerle etkileşimin sonucu oldu­ğu üzerinde durmuştur. Dini bir ahlak, dini sis­temin geri kalan bölümleriyle, biçimsel olarak çelişse de, psikolojik olarak tutarlı olabilir ya da bir din içerisinde hem psikolojik, hem de biçimsel sürtüşmeler bulunabilir. Sosyal değiş­menin meydana getirdiği yeni dini dürtüleri sağlayan bu sürtüşmelerdir.

Din dahil bütün kavramlara insandan bağımsız ve insana bağlı olarak iki ayrı yönden yaklaşılabilir. İnsandan bağımsız yönüyle dine bizzat kendi asli muhtevası veya onu insan için bildirip ortaya koyan yüce ve ilahi kudret açısından yaklaşımı dine önceliği ‘insan’a vere­rek bakmak daha yararlı olacaktır.

İnsanı her şeyin üstünde gördüğümüzde dîni insanın yarattığı varsayımı ortaya çıkar. Bu varsayımın kökleri son birkaç yüzyılın eıkin paradigmalarını üreten Batı düşüncesinde yatmaktadır. Batı düşüncesinde din denilince akla Hıristiyanlık gelir. Kur’an’da ve İnciller’de yer aldığı şekliyle ve tarihi bir gerçek olarak bir takım haramları helalleştirmenin dışında Tevrat’ın yasalarını uygulamak ve bizzat kendi ifadesiyle “Şeriat’ı yıkmak değil, tamamlamak için” (Matta, 5:17) gelen Hz.İsa’dan son­ra Sl.Paul (Pavlos) eliyle insanın maddi-dünyevi hayatını tanzim eden kurallardan yoksun bırakılan Hıristiyanlık, putperest Roma huku­kuyla birleşince daha çok bir ‘öte dünya’ dini halini almış, yani sekülerleşmiştir. Rönesansla birlikte Hıristiyanlığın ‘öte diinya’ya yönelik kurallarına vesevap-günah değerlendirmelerine başkaldırma şeklinde gelişen modern Batı düşüncesi insanüstünü reddedip, önceliği bireye bireysel olana verince din de bireylerin zihin kalıpları arasına sıkışıp kalmıştır. Bu yüzden Batı’da tek bir din tanımına rastlamak mümkün değildir.

‘İlerlemecİlik ve Evrim’ ilkelerine dayalı modern Batı düşüncesine göre insanlık her geçen gün daha iyiye giden geri çevrilmez bir akışın içindedir. İlkel döneminde taibat ve tabii hadi­seler karşısında çaresizliğini hisseden insan, bilmek tükenmek bilmez umut ve korkular içinde birtakım görünmez güçlerin var olduğu sonucuna varmış ve bunlara tapınmaya başla­mıştır. Dînler tarihçisi Max Müller’e göre ruh­lar olarak algıladığı bu güçleri ilkel insanın maddileştirmesi sonucu ‘tanrı’lar daha doğru bir deyişle ‘putlar’ ortaya çıkmıştır. Müller teorisinin izleyicilerinden Edward Tylor, İnsanlığın ilk dinîne bu yüzden’animizm’ (ruhlara ta­pınma) adını verir. Durkheim’e göre din top­lumsal bir süreçtir. Avustralya yerlilerinin to-lem hayvanlarına gruplarının birliğini temsil enikleri için taptıklarını söyleyen bu sosyolog, toteme gösterilen saygının toplumun genel yapısına gösterilen saygı ve dolayısıyla dinsel tap­manın asıl nesnesinin toplumun kendisi olduğu sonucuna varmıştır.

Freud’a göre şahsiyetin oluşumu aşamasında dinin oyalayıcı bir fonksiyonu vardır. Kişinin şahsiyet evriminde ilk safha, çocuğun anlamadığı bir alemde kendisini tamamen güçsüz hissetmesidir. Bu güçsüzlüğün karşısında çocuğun isteklerini yerine getiren bir tür ‘kadİr-İ mutlak1 olan anne ve baba belirir. Ardından inançları daha bîr biçim kazandığı zaman ise kişi çocukluğundaki durumu hatırlatan durumlara kendisini kolayca uydurur. Eskiden beri özlemini çektiği ‘kadir-i mutlak’ı başka bir şekil altında yeniden keşfetmeye hazıc ve isteklidir. Din hu özlemi yerine getiren bir sis­temdir. Kısaca Freud ve onun çağımızdaki iz­leyicisi Erich Fromm’a göre din, kişinin kendi­sini gerçekleştirmesi sürecinde hissettiği güçsüzlüğünün güvene yönelen bir ürünüdür.

Kari Marks’ı en çok etkileyenlerden biri olan Feuerbach’a göre ise din, insanın kendi düşüncesinin insan-üstü bir plana aktarılışıdır. İnsanların ruhun ölmezliğine inanmaları ve ilahi bir adaletin tecellisine olan inançları, bizzat İnsanların adalete susamışlıklarının so­yut bir düzleme aktarılmasıdır, “öte dünya” in­sani bir isteğin şekil değiştirmesinden İbaret­tir. Feuerbaeh, “HristiyanJık, artık yangın ve hayat sigortalarımızla, demiryollarını iz ve bu­har gemilerimizle, resim ve heykel galerileri­mizle, askeri ve endüstriyel okullarımızla, tiyatrolarımız ve bilimsel müzelerimizle tam bir zıtlık halinde olan sabit bir fikirden ba§k=: bir şey değildir” der.

Feurbach’ın çok fazla etkisinde kalan Marx’ın din hakkındaki ifadeleri farklı değildir: “Din, baskı altındaki yaratıkların İç çekmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz olayların ruhudur. Din halkın afyonudur.”

Bütün bu kısmen birbirinden farklı, nisbeten birbirine yakın bakış açıları içinde Batılı filozof ve sosyologların din tanımlan da belli bir yakınlık arzetmektedir. Sözgelimi, dini akıl noktasından inceleyen Hegel şöyle bir tanımda bulunur: “Her din, temelde evrenin be­lirli bir tarzda «örülüsünden başka bir şey de­ğildir.” Hegel’in izleyicilerinden İtalyan filozof Benedetto Croce ise dini “eksik bir felsefe” olarak tanımlar. Ona göre din, ruhi hayatın sürekli ve zorunlu bir şekli değil, belki geçici bir belirtisidir. Dine irade açısından tanım getirmeye çalışanlardan Kant, “Dîn, bütün görevlerimize ilahi buyruklar gibi bakmaktır” der. Dİne duygu açısından yaklaşan romantik düşünürlerden Scheleirmacher’e göre din, “sonsuza karşı duyulan bir duygu ve heyecandan başka bir şey değildir. Bİr ilahiyatçı olan Scheleirmacher, “Dinin bir cismi, bir de ruhu vardır. Dinin cisminde kurumlar, nasslar ve din binasının toplumsal çatısı bulunur. Devleti dinle yönetme yanlıları, dinin cismine ilişkin kurumlan sürekli dünya işlerini düzenle­me ve halkı boyun eğmeğe yöneltmek için kullandıklarından en büyük önemi bu kısma vermişlerdir. Dinin ruhu İse, tabiat ötesi şeylerin en yüksek değerlerin sezgi ile bilinmesidir” der. Çağdaş dinler tarihi uzmanlarından Ru-dolf Olto ise dini “Huşu ile karışık korku, insa­nı hem titreten, hem de kendisine çeken esrarengiz bir korku” olarak tanımlar. Batılı din ta­nımları içinde en kusursuzu sayılan ve bir takım felsefe sözlüklerine din kelimesinin tanı­mı olarak geçen bir diğer tantm ise Emile Boutroux’ya aittir: “Din, bilimsel görüş yanında iman ve his görüşünün hakkını İstemesinden ibarettir.”

Verdiğimiz ve vermediğimiz tüm Batılı din tanımlarındaki ortak noktalar şöyle sıralanabilir:

1- Din, insanüstü bir kudretin vaz’ettiği bir sistem, bir kurum değil, bizzat insan zihninin ürünüdür;

2- insan şahsiyet evriminin ve yer­yüzündeki toplumsal hayat sürecinin zayıf, aciz, korkak olduğu ve kendi üstünde bir güce dayanmak mecburiyeti hissettiği ilkel döneminde bir ‘tanrı’ya İnanma ihtiyacı duyar;

3-Tabii bilimlerin ve teknolojinin insana tabiat üzerinde hakimiyet kazandırması ve tabii olaylara bilimsel açıklamaların getirilebilir olmasıyla fonksiyonunu yitirmeye başlayan din, insan hayatının belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır;

4- Herşeye rağmen, bazı insanlar gerek davranışlarına ahlaki, bir yön vermek, gerekse bir takım insanı duygularını tatmin etmek için hangi şekilde olursa olsun herhangi bir dine inanmaya devam edebilirler;

5- Din, duygu ve ahlak alanından çıkıp, toplumsal hayatı sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan düzenlemeğe kalktığında, halkı insan-üstü güç(ler) adına kullanıp İstismar etme heveslisi ‘din adamları’nın sömürü aracı olur, bu yüzden buna izin verilmemelidir. XIX. yüz­yıl Fransız düşünürü Ferdinand Bııisson’un ifadesiyle, “Laik okul dini mahvetmeyecekiir.”

