DİN
Dinler inanç (akide),
uygulama (muamelat) ve organizasyon sistemleri olup, bunlar bağlılarının
davranışında yansıyan bir ahlakı teşekkül ettirir. Dini akideler kainatın
nihai yapısına, onun güç ve kader merkezlerine atıfta bulunmak suretiyle,
dolaysız deneyimin yorumlarıdır. Bu akideler daima tabiaı-üstü terimlerle
kavranmıştır. Herhangi bir dini akideler manzumesi genel olarak bir kozmogoni
ile bir tarih felsefesi, bir psikoloji ve bir sosyoloji İçerir. (Ancak,
sekülarizasyon sürecinde bunlar dinden kopmaya başlar). Bir dinde mevcut
tabiat-üstü varlıklara inanç, duygusal açıdan oldukça yüklüdür: Mümin kişi,
onlara özet bir nitelik, yani kutsallık hamlcder ve bu, tabiat üstüne
hamledilen ya da onun varoluşundan çıkarsanan davranış türlerine dek genişler.
Bu tür davranışlar ilk
elde ritüel (ibadet) davranışıdır: Aracılığıyla müminlerin tabi-at-üsıüyle
ilişkilerini sembolik form içinde yürüttükleri standartlaşmış pratiklerdir
bunlar. Ritüel, hayranlık, yakarış ve tabiat-üstünü kontrol etme girişimlerini
içerir; din ile büyü arasındaki farkı belirlemek oldukça güçleşir bu noktada.
Ritüel, daha ziyade, müminlerin çevresinde örgütlenebilecekleri davranış kuralları
sağlar.
Dîni organizasyon,
müminler topluluğuna katılmayı (üyeliği), geleneği sürdürme ve ihtilafları
giderme girişimlerini tanımlar ve içsel farklılaşmayla müminlere dini görevler
yükler.
Nihayet din bir ahlak
(etik) da İçerir. Max Weber, bir dinin ahlakının, biçimsel emirlerinin sosyal
hadiselerle etkileşimin sonucu olduğu üzerinde durmuştur. Dini bir ahlak, dini
sistemin geri kalan bölümleriyle, biçimsel olarak çelişse de, psikolojik
olarak tutarlı olabilir ya da bir din içerisinde hem psikolojik, hem de
biçimsel sürtüşmeler bulunabilir. Sosyal değişmenin meydana getirdiği yeni
dini dürtüleri sağlayan bu sürtüşmelerdir.
Din dahil bütün
kavramlara insandan bağımsız ve insana bağlı olarak iki ayrı yönden yaklaşılabilir.
İnsandan bağımsız yönüyle dine bizzat kendi asli muhtevası veya onu insan için
bildirip ortaya koyan yüce ve ilahi kudret açısından yaklaşımı dine önceliği
‘insan’a vererek bakmak daha yararlı olacaktır.
İnsanı her şeyin
üstünde gördüğümüzde dîni insanın yarattığı varsayımı ortaya çıkar. Bu
varsayımın kökleri son birkaç yüzyılın eıkin paradigmalarını üreten Batı
düşüncesinde yatmaktadır. Batı düşüncesinde din denilince akla Hıristiyanlık
gelir. Kur’an’da ve İnciller’de yer aldığı şekliyle ve tarihi bir gerçek olarak
bir takım haramları helalleştirmenin dışında Tevrat’ın yasalarını uygulamak ve
bizzat kendi İfadesiyle “Şeriaı’ı yıkmak değil, tamamlamak için”
(Matta, 5:17) gelen Hz.İsa’dan sonra Sl.Paul (Pavlos) eliyle insanın
maddi-dün-yevi hayatını tanzim eden kurallardan yoksun bırakılan Hıristiyanlık,
putperest Roma hukukuyla birleşince daha çok bir ‘öte dünya’ dini halini
almış, yani sekülerleşmiştir. Rönesansla birlikte Hıristiyanlığın ‘öte
diinya’ya yönelik kurallarına vesevap-günah değerlendirmelerine başkaldırma
şeklinde gelişen modern Batı düşüncesi insanüstünü reddedip, önceliği bireye
bireysel olana verince din de bireylerin zihin kalıpları arasına sıkışıp
kalmıştır. Bu yüzden Batı’da tek bir din tanımına rastlamak mümkün değildir.
