Makro Sosyoloji

Din Kurumu

 

İnsan, düşünen bir varlık olduğu kadar, inanan bir varlıktır da. Düşünmenin temelinde akıl bulunur. Aklın yetersiz olduğu durumlarda tasavvur, aklın ötesine geçerek, yeni durumlara uymayı sağlar. Bu aşamada inanç olgusu devreye girer ve düşünmeyi etkisi altına alır.

DinNedir?

Din, inançolgusuna dayanır. Ancak dini inanç, bilgi ve iman bütünlüğü çerçevesinde, ifadelerin (dini dogmaların) doğru olduğuna inanmaktır. Bu özelliği ile de dini inanç, diğer inanç türlerinden (tutumlardan) ayrılır.
Dini inanç, insanın kendi üzerinde (aşkın) kutsal varlığa inanması ile başlar ve ona ram olmada karar kılar. Artık inanan insan, bu aşkın ve kutsal varlığın kuludur. Böylece din, kul ile Tanrı arasında gerçekleşen iletişimin kulun hayatındaki tezahürü olmaktadır.
Din Arapça’da yol, hüküm, mükafat, itaat, hesap verme, saltanat, mülk, âdet, baş eğmek, ferman, hal, kaza, tedvir, takva, ma’siyet,  Latince’de (religare’den religio) bağlanmak ve cemaat manalarına gelmektedir.  Latince religio kelimesi, Tanrı’ya karşı hürmetle karışık bir bağlılık ifade etmektedir.
Kelime anlamını aşıp bir kurum olarak dini tanımlamada birtakım güçlükler vardır. Zira bilim adamlarının dinin temel özelliği olarak kabul ettikleri unsurlara göre din tanımları da farklılık göstermektedir.
Hegel’e göre “din, kendi özünden haberli ruhtur.”; “Sonludan sonsuza yükselmektir.”  Bergson’a göre “din, zekânın dağınıklığı ve çaresizliği karşısında tabiatın koruyucu tepkisi ve daha ileride hayatın bütününe bağlanma, hayat hamlesinin en derinidir.”
Psikologlara göre din bir “üst benlik olayı” dır. “Ferdi cemiyete bağlayan şahsiyet yapısının (kültürün) projeksiyon mekânizması vasıtasıyla belirlediği bir ikincil kurumlardır.”
Sosyologlar ise dini toplumla açıklamak gayretindedir. Sosyoloji, dine, “kutsalın cemiyet hayatındaki tecrübesi” olarak bakar. “Din aşkın varlığa bağlanma ve buna ait inancın gerektirdiği düşünce ve uygulamaların bütünü; bir inanç, ibadet ve ahlak sistemidir.” Parsons’a göre “Din, kainatta insanın yeri, insanın diğerleriyle ilişkisi, çevresi ve diğer insanlarla ilişkilere bağlı olarak arzu edilir olan ve olmayan şeyler hakkında geliştirilen ve gerçekleştirilen bir anlayıştır.”
Din tanımlarını din olgusu ve fenomenolojisi ile ilgilenenler sayısınca çoğaltmak mümkündür. Farklı açılardan din olgusuna yaklaşımları ifade eden bu tanımlarda dinin vurgulanan özellikleri, mesela, “Taylor ruhi olay, Weber tabiatüstü güçlerle ilgili, Durkheim kutsalın toplumda bir uygulaması, sosyal tecrübenin yaşanması ve kutsal-kutsal dışı meselesi, Otto mantıküstü, esrarlı, Wach en üstün varlık kutsalın tecrübesi, Radcliffe-Brown ayinle ilgili âdetler, bağlılık, Parsons tabiatüstü düzen, nihai gerçek, temel davranış, Davis sosyal bütünleşme, topluma güç veren, duyguları onaylayan aklileştiren ve destekleyen sistem, Berger kutsallık yerleşmiş beceri hareket, Bouqet insanüstü varlıklar, Nottingham sosyal bağın temeli, Firth insanüstü varlık ve güçler, Tillich en üstün ilgi, Goody insan üstü faaliyetler, Bellah sembolik şekiller, varlığın nihai halleri, Spiro insan üstü olaylar, Geertz sembolik sistem, Luckman dünya görüşü, Luhmann kararsızlığın, belirsizliğin azaltılması, Robertson tecrübe üstü, Hill tecrübe üstü, görünen ve görünmeyen dünya, Schmidt Küll’ün yolu, Wilson, ekstra tabiat, kriterler bütünü, Malinowski sosyal bütünleşme fonksiyonu, E. Schillebeeck sonludan sonsuzun idraki” şeklinde dini tasvir etmektedirler.”
İslam alimlerine göre hak din, ilahi bir terbiye kanunudur. İslam nazarında din, Allah tarafından kurulup, mensuplarını dünya ve ahirette saadet ve selamete götüren iman ve amellerden müteşekkil bir yol ve kurumlardır.  Tasavvuf ve din psikologlarına göre, din insan-ı kâmil insan olmaya sevkeden bir disiplindir.
Bütün bu din tanımlarının ortak noktaları birleştirildiğinde “din, insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan kurum, bir değer biçme ve yaşama tarzı; yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi faaliyette bulunma olgusu; “aşkın varlıkla ona inanan insan arasındaki ilişkiden doğan tecrübenin inanan kişinin hayatındaki tezahürleri”  olarak tanımlanabilir. Özetle din:
 