Bilim ve teknolojinin katı dogmalarının ‘dînin nasları’ yerine geçtiği modern Ban düşüncesinin saplandığı bu pozitivist din anlayışının geçersizliği ortadadır. Önceki yüzyılın sonlarıyla bu yüzyılın başlarında Avrupa’nın içinde bulunduğu sosyal, ekonomik, askeri, siyasi ve bilimsel ortamı insanlığın ulaşacağı nihai sevi­ye olarak gören bu pozitivist düşünce, çağdaş uygarlık seviyesi hedefine yönelmiş birtakım ülkeler dışında arlık fazla İtibar görmemektedir. Önceki yüzyılın sonlarında ortaya çıkan varoluşçu endişe ve gerilimden de önce, dini insanlık tarihinin belli bir evresine ah fonksiyonunu yitirmiş bir vakıa olarak gören Augus-te Comte’un bile hayatının sonlarında kendi pozitivizmiyle çelişen bir insanlık dini peşinde koşması, pozitivist din anlayışının geçersizliği­ni ortaya koyan bir hadisedir. Aynı şekilde, dün olduğu gibi bugün de İnsanların büyük çoğunluğunun en azından hayatlarının belli bir döneminde Din’e yönelmeleri, devasa bir teknolojinin hakim olduğu Batılı ülkelerde her geçen gün şeytana tapma gibi yeni yeni ilkel dinlerin ortaya çıkması, insanların akın akın telepati, ruh çağırma, büyü, falcılık ve keha­net gibi hurafelerde doyum araması ve bütün bunların yanısıra, insanlığın sigorta, sendika, güçlü yönetim, holding ve ortak savunma ve ekonomik işbirliği paktlarında güven ve gele­cek garantisi peşinde koşması:

a) Dinin ilkel insanın zayıflığının bir ürünü olduğu;

b) İlkel ve çok-tanrıcı dinlerin tarihin ilk dönemlerinde yaşamış ‘ilkel’ insanlara ait olup, dinin de insanla birlikte evrim geçirdiği;

c) Dinin, yangın ve hayat sigortalarımızla, demiryollarımız ve buhar gemilerimizle, resim ve heykel galerimizle, zıtlık içinde olup artık dine ihtiyaç kalmadığı iddialarını çürütmekteve Batıdaki dinler tarihi çalınmalarının dayanak noktalarını da geçersiz kılmaktadır.

Yüzyılın başında yaşamış ve Batının Çöküşü adlı eseriyle Batının bunalımım isabetle teşhis etmiş olan Oswald Spengter gibi sosyologlar, “Birgün bütün demiryolları, gemileri, dev kentleri ve gökdelenleriyle” dinsiz Batı medeniyetinin ‘etnografik’ bir müze haline geleceğini söylemekle, R.Guenon, M.Lingis A. Carrel, Max Planck, Fqritjof Capra gibi emsali git­tikçe artan filozof ve bilim adamları değişik bi­çimlerde de olsa dinin en muhteşem biçimde insanlığı gerçek saadete bir kez daha ulaştıracağını ifade etmektedirler. Yine dini afyon te­lakki eden komünist ülkelerdeki değişimin ya­nısıra, bu ülkelerde ve Batıda her gün binler­ce insanın “Tevhid Dini’ne koşması ve İslam dünyasında insanın bireysel ve toplumsal tüm hayatını her yönüyle dine dayama ve dolayısıyla dinin hayatın bütününü kuşatıcı özelliğini kabul yönünde verilen mücadele ve yapılan çalışmalara Batı’dan gelen şimdilik bireysel katkılar pozitivist din anlayışının iflasının şahitleri sayılmalıdır.

Dinin yukarıda ifade edildiği şekilde Batılı filozof veya düşünürlerce yapılan tanımlamalarındaki en önemli etkilerden biri, din denilince akla doğuşundan hemen sonra laik ve dünyevi bir kimlik kazanmış olan Hristiyanlığın gelmiş olmasıdır. Batı dillerinde ‘din’ karşılığı kullanılan kelimeler de bu bağlamda manidar bir özelliğe sahiptir. Sözgelimi Yunanca’da ‘din’ karşılığı kullanılan kelimenin anlamı “korku ile karışık saygı”dır. Latince’de din, religio kelimesiyle ifade edilirdi ki, bugün bir çok Batı dillerindeki religion kelimesi bu kökten gelmektedir. Kelimenin ‘bağlamak’ manasın­da kİ/i-ligare kökünden mi, yoksa ‘saygıyla ken­dini toplamak’ anlamındaki religare kökünden mi geldiği ihtilaflı da olsa, her halükarda kelime Allah’a karşı saygıyla karışık bir bağlılık duygusu İfade etmektedir. Batıda dinin en ni­hayet bir duygu, bir ahlak ve salt bir vicdan meselesine dönüştürülmesinde bizzat kelimenin ifade ettiği anlamında önemli etkisi olmuştur.

ed-Din kelimesi bizzat Kur’an’daki kullanılış biçimleriyle çok çeşitli anlamlara gelmektedir. Ceza, ödeşme yargılama, tecziye (ceza veya mükafat verme) (Fatiha; 4, Zariyat; 6, İnfitar; 18-19) Saffaf; 53, Vakıa; 86) yol, yasa, anayasa (Yusuf; 76), ceza hukuku (Nur; 2) ahlaki- manevi-dünyevî yasalar bütünü, sistem, gi­dişat (Ahzâb; 5, Mümin; 26) kulluk, İtaat (Nahl; 52), barış düzen (Enfâl; 39) bu anlam­ların başlıcalarıdır. Başta verdiğimiz terim anlamıyla Kur’an iki tür dinden sözeder: 1- Hak din; 2- Bizzat insanın icad ettiği batıl din.

Kur’an çok net olarak kainattaki irade sahibi varlıklardan başka (insanlar ve cinler) tüm varlıkların Allah’a teslim olup itaat ettiklerini belirtir ve bu yüzden insan elinin ulaşamadığı her yerde tam bir denge ve barış hakimdir. İnsan ise yeryüzünün halifesi olarak yaratıldığından, kendisine irade ve bilgi verilmiş olup, gö-revikendi İradesiyle yeryüzünü barış içinde ka­inatın diğer yöreleriyle birleştirmek, yeryüzün­de fesat çıkarmamaktır. İrade sahibi olduğun­dan zahirde birbirine zıtmış gibi görünen, Takat (emelde birbirini tamamlayan iki cephesi vardır. İnsanın: Ene (ben-ego) cephesi ve Hüve (o) cehpesi. Müstesna bir yaratılışa sahip olan insan bu iki cehpesi nedeniyle çeşit çeşit eğilimler, arzular ve duygular içindedir. ‘Ben’in isteklerini yerine getirmede bir çok sanatlara ihtiyacı vardır. Bu sanatların hepsine birden sahip olamadığından hem cinsleriyle bir arada yaşamak zorundadır ki, her insan kendi özel kabiliyet, çalışma ve emeğinin ürü­nünü başkalarınkiyle değiştirsin ve böylece bireysel ve toplumsal planda dünya hayalını yaşasın.

İnsana yeryüzündeki fonksiyonunu yerine getirmesi ve hayatını sürdürebilmesi için, nıiis-lüman hakimlerin ifadesiyle,

1- Kuvve-i Şeheviyye (yeme içme, üreme… dürtüleri);

2- Kuv­ve-i gadabiyye (savunma ve korunma için ge­rekli öfke, mücadelecilik ve saldırganlık gibi dürtüler)

;3- Kuvve-i akliyye(düşünme, muhakeme…) adlı üç kuvvet verilmiştir. Bu kuvvetler yanma tarafından sınırlandırılmamış olup insanın kendi iradesiyle maddi manevi tekamülünü sağlaması için başıboş bırakılmıştır. Eğer İnsan sahip olduğu bu kuvvetleri bireysel ve toplumsal hayatının ‘barış’ içinde düzenli olarak geçmesi için gerekliği biçimde sınırla­mazsa, bu kuvvetler ‘iffetsizlik, hak-hukuk bil­meme, hakka tecavüz, önü alınmaz bir öfke ve yanlışı doğru, doğruyu yanlış gösterme’ gibi uç noktalara kayar ve bunun sonucunda bireysel ve toplumsal hayatta zulüm, fesat ve tecavüzler meydana gelir. Gerek bu zulüm, fe­sat ve tecavüzleri önlemek, gerekse insandaki kuvvetleri kendisine ve topluma yararlı ‘orta yola’ çekmek için kapsamlı bir ‘adalet’e ihtiyaç vardır. Bireylerin aklı bu kapsamlı külli adaleti kavramaktan acizdir. O halde külli bir akla İhtiyaç vardır ki, bütün bireyler bu külli akıldan istifade etsinler. Kişiyi kendi hayâtında tam bir mutluluk, düzen ve ahenk içinde geçirebileceği noktaya getiren toplum hayatını adalet temellerine oturtan ve sonunda ölümle birlikte ebedi bir cennet hayatının ka­pılarını açan bu külli (tümel) akıl, Allah tara­fından gönderilmiş olan ed-Din, yani Hak Din’dir.

Sonra dinin tatbikini temin edecek bir merci, bîr sahip lazımdır. Bu merci ve sahip de ancak peygamberdir. Peygamber olan zatın da her yönden halka olan hakimiyetini devam ettirmek için maddi ve manevi bir yüceliğe ve bir seçkinliğe ihtiyacı olduğu gibi, yaratıcı ile olan ilişkisinin derecesini göstermesi içinde bir ‘dclil’c ihtiyacı vardır. Böyle bir delil onun şahsiyeti, hayatı ve mucizeleridir.