‘İlerlemecİlik ve
Evrim’ ilkelerine dayalı modern Batı düşüncesine göre insanlık her geçen gün
daha iyiye giden geri çevrilmez bir akışın içindedir. İlkel döneminde taibat ve
tabii hadiseler karşısında çaresizliğini hisseden insan, bilmek tükenmek
bilmez umut ve korkular içinde birtakım görünmez güçlerin var olduğu sonucuna
varmış ve bunlara tapınmaya başlamıştır. Dînler tarihçisi Max Müller’e göre
ruhlar olarak algıladığı bu güçleri İlkel insanın maddileştirmesi sonucu
‘tanrı’lar daha doğru bir deyişle ‘putlar’ ortaya çıkmıştır. Müller teorisinin
İzleyicilerinden EdwardTylor, İnsanlığın ilk dinîne bu yüzden’animizm’
(ruhlara tapınma) adını verir. Durkheim’e göre din toplumsal bir süreçtir.
Avustralya yerlilerinin to-lem hayvanlarına gruplarının birliğini temsil
enikleri için taptıklarını söyleyen bu sosyolog, toteme gösterilen saygının
toplumun genel yapısına gösterilen saygı ve dolayısıyla dinsel tapmanın asıl
nesnesinin toplumun kendisi olduğu sonucuna varmıştır.
Freud’a göre
şahsiyetin oluşumu aşamasında dinin oyalayıcı bir fonksiyonu vardır. Kişinin
şahsiyet evriminde ilk safha, çocuğun anlamadığı bir alemde kendisini tamamen
güçsüz hissetmesidir. Bu güçsüzlüğün karşısında çocuğun isteklerini yerine
getiren bir tür ‘kadİr-İ mutlak1 olan anne ve baba belirir. Ardından inançları
daha bîr biçim kazandığı zaman ise kişi çocukluğundaki durumu hatırlatan durumlara
kendisini kolayca uydurur. Eskiden beri özlemini çektiği ‘kadir-İ mutlak’ı
başka bir şekil altında yeniden keşfetmeye hazıc ve isteklidir. Din hu özlemi
yerine getiren bir sistemdir. Kısaca Freud ve onun çağımızdaki izleyicisi
Erich Fromm’a göre din, kişinin kendisini gerçekleştirmesi sürecinde
hissettiği güçsüzlüğünün güvene yönelen bir ürünüdür.
Kari Marks’ı en çok
etkileyenlerden biri olan Feuerbach’a göre ise din, insanın kendi düşüncesinin
insan-üstü bir plana aktarılışı-dır. İnsanların ruhun ölmezliğine inanmaları ve
ilahi bir adaletin tecellisine olan inançları, bizzat İnsanların adalete
susamışlıklarının soyut bir düzleme aktarılmasıdır, “öte dünya” insani
bir isteğin şekil değiştirmesinden İbarettir. Feuerbaeh, “HristiyanJık,
artık yangın ve hayat sigortalarımızla, demiryollarını iz ve buhar
gemilerimizle, resim ve heykel galerilerimizle, askeri ve endüstriyel
okullarımızla, tiyatrolarımız ve bilimsel müzelerimizle tam bir zıtlık halinde
olan sabit bir fikirden ba§k=: bir şey değildir” der.
Feurbach’ın çok fazla
etkisinde kalan Marx’nı din hakkındaki ifadeleri farklı değildir: “Din,
baskı altındaki yaratıkların İç çekmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz
olayların ruhudur. Din halkın afyonudur.”
Bütün bu kısmen
birbirinden farklı, nisbe-ten birbirine yakın bakış açıları içinde Batılı filozof
ve sosyologların din tanımlan da belli bir yakınlık ar/etmektedir. Sözgelimi,
dini akıl noktasından inceleyen Hegel şöyle bir tanımda bulunur: “Her
din, temelde evrenin belirli bir tarzda «örülüsünden başka bir şey değildir.”
Hegel’in izleyicilerinden İtalyan filozof Benedetto Croce ise dini “eksik
bir felsefe” olarak tanımlar. Ona göre din, ruhi hayatın sürekli ve
zorunlu bir şekli değil, belki geçici bir belirtisidir. Dine irade açısından
tanım getirmeye çalışanlardan Kant, “Dîn, bütün görevlerimize ilahi
buyruklar gibi bakmaktır” der. Dİne duygu açısından yaklaşan romantik
düşünürlerden Scheleirmacher’e göre din, “sonsuza karşı duyulan bir duygu
ve heyecandan başka bir şey değildir. Bİr ilahiyatçı olan Scheleirmacher,
“Dinin bir cismi, bir de ruhu vardır. Dinin cisminde kurumlar, nasslar ve
din binasının toplumsal çatısı bulunur. Devleti dinle yönetme yanlıları, dinin
cismine ilişkin kurumlan sürekli dünya işlerini düzenleme ve halkı boyun
eğmeğe yöneltmek için kullandıklarından en büyük Önemi bu kısma vermişlerdir.