HER DİNİNİN KUTSAL MEKÂNLARI VARDIR

     Tabiatüstü bir nitelik taşır
     Mukaddestir
     Değişmezdir
     Gönülden bağlanmayı gerektirir.

Dinin temelinde inanç olgusu yatar. İnanç bir ifadenin bir kimse tarafından doğru kabul edilmesidir. Dikkat edilecek olursa bir inancın dini inanç olabilmesi için ifadenin hafızada muhafaza edilmesi, ifadenin doğruluğuna inanılması, bu inanç doğrultusunda hareket ve icraatta bulunulması gerekir.
Buraya kadar ifade ettiğimiz özelliklerde bütün dinler birbirine benzemektedirler. Ancak İslam Dini’ni diğer dinlerden ayıran önemli bir özelliğe dikkati çekmek istiyorum. Türk sosyologu Amiran Kurtkan’a göre, gerçek dini diğer din ve inanç sistemlerin-den ayıran temel özellik “fikrin doğruluğuna yapılan itirazlara karşı çıkma eğilimi ve imkânıdır.” Yine Kurtkan’ın ifadeleri ile “Bu ancak ilmi ispatla ulaşılabilecek (ve Kuran’a göre tek) olan dinin ulaşabileceği tabakadır.”
İslamiyet’e göre bir tek din vardır. O da “tevhit dini” dir.  Bu din zaman zaman insanlar tarafından bozulmuş, yani kültür dinin esas yapısından sapmasına neden olmuş, sonuçta toplumun kültürü din haline gelmiştir. Allah’ın peygamber göndermesinin sebebi de dini aslına döndürmektir. Bu nedenle gerçek din Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği ve insanlar tarafından ilaveler yapılmamış yani kültürün yarattığı din değil, ilahi vahye dayalı dindir.
Müslüman bilim adamlarına göre, mutlak hakikat bilgisi Allah’ın bilgisidir. Allah vahiy yoluyla evrene ve kullarına kendi bilgisini ihtiyacı oldukları kadarıyla vermiştir.
Bu anlamda İslam düşünürleri iki tür bilgiden söz etmektedirler:

     Allah’ın evrene koyduğu işleyiş kanunları (determinasyon prensibi)
     Kitap göndermek suretiyle kullarına bildirdiği kanunları.