Dini gönderenin, yani Allah’ın emirlerine ve yasaklarına bir başka deyişle ed-Din’e itaat ve bağlılığı sağlamak için Allah’ın kudret ve bü­yüklüğünü zihinlerde tesbit edip gönüllerde yerleştirmeye ihtiyaç vardır. Bu da ancak imanı hakikatlerin tecellisi ve inkişafıyla mümkün olur. İmanî hakikatlerin tecelli, takviye ve inki­şafı da ancak tekrar ile yenilenen ve güçlenen ibadetle mümkündür.

Bazı müslüman alimler dini bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çerçevesini, dinin daha çok idari ve toplumsal hükümleri oluşturur: Allah’ın koyduğu vergileri toplayıp yerlerine harcamak, dinin serbestçe yaşanacağı ortamı hazırlamak vebu amaçla dini yaymak, di­nin, ülkesinin ve insanların can, mal, ırz ve akıllarının korunması ve bunlara karşı girişi­len tecavüzlerin önlenip dinin tebliğinin önüne konan engellerin kaldırılması için gerekir­se savaşmak, ticari, mali sermaye-emek ve her-türlü karşılıklı ilişkileri düzenleyici kurallar, mülk edinme, evlenme, boşanma, miras vb. konusundaki kurallar, suç işleyenleri cezalan­dırmak ve zulme meydan vermemek bu hü­kümlerin bazılarıdır.

Tekerlekte çerçeveden sonra çubuklar gelir. Çubuklar merkezi çerçeveye, çerçeveyi de merkeze bağlar. Çubuklar çerçeveden merkeze doğru gider. Namaz, oruç, İçki-kumar yasağı, hile yapmama, aldatmama, hacc, İnfak, zikir, dua, tefekkür, murakebe, nafile ibadetler, zühd, tevekkül, sabır, şükür vb. çubukları oluş­turur. Merkezle çerçeveyi birbirine bağlayan bu çubuklar sayesinde merkezi oluşturan ‘Ha­kikat’ bütünüyle çerçevede yansır. Merkez, en net ve özlü ifadesiyle “la ilahe İllallah, Muhammedi’m Rasulullah” kelimesinde anlamını bu­lan hakikattir. Tekerleğin üzerinde bulunan toplum da hakikat üzere olan toplumdur. Bu hakikatle, İnsanın öz varlığını oluşturan haki­kat ve kainatta hakim olan hakikat arasında hiçbir fark yoktur. Demek oluyor ki, dinîn so­nunda vardığı hedef ve taşıdığı öz, insana ger­çek insanlığını, ‘kamilinsün'(İnsan-ıkamil) olma halini kazandırmaktan ibarettir. Bu tüm İnsanlığın hayatında gerçekleştiğinde, yeryü­zünde ve artık kainatta Tevhİd bütünüyle ha­kim olmuş ve göklerle yer ‘barış,’ İçinde birleşmiş, demektir.

İnsan gerek bireysel gerekse toplumsal hayatında birtakım kurallara uymak zorundadır. Bu kurallar eğer Allah’ın seçip gönderdiği dinin kuralları değilse, onların yerini İnsanların veya İnsanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kurallar alacaktır. Bu durumda ortaya İn­san yapısı, Özde bir ama nicelik bakımından bîrden fazla olabilen din(lcr) çıkar. Bu diıı(-ler)in tann(lar)ı onu ortaya koyan(lar)ın nefs(ler)idir, arzularıdır, heves ve tutkuları­dır. Toplum hayatındaki rabb(ler)i ise, o insanların kendileridir. Bu din(ler)in de inanılıp kabul edilmesi gereken birtakım esasları ve uyulması gereken hukuki ve ahlaki kuralları vardır. Allah’ın asla razı olmadığı bu din(-ler)de özde bir, şekilce ayrı pek çok pullar bu­lunur. İnsanlık tarihinin şahit olduğu üzere bu toplumsal hayattaki dayanak noktası kuvvet­tir; hedefi çıkardır; hayattaki düsturu kavgadır, boğuşmadır; toplumlar arasındaki bağı ırkçılıktır, kabileciliktir; meyvesi, nefsani he­vesleri tatmin ve insanlığın ihtiyaçlarını artır­maktır.

Hak dinin esası Allah’a kulluktur, ama bu, yalnız Allah’a kul olmakla başka hiçbir varlı­ğın önünde boyun eğmeyi kabul etmeyen bir kulluktur. Hak Dinin toplum hayatındaki dayanak noktası haktır, gayesi fazilet ve Allah’ın maşıdır; hayat düsturu yardımlaşmadır; top­lumlar arasındaki bağı iman bağıdır, meyvesi nefsani heveslerin tecavüzüne set çekip ruhu yüceliklere teşvik, ulvi hisleri tatmin ve insanı kemalata sevketmektir.

Batılı dinler tarihçilerinin teorilerinin aksine, insanlığın ilk dini ‘animizm’ veya ‘totemizm’ gibi ‘ilkel’ dinler değil, Kur’an’ın deyişiyle el-Islam’dır İnsan, insan olmak bakımın­dan hisleri, arzulan ve hedefleriyle aynı İnsan olduğundan, Allah’ın onun için seçip gönder­diği din de temelde hep aynı ve tek olmuştur. Hz.Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi tüm resullerin gelirtp tebliğ, nebilerin uyup tatbik ettiği dîn her zaman için Kur’an’ın tabiriyle el-İslam olmuştur. Ama, her defasında bir takım nefsani sebeplerle bu dinden uzaklaşan insanlar temelde aynı, fakat şekilce farklı olabilen (dinler) üretmişler ve böylece ‘İlkel, batıl, şirk dinleri’ ortaya çıkmış­tır. Nitekim, Hindin kutsal kitaplarından Ve-dalar’ı inceledikten sonra Alman filozofu Sc-hellİng’in vardığı sonuç cidden ilginç olup, bu gerçeği doğrular mahiyettedir. Şöyle diyor Schelling: “Bütün insanlık önceleri tek varlıktı ve tek Tanrı’ya inanıyordu. (Sanki) en eski din yıldız yıldız parçalanmış.”

Batı’daki dinler tarihi teorilerinin etkisinde kalan bir takım son dönem müslüman araştırıcılar, İslam’ın bazı unsurlarını (tasavvuf gibi, mehdilik gibi) eski Hİndve ön Asya dinleriyle Hıristiyanlık ve Yahudilikte de görünce, bun­ların İslam’a o dinlerden girdiği gibi yanlış bir sonuca varmışlardır. Oysa, İslam’dan sapma sonucu ortaya çıkan bu dinler kuşkusuz İs­lam’dan bir takım doğruları da kendilerinde barındırmaktadırlar.

Dini tanımlarken, onu salt bir his ve heyecan olarak görmekle kimi batılı düşünürlerin düştüğü hataya karşılık, kimi müslüman düşünürler de onu salt bir sistem, bir ideoloji gibi değerlendirmekle hataya düşmektedirler. Din, bciki bir sistemdir; insanın bireysel ve toplumsal hayalını her bakımdan düzenleyen bir sistemdir, fakat bu sistemde hedef dünya mutluluğu değil, Allah rızası, mükafat, dünya hayatında refah, maddi-askeri alanda galibiyet ve yeryüzünde hakimiyet değil, belki bun­lar da verilmekle birlikte, yine Allah’ın hoşnutluğu ve öte dünya mutluluğudur. Bu sistemde, dünya hayatı ahiretin tarlası, cennet veya ce­henneme uzanan Sırat’tır. Bu sistemin teme­linde bir yönüyle ilim, bir yönüyle muhabbet ve feraset yatar; nefsin hayatının yanısıra onun da ııyniük zorunda olduğu kablî hayat ya­tar. Bu bakımdan his, heyecan, ulvi duygular, vecd ve muhabbet dinin asli öğeleri arasında­dır.

Batılıların din adma reddettikleri işte dinin bu yönüdür; fakat bu asli yönüyle insanlığın dinsiz olamayacağı, yukarıda verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi ortadadır. Çünkü din, insanın fıtratına, vicdanına yerleştirilmiş­tir ve oradan çıkartılıp atılması mümkün değildir. Bu yönüyle dini reddedenler, gerçekte kendilerini ‘dinsiz’ sananlardır; yoksa mutlak inkâr, imkansızdır. İkinci olarak, dini beşer ha­yatını kuşatan şu veya bu §ekilde bîr sistem olarak ele aldığımızda yine her insanın hak ve­ya batıl mutlaka bir dine tabi olduğunu görürüz. Şu kadar ki, Allah’a izafe edildiğinde, ya­ni Allah’ın dini veya ‘hak din’ kastedildiğinde din adına karşımıza yalnızca İslam çıkar. Bu­nun karşısındakilere bu anlamda “din” denil­mez.

Son olarak, din yukarıda verilen sözcük anlamları dahilinde terim anlamıyla ele alındığında, bir başka deyişle terim anlamı sözcük anlamlarına uygulandığında ortaya şöyle bir tablo çıkar:

Allah’ın insanı mükemmel şekilde yaratıp yeryüzünde halife yapması, ona gitmesi gereken yolu göstermesi, kitaplar ve peygamberler göndermesi kainattaki çoğu varlıkları emrine vermesi hep onun insan Üzerindeki birer ni­meti, emaneti, aynı zamanda insanın da Allah’a karşı bir bakıma borçlanmasıdır. Eğer in­san yeryüzünde Allah’ın nimetleri karşısında şükürde bulunursa borcun gereğini yerine ge­lirmiş olur. Bu da Allah’a İtaatla mümkündür. Allah’a İtaat ise ancak onun gönderdiği hü­kümleri uygulamakla mümkün olur.