Dinin ruhu İse, tabiat ötesi şeylerin en yüksek değerlerin sezgi ile
bilinmesidir” der. Çağdaş dinler tarihi uzmanlarından Ru-dolf Olto ise
dini “Huşu ile karışık korku, insanı hem titreten, hem de kendisine çeken
esrarengiz bir korku” olarak tanımlar. Batılı din tanımları içinde en
kusursuzu sayılan ve bir takım felsefe sözlüklerine din kelimesinin tanımı
olarak geçen bir diğer tantm ise Emile Bo-utroux’ya aittir: “Din, bilimsel
görüş yanında iman ve his görüşünün hakkını İstemesinden ibarettir.”
Verdiğimiz ve
vermediğimiz tüm Batılı din tanımlarındakİ ortak noktalar şöyle sıralanabilir:
1- Din, insanüstü bir kudretin vaz’ettiğİ bir sistem,
bir kurum değil, bizzat insan zihninin ürünüdür;
2- insan şahsiyet evriminin ve yeryüzündeki toplumsal
hayat sürecinin zayıf, aciz, korkak olduğu ve kendi üstünde bir güce dayanmak
mecburiyeti hissettiği ilkel döneminde bir ‘tanrı’ya İnanma ihtiyacı duyar;
3-Tabii bilimlerin ve teknolojinin insana tabiat
üzerinde hakimiyet kazandırması ve tabii olaylara bilimsel açıklamaların
getirilebilir olmasıyla fonksiyonunu yitirmeye başlayan din, insan hayatının
belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır;
4- Herşeye rağmen, bazı insanlar gerek davranışlarına
ahlaki, bir yön vermek, gerekse bir takım insanı duygularını tatmin etmek için
hangi şekilde olursa olsun herhangi bir dine inanmaya devam edebilirler;
5- Din, duygu ve ahlak alanından çıkıp, toplumsal hayatı
sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan düzenlemeğe kalktığında, halkı insan-üstü
güç(lcr) adına kullanıp İstismar etme heveslisi ‘din adamları’nın sömürü aracı
olur, bu yüzden buna izin verilmemelidir. XIX. yüzyıl Fransız düşünürü
Ferdinand Bııisson’un ifadesiyle, “Laik okul dini mahvetmeyecekiir.”
Bilim ve teknolojinin
katı dogmalarının ‘dînin nasları’ yerine geçtiği modern Ban düşüncesinin
saplandığı bu pozitivist din anlayışının geçersizliği ortadadır. Önceki yüzyılın
sonlarıyla bu yüzyılın başlarında Avrupa’nın içinde bulunduğu sosyal, ekonomik,
askeri, siyasi ve bilimsel ortamı insanlığın ulaşacağı nihai seviye olarak
gören bu pozitivist düşünce, çağdaş uygarlık seviyesi hedefine yönelmiş
birtakım ülkeler dışında arlık fazla İtibar görmemektedir. Önceki yüzyılın
sonlarında ortaya çıkan varoluşçu endişe ve gerilimden de önce, dini insanlık
tarihinin belli bir evresine ah fonksiyonunu yitirmiş bir vakıa olarak gören
Augus-te Comte’un bile hayatının sonlarında kendi pozitivizmiyle çelişen bir
insanlık dini peşinde koşması, pozitivist din anlayışının geçersizliğini
ortaya koyan bir hadisedir. Aynı şekilde, dün olduğu gibi bugün de İnsanların
büyük çoğunluğunun en azından hayatlarının belli bir döneminde Dİn’e yönelmeleri,
devasa bir teknolojinin hakim olduğu Batılı ülkelerde her geçen gün şeytana
tapma gibi yeni yeni ilkel dinlerin ortaya çıkması, insanların akın akın
telepati, ruh çağırma, büyü, falcılık ve kehanet gibi hurafelerde doyum
araması ve bütün bunların yanısıra, insanlığın sigorta, sendika, güçlü yönetim,
holding ve ortak savunma ve ekonomik işbirliği paktlarında güven ve gelecek
garantisi peşinde koşması:
a) Dinin ilkel insanın zayıflığının bir ürünü olduğu;
b) İlkel ve çok-tanrıcı dinlerin tarihin ilk dönemlerinde
yaşamış ‘ilkel’ insanlara ait olup, dinin de insanla birlikte evrim geçirdiği;
c) Dinin, yangın ve hayat sigortalarımızla,
demiryollarımız ve buhar gemilerimizle, resim ve heykel galerimizle, zıtlık
içinde olup artık dine ihtiyaç kalmadığı iddialarını çürütmekteve Batıdaki dinler
tarihi çalınmalarının dayanak noktalarını da geçersiz kılmaktadır.