Her iki kanun türü birbirine aykırı olamaz. İlim adamı bu kanunları akıl, deney, sezgi ile anlayan ve açıklayan kişidir. Hatta peygambere isnad edilen sözlerin gerçekte peygambere ait olup olmadığını tespit için önemli kurallardan biri de “rivayetin (nakl-edilenin) akla ve duyularla bilinenlere aykırı olmaması.”  şartıdır.
Dikkat edilecek olursa, müslüman düşünürlere göre, ilmin tek kay-nağı vardır. O da tek olan Allah’dır. Fizikçi, kimyacı, biyolog, psikolog, sosyolog ve filozofun yaptığı iş Allah’ın varlığa vahyettiği (koyduğu) kanunları araştırmaktır.
Yukarıda ifade edilen düşünceler çerçevesinde müslüman düşünürlere göre İslam Dini gerçek dindir ve kendisine yapılan itirazlara ilmen cevap verebilen tek dindir. Bayraktar Bayraklı’nın bu bağlamda Kur’an’a dayanarak din (İslam Dini) kavramına getirdiği yorum kayda değer. “Bir hissin tesiri altında kalmakla insanın psikolojik yapısıyla; borçlanmak anlamıyla, ekonomik hayatla; iman etmek manasıyla, Allah; yağan yağmur anlamıyla da tabiat kanunlarıyla ilgili olan din, âdet ve durum manasıyla da toplumsal hayatı ilgilendirmektedir. Psikoloji, ekonomi, sosyoloji ve ilahiyatı ilgilendiren manalarıyla din, insan tabiatında kök salan ve oradan kaynaklanan bir yapıya sahiptir. Buna yaratılış kanunu da diyebiliriz. Bu anlamıyla din, Rum Suresi’nin 30’uncu ayetinde yer almaktadır: “O halde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu tabiat kanununa (fıtrata) çevir. Allah’ın yaratışında değişme bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler”. Fıtrat (tabiat kanunu) bütün insanların müşterek özelliklerinin adıdır ve Allah’ın canlı, cansız yaratıklarının işleyiş kanunudur.”
Çok eskiden beri din, toplumun ayakta kalması, istikrarı ve işleyişi konularında çok önemli görevler üstlenmiş; belirli dönemlerde dini ku-rumlar toplumun her alanında yol gösterici olmuştur. Din, insanların tabiat ve toplumla ilgili olguları açıklama çabalarında onlara yardımcı olmuştur. İnsanlar arası ilişkileri düzenlemek için birçok dini norm ortaya çıkmıştır. Bu normlar zamanla kristalleşerek, kemikleşerek, sistemleşerek dini kurumları oluşturmuşlardır. Böylece din-kültür ilişkisi, toplumların muhtevasını meydana getirmede önemli rol oynamıştır.
Din, bizzat kendisi tarafından yaratılan kültür sayesinde toplumda yaşama imkânı bulurken, yine bu kültür vasıtasıyla bozulur. Dini kültür dinin özünden beslenemez duruma geldiğinde, yaratılmış olan ikinci kültür din yerine geçer. Bütün dinlerin özünden sapması, başkalaşması böyle bir sürecin sonucudur. Mesela hıristiyanlığın yarattığı ruhbanlık sınıfı ve kültür vasıtasıyla temsil edilmesi böyledir.
Dini kültürün bir parçası olarak kabul etmek, bizi dinin insan yapısı olduğunu kabul etme noktasına götürür. Din kendine özgü kültür meydana getirir. Ancak dinden doğma bu kültürün din olarak ifade edilmesi mümkün değildir. Zira kültür değişkendir, buna karşılık dinin değişmez, olmazsa olmazları vardır.  Aynı tespit dinin siyasi kurumlara yaptığı etki ve böylece meydana getirdiği siyasi kültür için de geçerlidir. Açıkçası, dinin meydana getirdiği siyasi kültür din yerine geçemez. Eğer dinin yarattığı siyasi kültür din yerine geçerse siyaset amaç ve din de araç olur.