Ali ÜNAL, Zübeyir YETİK – SBA


Din

Din, Arapça bir kelime olarak Dâlyenun harflerinden meydana gelmiştir. Söyleyiş şekli değişmeksizin Türkçe’ye girmiştir. Kelime gerek İslam öncesi Arapçasında gerek Kur’an ve sünnette oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabii bir sonucu olarak kelime; İslam Tarihi boyunca bütün çeşitliliğiyle ve farklı oranlar da olsa da-yoğun olarak kaynak­larda. İlmi ve edebi eserlerde; sözlü ve yazılı anlatımlarda yerini almış; İslami ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer almıştır. Bu bakımdan bu kelimenin hem sözlük hem terim anlamı anlam itibarıyla ona yakın ıstılahlarla birlikte yakından bilinmeli; Kur’an ve Sünnetteki kullanmaları etraflı bir şekilde ta­nınmalıdır. Bu maksatla burada kelimenin lü­gat ve terim anlamlan dışında yakın anlamlı terimlerle karşılaştırmasını yapmakla birlikte Kur’an ve sünnetteki kullanmaları da ele alınacaktır. Ayrıca konuyu tamamlayıcı diğer bazı hususlara da değinilecektir.


Sözlükle “Din”:

1- İyi ya da kötü kargılık, ceza: “Eğer siz ceza görmeyecek (din kökünden: “Medinin”) olsaydınız.” (el-Vakıa, 86).

2- Adet ve alışkanlık Şair: “Ebedıyyen onun da benim de “din”im bu mudur?” derken “adet ve alışkanlığı bu mu­dur?” demek İstemektedir.

3- İtaat, ziller ve bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek: “Filan oğulları kıratlara boyun eğmezler (la yedinune)” denirken bu anlamıy­la kullanılmaktadır.
Hadisi şerifte geçen: “Akıllı kişi nefsine hakim olandır (dâne)” şeklindeki kullanımı da bu manaya bir örnektir.

4- Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı) gidiş idare. Başkalarını idare etmek üzere görevlendirmiş olduğumuz birisinden: “Deyyentuhu’l-kavme” diye söz ederiz.

5- Tevhid, Allah’a İbadetin her türlüsü, dine yakın manasıyla millet, vera ve masiyet.

6- Bir şeye zorlanmak.

7- Aziz ve zelil olmak.

8- İtaat etmek, asi olmak.

9- İyi ya da kötü bir şeyi alışkanlık haline getirmek… gibi mamıkını gelmektedir. (Mecdüd-din ei-Firuzabadi. el-Kaniusu’l-Muhit, Beyrut 1407/1987, s.1546; Ebu’l-Hasen b. Side, el-Muhassas, Beyrut, (t.y.), XVII, 155-156, Ebu’1-Beka, el-Külliyat, Amira, 1287, s.327, Şehrİstani, el-MiJel ve’n Nihal, Beyrut 1395/1975, I, 38; Ebu’1-A’lâ el-Mevdudi, Kur’an’a Güre Dört Terim, “DİN” Bahsi, Ta­rih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr.N.Ahnıed Asrar, Ankara 1983, I, 300 vd vs…)

Aynı kökten gelen ve Yüce Allah’ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan “ed-Deyyan” yapılan işlerin kargılığını veren, kahreden yani islediği­ne zorlayan, egemen, hikmetle yöneten, hesa­ba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren demektir. (İbn Side, a.g.e., XIII, 155; el-Fİruzabadi, aynı yer; Mecdu’d-Din İbnu’lrEsir, Beyrul 1399/1979, en-Nihaye fi Garibi-1-Hadis, II, 148).

“Mütedeyyin” ise, Allah’ın dinine teslim olan, itaatkar, Öldükten sonra hesab ve eczaya inanan kimse demektir. (Şehristani, a.g.e. I, 38).

Terim Manası:
Rağıb el-İsfahani, terim olarak “Din”i şöylece tanıtmaktadır: “Yüce Allah’ın kullarının faydasına kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için peygamberleri aracılığı İle gönderdiği teş-ri’lcridir.”(el-MüfredalfİGaribi’l-Kur’an, Ka­hire, 1381/1961, s.174).

Muhammed AH et-Tehanevi de şunları söy­lemekledir: “Şer’i bir lerim olarak “din”, şeriat demektir. Din, şöyle de tarif edilmiştir: Akıl sahiplerini kendi iradeleriyle seçtikleri, onları dünyada salaha, ahirette felaha kavuşturan Al­lah tarafından konulmuşkanunlardir. Bu anlamıyla din, hem inanç konularını hem de ameli konulan kapsamaktadır. Her peygamberin ge­tirdiği “millet” hakkında da kullanılabilir. Al­lah’tan geldiği için (Allah’ın dini şeklinde) Al­lah’a; peygamber tarafından tebliğ edildiği için (“Peygambcr’in Dini” şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de (mesela “Müslümanların Dini” şeklinde) Ümmete iza­fe edilebilir. (Keşşafu Istılahat’l-Füntm; Kal-kutta, 1862’den İstanbul, 1404/1984 tıpkı ba­sım, 1.503).

İbn Teymiyye de terim olarak “din”i şöylece açıklamaktadır: “İslam, İman ve İhsan diye ifade edilen her üç kademe “din”in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi: Hz. Cebrail gelip bu konularda sorular sorup cevaplarını aldıktan sonra Hz. Peygamber (s) şöyle,buyurmuştur: “O, Cebrail’dir. Size dininizi öğretmek üzere gelmiştir”. Böylece o, bunların hepsinin “din”imizin kapsamına girdiğini açıklamış oluyor.” Din ile Allah’a ita­at ve ibadet edildiği için “Allah’ın Dini” deni­lir. Kula izafe edilmesinin sebebi İse itaat ede­nin o olmasıdır.” (Mecmu’u Fetava İbn Tcy-miyye, 1398 baskısından tıpkıbasım, XV. 158).

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, “din”, ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde “hak din” ve “son din” olan İslam tanıtılmak istenmiştir. Bunun en önemli sebebi olarak Al­lah katında geçerli tek din’in İslam olması (Al-i İmran, 19, 85)  gösterilebilir.

felsefe/dinislam
Kur’an-ı Kerim ‘de Dîn

Din’İn terim manası bu olmakla birlikte Kur’an ve Sünnette bu kelimenin kullanılmasını tetkik ettiğimiz takdirde; sözlük anlamlarının birçoğunu da kapsayacak şekilde ele alın­dığını rahatlıkla tesbit edebilriiz.

“Borç” anlamına gelen ve “din” kelimesi ile aynı harflerden oluşan “deyn” kelimesini ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursa; “din” ve türevleri Kur’an-ı Kerim’de: Doksan-beş kez tekrarlanmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de bu kelimenin hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle daha yakından tanımak üzere Damegani ile Rağıb el-Isfahani’nin açıklamalarını aktaralım.

el-Isfahani, dini: “İtaat, ceza (karşılık) demek olup şeriat hakkında istiare yoluyla kullanılmışiır. Din, mana itibariyle “millet”e benzemekle birlikte, şeriata bağlılık ve itaat demek-dir” diye tarif ettikten sonra, çeşitli manalarına örnek olmak üzere birtakım ayetleri kaydetmektedir. Ona göre, Al-i İmran; 19, Nisa; 125. ayetlerindekİ “din” kelimesi “itaat” anla­mındadır. “Ey kitab ehli! Dinlerinizde aşırılı­ğa gitmeyin.” (Nisa; 125) buyruğu ise, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslam Di-nİ’ne uymak için bir teşviktir. Bakara; 256’da “Din’de zorlama olamayacağım” hükme bağla­yan ayet-i kerimede de maksat “itaal”tir, çün­kü dine bağlılık ancak “ihla s’la olabilir. “İhlas” ile “zorlama” ise, birbirine aykırı hallerdir. Al-i İmran; 83 ayetinde yer alan: “Onlar, Al­lah’ın Dini’nden başkasını mı arıyorlar?” buy-ruğundaki “Din”den kasıt ise İslam’dır. Sâd; 85, Fetih; 28, Saf; 9, Tevbe; 29, Nisa; 125 ayet­lerinde de aynı şekilde “İslam” kastedilmek!e-lir.

Vakıa; 86. ayette geçen “Medinin” kelimesi, ‘amellere karşılık” manasınadır. (R.el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an, Kahire 1381/1961, s. 175).

Damegani’nin bu kavramı açıklaması daha doyurucudur: “Din, Kur’an-ı Kerim’de beş anlamda kullanılmıştır:

1-Tevhİd: Al-i İmran; 19’da bu anlamdadır. Zümer; 2, Rum; 30, Lokman; 32 ayetlerinde olduğu gibi.

2-Hesab: Mutaffikin; 11, Sâffât; 53, Vakıa; 85’da olduğu gibi.

3- Hüküm ve Yargı: Yûsuf; 76’da “Melikin Dinî”, Melik’in hüküm ve yargısı demektir. Nâr; 2’de “Allah’ın Dini” buyruğu da Allah’ın hükmü, yargı ve kanunu manasınadır.

4- Bizzat dinîn (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen, kişisel ve toplumsal ilişkiler, eşya ve kainat münasebetleri, değer yargıları v.s.’nin) kendisi. Eksiksiz ve tam haliyle Allah’ın Dini, İslam: Tevbe; 33, Saf; 9, Fetih; 28’de olduğu gibi.