Yüzyılın başında
yaşamış ve Batının Çöküşü adlı eseriyle Batının bunalımım isabetle teşhis etmiş
olan Oswald Spengter gibi sosyologlar, “Birgiin bütün demiryolları,
gemileri, dev kentleri ve gökdelenleriyle” dinsiz Batı medeniyetinin
‘etnografik’ bir müze haline geleceğini söylemekle, R.Guenon, M.Lingis A.
Car-rel, Max Planck, Fqritjof Capra gibi emsali gittikçe artan filozof ve
bilim adamları değişik biçimlerde de olsa dinin en muhteşem biçimde insanlığı
gerçek saadete bir kez daha ulaştıracağını ifade etmektedirler. Yine dini afyon
telakki eden komünist ülkelerdeki değişimin yanısıra, bu ülkelerde ve Batıda
her gün binlerce insanın “Tevhid Dini’ne koşması ve İslam dünyasında
insanın bireysel ve toplumsal tüm hayatını her yönüyle dine dayama ve dolayısıyla
dinin hayatın bütününü kuşatıcı özelliğini kabul yönünde verilen mücadele ve
yapılan çalışmalara Batı’dan gelen şimdilik bireysel katkılar pozitivist din
anlayışının iflasının şahitleri sayılmalıdır.
Dinin yukarıda ifade
edildiği şekilde Batılı filozof veya düşünürlerce yapılan tanımlamala-rındaki
en önemli etkilerden biri, din denilince akla doğuşundan hemen sonra laik ve
dünyevi bir kimlik kazanmış olan Hristiyanlığın gelmiş olmasıdır. Batı
dillerinde ‘din’ karşılığı kullanılan kelimeler de bu bağlamda manidar bir
özelliğe sahiptir. Sözgelimi Yunanca’da ‘din’ karşılığı kullanılan kelimenin
anlamı “korku ile karışık saygı”dır. Latince’de din, reli-gio
kelimesiyle ifade edilirdi ki, bugün bir çok Batı dillerindeki religion
kelimesi bu kökten gelmektedir. Kelimenin ‘bağlamak’ manasında kİ/i-ligare
kökünden mi, yoksa ‘saygıyla kendini toplamak’ anlamındaki religare kökünden
mi geldiği ihtilaflı da olsa, her halükarda kelime Allah’a karşı saygıyla
karışık bir bağlılık duygusu İfade etmektedir. Batıda dinin en nihayet bir
duygu, bir ahlak ve salt bir vicdan meselesine dönüştürülmesinde bizzat kelimenin
ifade ettiği anlamında önemli etkisi olmuştur.
ed-Din kelimesi bizzat
Kur’an’daki kullanılış biçimleriyle çok çeşitli anlamlara gelmektedir. Ceza,
ödeşme yargılama, tecziye (ceza veya mükafat verme) (Fatiha; 4, Zariyat; 6,
İnfi-lar; 18-19) Saffaf; 53, Vakıa; 86) yol, yasa, anayasa (Yusuf; 76), ceza
hukuku (Nur; 2) ahlaki- manevi-dünyevî yasalar bütünü, sistem, gidişat
(Ahzâb; 5, Mümin; 26) kulluk, İtaat (Nahl; 52), barış düzen (Enfâl; 39) bu
anlamların başlıcalarıdır. Başta verdiğimiz terim anlamıyla Kur’an iki tür
dinden sözeder: 1- Hak din; 2- Bizzat insanın icad ettiği batıl din.
Kur’an çok net olarak
kainattaki irade sahibi varlıklardan başka (İnsanlar ve cinler) tüm
varlıkların Allah’a
teslim olup itaat ettiklerini belirtir ve bu yüzden insan elinin ulaşamadığı
her yerde tam bir denge ve barış hakimdir. İnsan ise yeryüzünün halifesi
olarak yaratıldığından, kendisine irade ve bilgi verilmiş olup, gö-revikendi
İradesiyle yeryüzünü barış içinde kainatın diğer yöreleriyle birleştirmek,
yeryüzünde fesat çıkarmamaktır. İrade sahibi olduğundan zahirde birbirine
zıtmış gibi görünen, Takat (emelde birbirini tamamlayan iki cephesi vardır.