Dinin Fonksiyonları

İnsan topluluklarında din kurumları her ne kadar çok değişken ise de, temelde “tabiatüstü-aşkın varlık” diye adlandırılana inanma sonucunda oluşan belli bir dünya görüşünü ve bununla ilgili iç ve dış davranış örneklerini ifade etmektedir.
Demek ki dinin başlıca fonksiyonu “aşkın varlık” hususunda insanın bulunduğu yeri tanımlamaktır. Bundan birtakım zihniyet, tutum ve davranış şekilleri ortaya çıkar. Diğer bir ifade ile bu zihniyet, tutum ve davranış şekilleri bir dinin üyelerinde yahut da bir sosyal grup ve kurumlar içinde tasvir edilir ve üyelere emredilir. Böylece bir din ona inanan kişi ve inananlar için bir hayat nizamı olur.
Bu temel fonksiyonuyla birlikte, dünyevi davranış kurallarının istikrara kavuşması ve merkezi değerlere göre umumi kabulün kuvvetlendirilmesi dinin icra ettiği önemli bir fonksiyondur. Dini kurumlar ahlaki değerler ve prensipler için temel teşkil ederler ve bu sayede toplumsal politik ve sosyal politiğin teşvikini veya frenlemesi görevini yerine getirirler. Dini törenler ve kurallar vasıtasıyla bir değerler sistemi, grup birliği ve dayanışması oluşur. Bu dini merasim ve kurallar vasıtasıyla insan, gerilimler ve tehlikelerden arındırılır.
Devletin dinden ayrılmadığı dönemlerde, yönetim fonksiyonları çoğu zaman dini kurumların temsilcileri vasıtasıyla din adına kontrol edilmiş veya icra edilmiştir. Diğer taraftan devlet yöneticisinin dini kurumların yöneticisi olmasına da rastlanır. Böylece otorite dini kurumlar vasıtasıyla kuvvetlendirilmiş oluyordu. Mesela Ortaçağda Avrupa’daki durum böyle olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde Şeyh Edebali’nin Osman Gazi yanındaki durumu ve halifeliğin Yavuz Sultan Selim Han’dan itibaren icra ettiği rol de dinin yönetimdeki fonksiyonunu ifade eden örneklerdir. Politik güçler böylece din vasıtasıyla adeta “aşkın-karizmatik” bir meşruiyet elde ediyorlardı.
Dini kurumlar etki alanı bakımından çoğu zaman, boş zaman, seyahat ve istirahat fonksiyonuna da sahiptirler. Doğum günleri ve anma törenleri, mistik ve tasavvufi toplantılar, dini ve mukaddes yerlerin ziyaret edilmesi, dini pazar ve panayırlar bir taraftan dini diğer taraftan dinin etkisindeki sosyal faaliyetlerdir.
Estetik ve sanat alanında da dini kurumlar etkilidirler. Özellikle “aşkın varlığı” sembolize etmek ve açıklamada sanat ve estetikten yararlanılmıştır. Dini mabetler ve bu mabetlerin süslenmesi, dini müzik, resim ve sanatlar bu tür örnekler arasında sayılabilir.

Modern Toplum ve Din

Geleneksel toplumlarda sosyal kurumlar din eksenli bir yapı oluştururken, modern toplumda eksen kurum ekonomidir. Modern bilimin üstlendiği kurumların teşekkülü, işleyişi ve kurumlar arasındaki ilişkiyi düzenleme fonksiyonuna rağmen, hala insanın “aşkın varlık”la ilgili inançları, irrasyonel ve metafizik değerlerini, toplum ve kozmosla ilgili değer yönelimlerini, ahlâkî durumlarını etkileme, dinin asli fonksiyonu olarak devam etmektedir.  Modern toplumda “aşkın varlık”ın kabul ettirilmesi, ona ibadet veya ondan korkma dinin esnek fonksiyonu arasında yer alır. Böylece din subjektif bir alana çekilerek ferdi bir hayat biçimi olarak kabul edilmesine rağmen bu soyutlama işlemi dini tamamen yok saymadıktan veya dinsiz “ateist” bir toplum meydana getirmedikten sonra mümkün gözükmemektedir. Belli bir dönemde bu konudaki gayretlerin (özellikle komünizmin) başarılı olamadığı ve şekil değiştirse de dinin modern insanın hayatını etkilemeye devam ettiği gözlenmektedir. Ancak bunun geleneksel yapıya geri dönüş şeklinde bir değişme olmadığı da açıktır. Modernizmin maddi dayatmalarına ve psiko-sosyal bunalımlarına karşı bir cevap özelliği göstermektedir.
Buradan dinin başka bir fonksiyonu ortaya çıkmaktadır. O da bunalım ve buhranlara karşı insanı koruyucu rolüdür. Bu nedenle toplumların bunalımlı ve buhranlı dönemlerinde dini eğilimler artmaktadır.
Çağdaş toplum üç temel olgu üzerine oturur. Bunlar milli devlet, demokrasi ve laiklik olgularıdr.