5- Millet: Beyyine; 5’de olduğu gibi. (el-Hüseyîn b. Muhammed ed-Damegani, Kamu-‘l-Kur’an, Beyrut 1983,178-179).

Mevdudi, Kur’an-ı Kerim’de “Din” kelimesinin anlamına ayırdığı değerli incelemesinde şunları söylüyor: “… Bu bakımdan “din” kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Sözkonusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:

1- Hakimiyet ve yüce egemenlik.

2- Bu yüksek egemenlik ve hakimiyete itaat edip boyun eğmek.

3-Bu hakimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikri ve ameli düzen.

4- Bu düzene uymaya ve ihlasla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükafat veya karşı gelmek halinde isyan etmeye ceza verdiği” (Mevdudi Kur’an’a Göre Dört Terim. s. 103).


Sünnette Din:

Hadis-i Şeriflerde de “din” kökünden türeyen kelimeler çeşitli kip ve anlamlarıyla kullanılmıştır (Bk. el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfazi’l-Hadis… II, 163 vd., 165 vd.)

Hadİs-i Şerirlerde “din” kelimesinin hangi manalarda kullanıldığını görelim:

1-Boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek: “Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah’a) ibadet ettirendir.” (Tirmizi, Kıyame, 25; İbn Mace, Zühd 31) Bu hadis-i şerifde geçen “dane”nin hesaba çeken manasına geldiği de söylenmiştir.

Hz. Peygamber’in: “Kureyşten söyledikleri takdirde bütün Arapların kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum.” (Tırmİzİ, Tefsir, Sure, 38, Bab 1: Ah-med b. Hanbel, 1,237) anlamındaki hadisinde de aynı anlamda kullanılmıştır.

2-İnanç ve ibadet: “Kureyş ve onlar gibi inanıp ibadet edenler (dane, dinehum) Müzdelife’de vakfe yaparlardı.” (Buhari, Tefsir, Sure -3, Bab 35, Müslim, Hac, 151). Yani, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler, kastedilmektedir.

3- Hayır olsun, şer olsun karşılık: “Nasıl davnırsan, öyle karşılık görürsün.” (Buhari, Tef­sir, Sure 1, Bab 1)

4- Kahretmek, mecbur etmek, egemen ve hakim, Allah’ın “ed-Deyyan” ismi bu anlamdadır. (Ebu Ubc-el-Kasım b. Sellam, Garibu’l— Hadis,    Beyrut     1396/1976,    Haydarabad, 1385/1966’dan tıpkıbasım, II, 134-136, Mec-du’d-din İbnu’1-Esir, a.g.e., II, 148-149).

1-Millet: Aslında yazdırmak anlamına gelen “imla”dan gelmektedir. İzlenen “belli yol” ma­nasına da gelir. Peygamberler şeriatı ümmetlerine yazırdıkları ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından “şeriat” manası­na kullanılmamıştır: “Küfür, tek millettir” sö­zünde olduğu gibi, “batıl” hakkında da kullanılabilir. (Tehanevi, a.g.e, II, 1346).

Firuzabadi, el-Kâmus’da: “Millet”, şeriat veya din demektir.” (s.1367) derken, R. el-Isfahani, “Millet, anlamı itibariyle ‘din’e benzemektedir.” der. Aralarındaki fark şudur: Mil­let, ancak Peygamber’e izafe edilir.: “Atalarınız İbrahim’in, İslıak’ın, Yakub’un milleti ne uydum.” (Yusuf, 38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır. “Al­lah’ın milleti”, “Zcyd’in milleti” gibi terkipler yapılmaz. Millet, ahirette Allah’ın mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderil­diği şeriatın adıdır.” der. (el-Isfahani, a.g.e., 471-472, Ebu’1-Bekâ, a.g.e., 327-328).

2-Şeriat: Şer:

Sözlüklerde geçen anlamı : suya giden yol demektir. “Şeriat”da aynı anlamdadır. İslami bir kavram olarak ise; yüce Allah’ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile ilgili olsun, İster iti­kadı ilgilendirsin, herhangi bir peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şeriata “din” ve “millet” adı verildiği de olur. Şeriat kendisine itaat edilmesi bakımından “din”, dikte edilip yazılması bakımından da millet, belirlenmiş bir yol olması bakımından da “Şer’ ve Şeria: tır. (eı-Tehnanevi, a.g.e, I, 759-76U).

Ebu’l-Beka, “Din” kelimesine yakın terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret etmektedir: “Çoğunlukla bu lafızların biri diğerinin yerine kullanılabil­mektedir. Bu bakımdan bunlar bizzat bir ol­makla birlikte mana itibariyle birbirinden farklıdırlar. Çünkü “Peygamber’den sabit olan özel yola uyulması açısından “tarika (yol)”, gereğince dinlenmesi, bağlanılnıası (İz’an) gereği açısından “İman”, onu teslimiyet­le kabul gereği açısından “İslam”, ona bağlan­manın karşılığının verilmesi açısından “din”, dikte ettirilip yazılması ve etrafında toplanıl­ması açısından “millet”, susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip İçtikleri İçin “şeriat”. bir diğer adı “en-Namus” olan Cebrail’in vahiy yoluyla onu gelirmiş olması açısından da “en-Namus” adı verilir.” (Ebu’l-Beka, a.g.e., 327-328).

Din, Millet ve Mezheb arasındaki farka gelince; Din Allah’a, Millet Rasul’e, Mezheb de Müctehid’e nisbet edilir. (Şerif el-Cürcani, et-Ta’rilat, “DİN” maddesi).

Beşir ERYARSOY – SBA


felsefe/dinler Din

Din, genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlaki öğeler taşıyan, çeşitli ayin, uygulama, değer ve kurumlara sahip inançlar ve ibadetler bütünü. Zaman zaman inanç sözcüğünün yerine kullanıldığı gibi, bazen de inanç sözcüğü din sözcüğünün yerinde kullanılır. Din tarihine bakıldığında, birçok farklı kültür, topluluk ve bireyde din kavramının farklı biçimlere sahip olduğu görülür. Arapça kökenli bir sözcük olan din sözcüğü, köken itibariyle “yol, hüküm, mükafat” gibi anlamlara sahiptir.

Tanımlar

Din kavramı Encyclopedia.com’da şöyle tanımlanır:

“Din üyelerine bir bağlılık amacı, bireylerin eylemlerinin kişisel ve sosyal sonuçlarını yargılayabilecekleri bir davranış kuralları bütünü ve bireylerin gruplarını ve evreni bağlayabilecekleri (açıklayabilecekleri) bir düşünce çerçevesi veren bir düşünce, his ve eylem sistemidir.”

Türk Dil Kurumu sözlüğünde:

“Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, diyanet” ve “Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen” şeklinde tanımlanır.

Farklı din tanımlamaların ortak noktaları birleştirildiğinde, din insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan kurum, bir değer biçme ve yaşama tarzı; yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi faaliyette bulunma olgusu; üstün varlıkla ona inanan insan arasındaki ilişkiden doğan deneyimin inanan kişinin hayatındaki etkileri olarak tanımlanabilir.

Genel olarak din, doğaüstü bir nitelik taşır, mukaddestir, değişmezdir (dogmatik) ve gönülden bağlanmayı yani teslimiyeti gerektirir. Pek tabii ki din tanımı, özellikle dini bir bakış açısından, her farklı dini grup ve dinde çeşitlilik gösterir. Dinin taşıdığı nitelik ve öğeler de farklı dinlerde büyük bir değişiklik ve çeşitlilik göstermektedir.

Din kavram, anlayış ve türlerinin gelişimi tam olarak bilinemediği gibi tam olarak belirlenememektedir de. Bunun en büyük nedeni, açıkça ayrıştırılabilecek devrelere sahip olmamasıdır. Yine de, özellikle 1800’ler sonrası yapılan arkeolojik kazılar ve dünyanın geri kalanından izole edilmiş kültürlerin antropolojik ve tarihi yapılarına dair elde edilen bilgi ve gözlemler sayesinde, bir kronoloji elde edilememiş olsa da bir tipoloji geliştirilebilmiştir.

Bugün eldeki bulgular ve var olan kültürel çeşitlilik sayesinde, gerek eski gerek yeni farklı din tipleri, formları ve anlayışları tanımlanmıştır. Bu tanımlamalar akademisyenler arasında çeşitlilik gösterse de belli bir oranda benzeşmektedir. Daha Fazla Bilgi başlığı altında farklı inanç tipleri, dini öğeler vb. isim olarak sıralanmıştır. Bu konuda daha fazla bilgi için o başlığa göz atabilirsiniz.

Çeşitli dünya dinleri

1. Afrika Geleneksel Dini

2. Ana Yerli İnançlar
3. Bahailik
4. Budizm
5. Cao Dai
6. Çin Geleneksel Dini
7. Farangizm
8. Hıristiyanlık
9. İslamiyet
10. Jainizm
11. Juche
1

2. Mormonluk
13. Musevilik/Yahudilik
14. Neopaganizm
15. Rastafaryanizm
16. Sihizm
17. Şinto
18. Tengricilik
19. Tenrikyo
20. Tinselcilik
21. Üniteryan Üniversalizm
2

2. Yehova’nın Şahitleri
23. Zerdüştlük
24. Hinduizm
25. Konfüçyüsçülük
26. Taoizm

Egemen dinlerin dünya ülkeleri üzerindeki yayılımı

Dini mezheplerin inananlara göre sıralanmasında ise, Roma Katolik Kilisesi Hristiyanlık’taki en büyük mezhepken, Sünnilik İslam’da ve Vaişnavizm de Hinduizm’deki en büyük mezheplerdir. Roma Katoliklerin mi yoksa Sünnilerin mi sayısının daha fazla olduğunu kesin bir şekilde belirtmek çok zordur zira sayılar kabaca eşit düzeydedir ve kesin sayımlar yapmak da mümkün değildir.