Din ve Laiklik

Bir toplumda fertler, sosyal grup ve kurumlar tek başlarına var olamazlar. Toplum aynı zamanda fertlerin, sosyal grup ve kurumların birbiri ile ilişkisi ve etkileşimi ile oluşan bir bütündür. Diğer bir deyişle toplum, farklılıklar içerisinde var olan bütünün ve birliğin adıdır, bu parçaları birbirine bağlayan ve bir bütün yapan toplumun kendine özgü kültürüdür. Bunları daha önceki bölümlerde başka cümlelerle de olsa sık sık tekrar etmiştik. Buradaki tekrarla vurgulanmak istenen “toplumun sahip olduğu kültürün etki ve çerçevesinde, kendine özgü grup ve kurumlarını oluşturduğu ve laiklik olgusunun da bu kanuna tabi olduğu’’ hususudur. İster felsefi anlamda “inanmanın yerine aklın hakimiyetinin tercih edilmesi” şeklinde, ister “tanrım sana inanıyorum (veya inanmıyorum), ama lütfen benim dünyadaki işlerime karışma, öldükten sonra ne yaparsan yap” şeklinde bir inanç sistemi, isterse “sosyal kurumlardan dinin etkisini azaltma süreci” veya “idari bakımdan dinin idari sahada kullanılmaması; dinin manevi otoritesinin idari alandan çekilmesi” olarak ele alınsın, bu durum değişmez. Değişen olsa olsa ele alınış ve açıklama şekli olacaktır.
Bütün bu tanımların ortak bir yanı dikkati çekmektedir. O da “laikliğin farklı şeylerin birbiri ile ilişkisini düzenleyen bir politika” yani “ bir süreç ve kültürel bir olgu” olduğu hususudur.
Din ile toplumun diğer kurumları özellikle din ile devlet arasındaki ilişkinin durumu toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılıklar gösterir. Bu farklılık toplumun sahip olduğu dinin özelliği ve yapısından da kaynaklanır.
Bugünkü anlamda laikleşme olgusu öncelikle Batı’da doğmuştur. Doğrusunu söylemek gerekirse laikleşme Batı için bir ihtiyaç idi. Zira Hıristiyanlığın Batı’da yarattığı kültür dinin yerini almış; yaratılan bu kültür din olmuştu: Hıristiyanlık kilise kurumlarını yaratmış, sonuçta kilise ve kilisenin temsil ettiği zihniyet din olmuştu ve bundan da bir ruhban sınıfı ve ruhbanlık kurumları doğmuştu. İnsanlar İncil’in tasvir ettiği dinden değil, kilisenin ve ruhbanların yorumladığı dinden olmak zorundaydılar.
Dinin kitleleri kendisine bağlama gücünden yaralanmak isteyen yöneticiler de kiliseden yararlanarak hâkimiyetlerini sürdürme çabası içerisindeydiler. Serf-senyör ilişkisinde kilise, serfin dini temsilcisi, ancak senyörün yanında, geniş kitleleri senyörle birlikte sömüren bir konuma gelmişti. Böyle bir toplumsal konumda olması gereken bu iki gücü birbirinden ayırmaktı. Aslında Rönesans ve Reform hareketi dini kendi alanına çekmek ve yöneticilerin dinin gücünü kullanarak halkı sömürmesine karşı bir baş kaldırma hareketidir. Dinden ziyade bu hareketin hedefi yöneticiler idi. Hatta reform hareketi bizzat din adamları tarafından başlatılmış idi. Bu hareket feodal toplum yapısının yıkılmasıyla sonuçlandı. Feodal beyler ortadan kalktı ama onlarla birlikte din de yara aldı, insanların dine karşı güvenleri yıkıldı.
Aydınlama çağı ile başlayan felsefi düşünce hareketinin başlangıçtaki hedefi de meseleyi ateizme vardırmak değildi. Descartes ve Kant dinsiz değillerdi. Ancak başlattıkları hareket pozitivist ve ateist bir inanç yapısının doğmasına sebep oldu. Bilimin gelişmesi karşısında, dünyanın düz olduğunu söyleyen bir İncil’in doğru olması mümkün değildi. Bu durumda yanlış bilgiye sahip olan tanrı da gerçek tanrı olamazdı. Gelişen bu düşünce sistemine göre “aslında tanrı diye bir varlık yoktu, insanlar tanrıyı kendileri yarattılar. Tanrı da din de aklın yaratması olduğuna göre, akıl asıldır ve onun insanların zihninde yerini gasp eden tanrıyı insanların zihninden kovması ve yerine kendisinin oturması gerekmekteydi”. Nitekim Nietzsche tanrıyı öldürme cesaretini göstermişti. “Yalancı tanrının yanlış dinine de ihtiyaç yoktu.”