Şinto dini bu dinlerin arasında inananların sayısı hakkında soruna sahip dinlerdendir. Zira kişisel bildirimin yanı sıra tapınaklar da bağlı bulunan inananların sayısını bildirir. 17. yüzyıldan beri, Japonya’da Şinto tapınaklarına kayıt işlemini zorunlu kılan yasalar vardır. Bu işlem yüzünden, Japonların yaklaşık %75-90’ı tapınak kayıtlarında yer almaktadır. Bu da inananların kesin sayısını büyük oranda tahrif eder. Bazı anketler sonuçları Japonların yaklaşık %3.3’ünün kendisini “Şinto” olarak tanımladığını göstermiştir.

Dinle İlgili Bazı Konu ve Anlayışlar

Din ve Bilim
Dini bilgi, çoğu dindar insana göre, dini önderler, kutsal metinler ve/veya şahsi ilham ile kazanılır. Bazı dinlere göre bu tür bir bilgi sınırsız bir mahiyettedir ve her türlü soru ve soruna cevap niteliği taşır. Bazı dinlere göre ise dini bilgi hayata özellikle dini ve pratik anlamda etki eder ve gözlem ile elde edilen bilgiyi tamamlayıcı niteliğe sahiptir. Bazı dinler ve dindar grup ve bireylere göre ise bahsedilen yollardan elde edilen dini bilgi kesin, şüphesiz ve asla yanılmaz türdendir. Dini bilginin tanımı, idrak ve tahlil ediliş biçimleri çoğu zaman dinden dine, mezhepten mezhebe ve bireyden bireye değişiklik gösterir.

Bilimsel bilgi ve metod ise, tam tersi biçimde, dünya ile birebir temasa dayanır ve sadece fiziksel evren ile ilgili kozmolojik soru ve sorunlara cevap verebilir – cevap arar. Tüm bilimsel bilgi şüphe ihtimali barındırır ve daha sağlam delillere dayanacak gelişim ve değişime açıktır.

Din, Felsefe ve Metafizik
Dini ve bilimsel doktrinler arasında, metafiziksel kozmolojinin felsefi perspektifi yer almaktadır. Bu yaklaşım, antik çağda evren, insanlık ve Tanrı kavramının doğası üzerine mantıki yargılar çıkarmaya çalışmaktaydı. Din ve Bililm arasındaki anlaşmazlığı çözmek için geliştirilmiş önemli felsefi araçlardan biri de Occam’lı William tarafından dini savunmak için geliştirilmiş, “Occam’ın usturası”dır. Fakat bu argüman sıklıkla bilim felsefesinde bilimi savunmak için kullanılmaktadır.

Bu hususta not edilmesi gereken bir şey de felsefenin epistemoloji dalıdır. Bu dal, insan bilgisinin doğası ve sınırlarının yanı sıra inançların, doğru veya yanlış olduğunu nasıl anlayacağımızı veya kabul edeceğimizi sorgular.
Meditasyon yapan insan heykeli

Ezoterizm ve Mistisizm
Mistisizm, felsefe ve metafiziğin aksine, mantığın yücelme ve aydınlanmanın en önemli yolu olmadığını öne sürer. Daha çok çeşitli fiziksel disiplinlerde odaklanır; yoga, açlık, dönme (örneğin sema), çile ve hatta psikoaktif maddelerin kullanımı gibi.

Mistisizm, mutlak gerçek, ilahi olan, ruhani hakikat veya Tanrı ile veya onun varlığının bilinci ile birleşmeye çalışmak, bunun için çeşitli yol ve öğretileri takip etmek, buna rasyonel düşünce ile ulaşılamayacağını bildirmektir. Mistikler, deneysel ve entelektüel kavrayışın ötesinde çeşitli gerçekliklerin varlığına inanır ve bunlara kişisel deneyimlerle (tecrübe) ulaşılabileceğini düşünürler.

Ezoterizm, inanç yerine entelektüel anlayışa dayanmayı, dinden daha sofistike olduğunu ve psiko-spiritüel transformasyon teknikleriyle felsefede çeşitli gelişmelere neden olabilineceğini öne sürer (bknz. ezoterik kozmoloji). Ezoterizm, sadece gelişmiş, imtiyazlı kişilere açık olup kuşaktan kuşağa aktarılan ‘gizli’ bilginin varlığından bahseder. Bu kamuya açık olan egzoterik bilginin tersidir. Özellikle ruhsal (ruhani) uygulamala ve disiplinlere önem verir ve uygulanır. Antik Yunanistan’ın mistik dinleri ve modern Scientology dini Ezoterizm’in örneklerindendir.

Vikipedi

DİN

Kıyamet’te herkese dünyada yaptıklarının karşılığının verilmesi, “Eğer siz ceza görmeyecek (din kökünden: “Medînin”) olsaydınız…” (el-Vâkıa, 56/86) âyetinde olduğu gibi “iyi ya da kötü karşılık” anlamında; şâirin, “Ebediyyen onun da benim de “din”im bu mudur?” sözünde olduğu gibi “âdet ve alışkanlık” anlamında;

“Filan kimseler kurallara boyun eğmezler (lâ yedinûne)” denirken ve hadis-i şerifte geçen: “Akıllı kişi nefsine hâkim olandır (dâne)” şeklindeki kullanımında “itâat, zillet ve bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek” anlamlarında; başkalarını idare etmek üzere görevlendirilen birisinden: “Deyyentuhu’l-kavme” diye söz edilirken de “Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare” anlamında kullanılmaktadır.

Ayrıca: “Tevhid; Allah’a ibadetin her türlüsü: yalın manasıyla millet; verâ ve vasiyet; bir şeye zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; asit olmak; iyi ya da kötü bir şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına gelmektedir (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, Beyrut 1407/1987, s. 1546; Ebu’l-Hasen İbn Sîde, el-Muhassas, Beyrut (t.y.), XVII, s. 155-156; Ebu’l-Beka, el-Külliyyât, Âmira 1287, s. 327; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, Beyrut 1395/1975, I, s. 38; Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Kur’an’a Göre Dört Terim, “Din” Bahsi; Aynı Müellif, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr. N. Ahmed Asrar, Ankara 1983, t, s. 300 vd.)

Arapça bir kelime olarak “dal, ye, nün” harflerinden meydana gelen din sözcüğü, söyleyiş şekli değişmeksizin Türkçe’ye girmiştir. Kelime, gerek İslâm öncesi Arapça’sında gerekse Kur’ân ve Sünnet’te oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabiî bir sonucu olarak da din sözcüğü İslâm tarihi boyunca, bütün çeşitliliğiyle ve farklı oranlarda yoğun olarak, kaynaklarda, ilmî ve edebî eserlerde, sözlü ve yazılı anlatımda, İslâmî ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer almıştır.

Aynı kökten gelen ve yüce Allah’ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan “ed-Deyyân”, yapılan işlerin karşılığını veren, kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten,hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren demektir. İbn Sîde, a.g.e., XIII, 155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü’d-Dîn İbnu’l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadis, Beyrut 1399/1979, II, 148)

“Mütedeyyin” ise, Allah’ın dinine teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse demektir. (Şehristânî, a.g.e., I, 38).

Istılah Olarak Dinin Anlamı: “Yüce Allah’ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah’ın koyduğu hükümler.” anlamındadır. Bu anlamıyla din hem inanç konularını hem de amelî konuları kapsamaktadır. Her peygamberin getirdiği “millet” hakkında da kullanılabilir. Allah’tan geldiği için (Allah’ın dini şeklinde) Allah’a; Peygamber tarafından tebliğ edildiği için (Peygamber’in dini şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de (meselâ “Müslümanların dini” şeklinde) ümmete izafe edilebilir (Râgıp el-Isfâhânî, el-Müfredat fî Garîbi’l-Kur’an, Kahire 1381/1961 s. I 74; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, Kalkutta 1862’den İstanbul 1404/1984 tıpkı basım, I, 503)

İbn Teymiyye de terim olarak “din”i şöyle açıklamaktadır: “İslâm, İman, İhsân diye ifade edilen her üç kademe, “din”in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi Hz. Cebrail* gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “O, Cebrail’di. Size dininizi öğretmek üzere gelmiştir. Böylece o, bunların hepsinin “din”inizin kapsamına girdiğini açıklamış oluyor. ” Din ile Allah’a itaat ve ibadet ettiği için “Allah’ın dini” denilir. Kula izafe edilmesinin sebebi ise itaat edenin o olmasıdır.” (Mecmû’u Fetâvâ İbn Teymiyye, XV, 158)

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; “din”, ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde “hak din” ve “son din” olan İslâm tanıtılmak istenmiştir. Bunun en önemli sebebi olarak Allah katında geçerli tek din’in İslâm olması (Ali İmrân, 3/19, 85) gösterilebilir.

Bu tariflerden anlaşıldığı üzere hak din’in diğer bir ifade ile “İslâm”ın temel birtakım özellikleri vardır:

İslâm* dini ile İslâm şerîatı aynı şeylerdir. Dolayısıyla İslâm dışı bütün dinler birer şerîat* ve her şerîat da bir dindir; ancak bunlar Allah katında makbul değildirler.

Din, irade sahibi akıllıları muhatap alır.

Din, Allah tarafından insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul edilmez.

Din, insanı dünya ve Âhiret’te kurtuluşa götürür. Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah’ın kulları için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı itibariyle “din” demek mümkündür. Ancak, bunların Âhiret*i hesaba katmamaları, yani laikliği* veya materyalizmi* esas almaları daha ilk adımda Allah’ın dininden uzaklaşmalarını kaçınılmaz kılmaktadır. Dünyayı tümüyle hesaba katmayan salt ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan “ruhbanlık”* türü yaklaşımlar da “hak din” olamaz.

Din, “teslimiyet”i, “iman”*ı ve “ihsan”ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak Din’de insanlar bütün kâinatın boyun eğdiği, gökteki ve yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah’a teslim olurlar. (Âli İmrân, 3/83) Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim olduğu gerçek Rab ve ilâh olan Allah’ın bildirdiği gayb’a inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu imanlarının gereği olarak hayatlarını Allah’ın şerîatına göre düzenleyerek teslimiyetlerini ifade ederken, kendileri Allah’ı görmeseler dahi, Allah’ın kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab’lerine ibadet ederler.

Kur’ân-ı Kerîm’de “Dîn”: Din’in terim manası bu olmakla birlikte Kur’ân ve Sünnet’te kelimenin kullanılmasını tetkik ettiğimiz takdirde, sözlük anlamlarının birçoğunu da kapsayacak şekilde ele alındığını kolayca tespit edebiliriz.

“Borç” anlamına gelen ve “din” kelimesi ile aynı harflerden oluşan “deyn” kelimesini ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursak; “din” ve türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de: doksanbeş defa tekrarlanmaktadır.

“Din” kelimesinin çeşitli şekillerde yer aldığı âyet-i kerimeleri, manalarına göre bir sınıflandırmaya tabi tutarsak:

Mutlak Olarak Din: İtaat, Boyun Eğme, İbadet: 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52; 29/65; 30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.

Kıyamet ve Ceza (Karşılık) Günü: 1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26; 74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.

Allâh’ın Dini, İslâm, Tevhîd: 2/132, 193, 217, 259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72; 9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55; 29/65; 30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21; 48/28; 60/8, 9; 61/9; 98/5; 107/1 ; 110/2; 109/6.

Kanun, Hüküm, Şerîat: 2/217; 3/73; 12/76; 22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelimenin hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle açıklamaya çalışalım:

el-İsfâhânî, din’i: “İtaat, ceza (karşılık) demek olup şerîat hakkında istiâre yoluyla kullanılmıştır. Din, mana itibariyle millet’e benzemekle birlikte, şerîata bağlılık ve itaat demektir”. diye tarif ettikten sonra, çeşitli manalarına örnek olmak üzere birtakım âyetleri kaydetmektedir.

Ona göre, Ali İmrân 19 ve en-Nisâ 125. âyetlerindeki “din” kelimesi “itaat” anlamınadır. “Ey kitab ehli! Dinlerinizde aşırılığa gitmeyin.” (en-Nisâ 4/125) buyruğu ise, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslâm Dini’ne uymak için bir teşviktir. el-Bakara sûresinin “Din’de zorlama olmayacağını” hükme bağlayan âyet-i kerimesinde de (2/256) maksat “itaat”tir; Çünkü dîne bağlılık ancak “ihlâs”* la olabilir. “ihlâs” ile “zorlama” ise, birbirine aykırı hallerdir. Âli İmrân sûresi, 83. âyetinde yer alan: “Onlar, Allah’ın Dini’nden başkasını mı arıyorlar?” buyruğundaki “din”den kasıt ise İslâm’dır. Sad, 38/85, el-Feth, 48/28, es-Saf, 61/9, et-Tevbe, 9/29, en-Nisâ, 4/125. âyetlerinde de aynı şekilde “İslâm” kastedilmektedir.

Vâkıa, 56/86. âyette geçen “Medînîn” kelimesi, “amellere karşılık” manasınadır. (Rağıb el-Isfâhânî, el-Müfredat, 175)

Dâmeganî’ye göre “din”, Kur’ân-ı Kerim’de şu anlamlarda kullanılmıştır:

1. Tevhîd: “Allah katında yegane geçerli olan din İslâm’dır” Âli İmrân, 3/19 âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Ez-Zümer, 39/2, er-Rum, 30/30 ve Lokman, 31/3

2. âyetleri de aynı anlamdadır.

2. Hesab: “Onlar din (Hesap) gününü yalanlarlar” el-Mudaffifin, 83/11, es-Saffat, 37/53, ve el-Vakıa, 56/86’da olduğu gibi.

3. Hüküm ve Yargı: Yusuf, 12/76’de “Melik’in dîni”; “Melik’in hüküm ve yargısı” demektir. en-Nur, 24/2’de “Allah’ın Dini” buyruğu da Allah’ın hüküm, yargı ve kanunu manasınadır.

4. Bizzat dinin (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen, kişisel ve toplumsal ilişkiler, eşya ve kâinat münasebetleri, değer yargıları v.s.’nin) kendisi.

Eksiksiz ve tam haliyle Allah’ın dini, İslâm: et-Tevbe 9/33,es-Saf 61/9, el-Feth. 48/28’de olduğu gibi.

5. Millet: el-Bey’yine, 98/5’de olduğu gibi. (el-Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğanî, Kâmusu’l-Kur’ân, Beyrut 1983, 178-179)

Mevdûdî, Kur’ân-ı Kerim’de “din” kelimesinin anlamına ayırdığı incelemesinde şunları söylüyor: “…Bu bakımdan “din” kelimesinin “Kur’ân-ı Kerim’de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Sözkonusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:

1. Hâkimiyet ve yüce egemenlik.

2. Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.

3. Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî düzen.

4. Bu düzene uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat veya karşı gelmek halinde isyan etmeye verdiği ceza.”

(Mevdûdî Kur’ân’a göre Dört Terim, s. 103)

İslâm: İlâhî düzen ve ulûhiyet tektir, şu halde kulluk da tek yeredir. Bu uluhiyete teslim olduktan sonra, insanoğlunun ne ruhunda ne de dış hayatında Allah’ın hükümranlığından başka bir şeyin eseri kalmaz. Uluhiyet tektir, öyleyse tek bir cihet vardır, tek bir akide vardır: Allah’ın rızasına uygun olarak kullarından kabul ettiği akîde, yani açık, berrak ve halis tevhid akîdesi ki, o da Allah indinde din olan İslâm’dır.

O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir. İslâm, teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah’ın kitabının kulların hayatına hâkim olmasıdır. Bugün ‘biz müslümanız’ deyip de Allah’ın kitabı ile hükmetmeye çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab’*a benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına, ekonomik, sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar. Bunlar, ileri sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri kalmazlar. Hiçbir dînî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab’ın ileri sürdüğü zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar olmayınca din de olmaz: Allah’ın şerîatına itaat, Allah’ın Rasûlü’ne uyma, Kitabullah’ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd akidesinin gerçeği bunlardır. Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun eder. Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî şuuru uyandırmaktan, ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle bir din olamaz. Din, Allah’ın insanoğlu için tespit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan ve Allah’ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah’ın dinine iman eden müslüman, Allah’tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu dine, insanların açıkça göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır. Kâinatta mevcut olan diğer bütün nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, meslesini ve hayatını canlı bir şekilde Allah’ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet ve ferdin dayanağını Allah’ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp, böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe şahit olamazlar. Müminler İlâhî program tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî dinin ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı telakki ettiği şehadetin ta kendisidir… Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, “Bizi Şahit olanlarla beraber yaz.” niyazı (Âli İmrân, 3/53) Allah ile akdedilen bir bey’attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun huzur ve refahı arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek için cihat etmek zorundadır. Bunu yapmıyorsa ya şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği şehadetin zıddını yapmak gayretindedir. Mümin olduklarını iddia ettikleri halde, insanları Allah’ın dininden uzaklaştıranların vay haline!

İşte bütün bu manâlarla İslâm Allah katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah’tan getirmiş oldukları en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara ibadetten kurtarıp Allah’a ibadet ettirmek için peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler. “Allah indinde hak din, İslâm’dır. “

Hiç şüphe yok ki, Allah’ın dini tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm’a sırt çevirenler bütün dinlere sırt çevirmekte ve Allah’ın ahidlerinin bütününe ihanet etmiş olmaktadırlar. İslâm -ki, yeryüzünde Allah’ın tek nizamıdır- mevcudatın temel kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm’dır.

Sünnet’te Din

Hadis-i şeriflerde de “din” kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır. (Bk. el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elgazi’l-Hadîs… II, 163 vd.; 165 vd.)

Hadis-i şeriflerde “din” kelimesi değişik anlamlarda kullanılmıştır:

1. Boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek: “Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah’a) ibadet ettirendir.” (Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce, Zühd, 31) Bu hadis-i şerifde geçen “dâne”nin “hesaba çeken” manasına geldiği de söylenmiştir.

Hz. Peygamber’in: “Kureyş’ten, söyledikleri takdirde bütün Araplar’ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum.” (Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, I, 237) buyruğu da aynıdır.

2. İnanç ve ibadet: “Kureyş ve onlar gibi inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife’de vakfe yaparlardı.” (Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac, 151) Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler kastedilmektedir.