İnsanın dışında başka mukaddes bir güce inanmayan böyle bir dü-şünce sisteminin (hümanizm) belli bir dönemde revaçta olduğunu görüyoruz (1750-1970). Aynı dönemlerde laikliğin sekülarizm-le birleşerek dine karşı tavır alması, sekülarizmin bekçiliğini yapması laikliğin dinsizlik olduğu fikrini doğurdu. Gerçekte sekülarizm, dinin içini boşaltma olgusu ise, laikliğin buna destek vermesini başka şekilde yorumlamak mümkün değildir. Eğer laikliğin amacı, dini politika çirkefinden kurtarmak (ki Atatürk laikliği bu şekilde tanımlıyor) veya devleti yukarıda tasvir ettiğimiz bir dinin sultasından kurtarmak ise, bu konuda söylenecek bir şey yoktur. Bu demektir ki din kendi alanında, devlet de kendi alanında kalacaktır.
Eğer “laiklik, kişinin dini kimliği ile devlet yönetiminde yer almaması, devleti kendi dini kimliğine uyması için zorlamaması” ise, bu, kişinin dindar olabileceği, ancak sosyal kurumların kuruluşu, gelişmesi, değiştirilmesi ve kurumlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ile görevli olan devlet kurumunun, dolayisiyle diğer kurumların dini normlardan uzak olması durumudur. Burada, “kişi laik olmayabilir, ancak kurumlar laik olmalıdır.” şeklindeki bir politika laikliğin temel ilkesi olmaktadır. Ancak mutlak anlamda bu mümkün müdür? Her türlü tatbikatına rağmen böyle kesin bir ayırım olmuş mudur?
Bir kere ferdin laik olması; tanrı ile bu tür bir politik pazarlığa girmesi mümkün değildir. Fert inanç noktasında tanrıya ya iman eder ya da onu reddeder, ona inanmaz. Kişi dindar olduğu sürece dinin emir ve yasaklarına boyun eğmek, ram olmak zorundadır. Dindardan tanrıyla pazarlık etmesini istemek, onu dinsiz olmaya zorlamaktır. Tanrıya inanan bir kişinin bu inancını davranışlarına yansıtmaması da mümkün değildir. Tanrının kendisinden istediği davranışları yapması zorunluluğu vardır. Hıristiyan kiliseye gidecektir, ABD başkanı olsa da İncil’in üzerine el basarak yemin edip göreve başlayacaktır. Müslüman namaz kılacak, oruç tutacak, zekat verecek, içki içmeyecek, faiz almayacaktır. Aksi takdirde tanrının onu cezalandırması ve gazabına uğratması söz konusudur.
Başkalarına hükmetmek, onları kendine bağlamak veya kendine benzetmek insanın tabiatında mevcuttur. Dindar da bu tabiattan yararlanmak ister veya bunu kullanırsa ne olur? Bu aşamada insanlararası dini ilişkiler sistemi başlar. İşte bütün problem bu dini ilişkiler sistemi ve bu sistemden oluşan sosyal kurumların laik olup olamama durumunda düğümlenmektedir.
Eğer bir din, yapısı gereği, inananlarına böyle bir ilişkiyi emrediyorsa, dindarı böyle bir davranıştan alıkoymak mümkün müdür? Bu soruya da olumlu cevap vermek mümkün değildir. İmam da, papaz da vaaz edecek ve insanları dini yaşamaya çağıracaklardır. Dahası misyonerlik teşkilatı kurarak insanları Hıristiyanlaştırmak için faaliyet göstereceklerdir. Veya İslam dininin her müslümana yüklediği dine davet görevini müslüman yerine getirecektir. Acaba laiklik politikası bu durumlar için de geçerli midir? Eğer geçerli ise laiklik dinin yapısına müdahale etmiş olmaz mı? Diğer bir ifade ile laikliğin kendisi din yerine geçmez mi?
Aslında laikliğin “zorlamaya engel olma politikası” olarak uygulan-ması (eğer gerçekten fonksiyon icra etmek istiyorsa); böylece “toplumda hem dinin ve hem de diğer kurumların yaşama imkanı” olarak kabul edilmesi daha doğru gözükmektedir. Eğer devlet mesuliyetini üstlendiği kurumlardan bazıları lehine ve bazıları aleyhine tavır koyar veya düşmanca tavır takınırsa bizzat devletin kendisi toplumsal barışı ve dengeyi bozuyor demektir. Böyle bir laiklik uygulamasının kurumlar arası çatışmayı doğurması ve toplumu iç çatışmalara sürüklemesi kaçınılmazdır. Halbuki devletin temel görevi, kurumlar arasındaki koordinasyonu temin etmek suretiyle toplumsal bütünlüğü sağlamaktır.

İlgili Makaleler