3. Hayır olsun, şer olsun karşılık:

“Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün. ” (Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1)

4. Kahretmek, mecbur etmek: Egemen ve hâkim Allah’ın “ed-Deyyan” ismi bu anlamdadır. (Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu’l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad, 1385/1966’dan tıpkı basım, III. 134-136; Mecdu’d-Din İbnu’l-Esîr, en-Nihâye -fi Garîbi’l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149)

“Din”e yakın Kavramlar: Bundan önceki açıklamalardan “din”e yakın birtakım kavramların bulunduğu ve bunların da hem Kur’ân’da, hem Sünnet’te kavram olarak önemli bir yer tuttukları anlaşılmış olmalıdır. “Din” gibi oldukça önemli bir kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:

Millet: Aslında yazdırmak anlamına gelen “imlâ”dan gelmektedir. İzlenen “belli yol” manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından “şeriat” manasına kullanılmıştır:

“Küfür tek millettir.” sözünde olduğu gibi ‘bâtıl” hakkında da kullanılabilir. (Tehânevî, a.g.e., II, 1346) Fîrûzâbâdî, el-Kâmus’da: “Millet, şerîat veya din demektir.” (s. 1367) derken, Râğıb el-Isfâhânî: Millet, anlamı itibariyle din’e benzemektedir. Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber’e izafe edilir:

“Atalarım İbrahim’in, İshak’ın, Yakub’un milletine uydum.” (Yusuf 12/38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır.

“Allah’ın milleti”, “Zeyd’in milleti” gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret’te Allah’ın mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderdiği şerîatın adıdır.” der. (el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu’l-Bekâ, a.g.e., 327-328)

Şerîat: Şer’, sözlükte suya giden yol demektir. “Şerîat” da aynı anlamdadır. İslâmî bir kavram olarak ise; yüce Allah’ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin- herhangi bir peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şerîat’a “din” ve “millet” adı verildiği de olur. Şerîat, kendisine itaat edilmesi bakımından “din”; dikte edilip yazılması bakımından “millet”; belirlenmiş bir yol olması bakımından da “Şer” ve Şerîat’tır. (et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760)

Ebu’l-Beka, “din” kelimesine yakın terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret etmektedir: “Çoğunlukla bu lâfızların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden farklıdırlar. Çünkü Peygamber’den sabit olan özel yola uyulması açısından “tarîk” (yol); gereğince dinlenmesi, bağlanılması (iz’ân) gereği açısından “iman”; onu teslimiyetle kabul gereği açısından “İslâm”; ona bağlanmanın karşılığının verilmesi açısından “din”; dikte ettirilip yazılmacı ve etrafında toplanılması açısından “millet”; susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için “şerîat”; bir diğer adı “en-Nâmûs” oları Cebrâil’in vahiy yoluyla onu getirmiş olması açısından da “en-Nâmûs” adı verilir.” (Ebu’l-Bekâ, a.g.e., 327-328).

Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki farka gelince; Din Allah’a, Millet Rasul’e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir. (Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat. “Din ” mad.)

Din Koyucu Kim Olabilir?: “Din” in sözlük anlamını gözönünde bulundurduğumuz takdirde, insanların ferd ya da toplum olarak uydukları düzen, benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi bir mana da ihtiva ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen yalnızca ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını aşarak Âhiret’i de; insanlığın kendi aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla her türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının davranışlarını, tutum ve faaliyetlerini, konumlarını hem belirlemekte hem de bunları değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline vermektedir.

Din’in genel olarak mahiyeti bu olunca, ister Allah tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı olsun her bir düzen ve sistem bir “din”dir. Yani aynı zamanda bütün ideolojiler,…izm’ler, ve doktrinler de birer dindir. Bunların yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak kendilerini sunmaları ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri sürmeleri, yani temelde “laik” olduklarını belirtmeleri onların aşağılamak, mahkum etmek ve hayatın dışına itmek için gayret gösterdikleri “din”den -sözlük anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir şey olmadıklarını göstermektedir. Bunlar birer “dinsizlik dini”dir.

Bu beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında İslâm’ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri “bağnazlık”ların en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve…izm’ler uğruna işlenen cinayetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve “din”i mutlak manada itham etmek için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik uğruna Kapitalizmi*, Emperyalizmi*, Komünizmi*, Siyonizm’i* yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş “modern cinayetler” ve “çağdaş bağnazca tutumlar” mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegane hak din olan İslâm’ı mücadelenin dışında tutmak, safdışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinin sapması sonucu ortaya çıkan cinayetler mi?

Bu sözler, bâtıl adına işlenen cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini tanımadığını ileri sürerken bile “bir düzene uymak” anlamında bir din’e mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen, sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani “din”lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Çağdaş dünya dininin ilahları Muhammed Esed’in ifade ettiği gibi sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler, sporculardır… Mabetleri ise bankalar, fabrikalar, stadyumlardır… Kullar ise her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.

Açıkça anlaşıldığı gibi durum şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır. Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene “İnanılmasını” yani bir inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir “din” olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını ikna etmeye özel bir çaba harcamaktadır.

İşte aslında insanlığa belli bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle- düzenlemeye çalışan her bir sistem -adı Kominizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hristiyanlık ya da başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir, yani bir “din”dir.

Bu yorum ve açıklamaların Kur’ân-ı Kerim’in “din” için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce Allah, Rasûl’ünü hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere “hak din” ile göndermiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/28; es-Saff, 61/9), Allah katında yegane geçerli din İslam’dır. (Âli İmrân, 3/19) İslâm’dan başka birdin arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve o, Âhiret’te hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Âli İmrân, 3/85)

İşaret ettiğimiz bu âyetlerden ve daha başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm’ın dışında başka dinler de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de vardır.

Buna göre insanların benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir “din”dir. Buna “din” adının verilmesi ile verilmemesi arasında bir fark yoktur. Hatta Allah’a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına “ibadet” adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez. Çünkü dinlerde aslolan bir “inanç düzeni” ile bu düzene göre şekillenen bir hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir “yaşayış düzeni”nin varlığıdır. Bunun sözkonusu olamayacağı hiçbir “hayat düzeni” bulunamayacağına göre, insanlık için -bu manasıyla- din dışında kalabilen bir hayat esasen düşünülemez demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhebleri incelediği el-Milel ve’n-Nihal adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:

“Dünyada çeşitli din ve mezhep mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır; yahudi ve hristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler* (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi birtakım hüküm, değer ve tanımları olup da Allah’tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır.” (Şehristânî, a.g.e., I, 37)

Görüldüğü gibi her bir dünya, hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve öylece değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir iddia ile ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün olamaz.

Dinin kavranması için şu iki soruya cevap verilmelidir:

1. Din, her halukârda hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?

2. İstenen mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir?

Bu iki soruyu cevaplandırmak gerekirse şunlar söylenebilir:

İnsanın belli bir yapısının ve bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin sözkonusu olduğu herkes tarafından bilinir.

İnsanın, görünen ve duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu varlığının en küçük diliminde dahi kendisini gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir manevî varlığının da bulunduğunu görüyoruz.

O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın hem maddî hem de manevî yapısını gözönünde bulundurması ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları ahenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Dinin bunlardan birini görmezlikten gelmek ya da gerçek önemine uygun bir şekilde hesaba katmamak gibi, insanda ruhî, maddî, tüm ilişkilerinde dengesizlikler doğuracak bir değerlendirme yoluna gitmemelidir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, istidatlarıyla, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele alabilen bir dindir.

İnsan, tek başına, çevresiyle, hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye birşey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve sorunlarla karşı karşıya kalır:

– Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim? Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?

Yani insanın hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik, siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

İnsanın, kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir. Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç meyli vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata,düşman ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.

Peki insan denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O’nu tanımanın yolu nedir? O’na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir. Biz O’nun için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının, muamelesinin esasları nelerdir?

Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

İnsan, yani selim fıtrata sahip; sapıklığı, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını, haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman zaman yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, adil ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması, zalimin lâyığını bulunan, insanların birbirlerine “kurtluk ve orman kanunlarıyla” ya da “tilkilik” mantığıyla değil de, “en az o da benim kadar haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir” mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer etmesi…

İnsan kendi ferdî hayatında bunların, hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir. Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki çalışmaları eğer eksik kalacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın “ötesi”ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat*, mutlaka bu ihtiyacı karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir “din” fıtratın bu ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.

Şimdi, ikinci sorunun cevabını aramaya geçebiliriz:

Bu mükemmellikteki dini kim koyabilir?

Kur’ân-ı Kerim’in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen “bir din” olduğuna göre ve aslında “din”in insanın belli nitelikteki sorularını cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki bir “din”in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Yaratan, yarattığının yapısına en uygun yolu gösterendir:

“Herşeyi yaratıp düzene koyan, onu takdir edip ona yol gösteren… O en yüce Rab’binin adını tesbih et.” (el-A’lâ, 87/1-3)

Rablerinin kim olduğunu soran Fir’avn’a Hz. Mûsa’nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: “Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir. ” (Tâ-Hâ, 20/50)

Aynı cevabı Hz. İbrahim kendisiyle tartışan Nemrud’a söylemişti. Nemrud, krallığının aynı zamanda insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini de uyruğunu da Allah’ın dinine tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim’e karşı çıkmış bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:

“Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim’le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm’ demişti. İbrahim de: Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir’ deyince, kâfir, şaşırıp kalmıştı. ” (el-Bakara, 2/258)

Şamil İA