İnsanın: Ene (ben-ego) cephesi ve Hü-ve (o) cehpesi. Müstesna bir yaratılışa
sahip olan insan bu iki cehpesi nedeniyle çeşit çeşit eğilimler, arzular ve
duygular içindedir. ‘Ben’in isteklerini yerine getirmede bir çok sanatlara
ihtiyacı vardır. Bu sanatların hepsine birden sahip olamadığından hem
cinsleriyle bir arada yaşamak zorundadır ki, her insan kendi özel kabiliyet,
çalışma ve emeğinin ürününü başkalarınkiyle değiştirsin ve böylece bireysel
ve toplumsal planda dünya hayalını yaşasın.
İnsana yeryüzündeki
fonksiyonunu yerine getirmesi ve hayatını sürdürebilmesi için, nıiis-lüman
hakimlerin ifadesiyle,
1- Kuvve-i Şehe-viyye (yeme içme, üreme… dürtüleri);
2- Kuvve-i gadabiyye (savunma ve korunma için gerekli
öfke, mücadelecilik ve saldırganlık gibi dürtüler)
;3- Kuvve-i
akliyye(düşünmc, muhakeme…) adlı üç kuvvet verilmiştir. Bu kuvvetler yanma
tarafından sınırlandırılmamış olup insanın kendi iradesiyle maddi manevi tekamülünü
sağlaması için başıboş bırakılmıştır. Eğer İnsan sahip olduğu bu kuvvetleri
bireysel ve toplumsal hayatının ‘barış’ içinde düzenli olarak geçmesi için
gerekliği biçimde sınırlamazsa, bu kuvvetler ‘iffetsizlik, hak-hukuk bilmeme,
hakka tecavüz, önü alınmaz bir öfke ve yanlışı doğru, doğruyu yanlış gösterme’
gibi uç noktalara kayar ve bunun sonucunda bireysel ve toplumsal hayatta
zulüm, fesat ve tecavüzler meydana gelir. Gerek bu zulüm, fesat ve tecavüzleri
önlemek, gerekse insandaki kuvvetleri kendisine ve topluma yararlı ‘orta yola’
çekmek için kapsamlı bir ‘adalet’e ihtiyaç vardır. Bireylerin aklı bu kapsamlı
külli adaleti kavramaktan acizdir. O halde külli bir
akla İhtiyaç vardır
ki, bütün bireyler bu külli akıldan istifade etsinler. Kişiyi kendi hayâtında
tam bir mutluluk, düzen ve ahenk içinde geçirebileceği noktaya getiren toplum
hayatını adalet temellerine oturtan ve sonunda ölümle birlikte ebedi bir
cennet hayatının kapılarını açan bu külli (tümel) akıl, Allah tarafından
gönderilmiş olan ed-Din, yani Hak Din’dir.
Sonra dinin tatbikini
temin edecek bir merci, bîr sahip lazımdır. Bu merci ve sahip de ancak
peygamberdir. Peygamber olan zatın da her yönden halka olan hakimiyetini devam
ettirmek için maddi ve manevi bir yüceliğe ve bir seçkinliğe ihtiyacı olduğu
gibi, yaratıcı ile olan ilişkisinin derecesini göstermesi içinde bir ‘dclil’c
ihtiyacı vardır. Böyle bir delil onun şahsiyeti, hayatı ve mucizeleridir.
Dini gönderenin, yani
Allah’ın emirlerine ve yasaklarına bir başka deyişle ed-Din’c itaat ve
bağlılığı sağlamak için Allah’ın kudret ve büyüklüğünü zihinlerde tesbit edip
gönüllerde yerleştirmeye İhtiyaç vardır. Bu da ancak imanı hakikatlerin
tecellisi ve inkişafıyla mümkün olur. İ manî hakikatlerin tecelli, takviye ve
inkişafı da ancak tekrar ile yenilenen ve güçlenen ibadetle mümkündür.
Bazı müslüman alimler
dini bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çerçevesini, dinin daha çok
idari ve toplumsal hükümleri oluşturur: Allah’ın koyduğu vergileri toplayıp
yerlerine harcamak, dinin serbestçe yaşanacağı ortamı hazırlamak vebu amaçla
dini yaymak, dinin, ülkesinin ve insanların can, mal, ırz ve akıllarının
korunması ve bunlara karşı girişilen tecavüzlerin önlenip dinin tebliğinin önüne
konan engellerin kaldırılması için gerekirse savaşmak, ticari, mali
sermaye-emek ve her-türlü karşılıklı ilişkileri düzenleyici kurallar, mülk
edinme, evlenme, boşanma, miras vb. konusundaki kurallar, suç işleyenleri
cezalandırmak ve zulme meydan vermemek bu hükümlerin bazılarıdır.
Tekerlekte çerçeveden
sonra çubuklar gelir. Çubuklar merkezi çerçeveye, çerçeveyi de merkeze bağlar.
Çubuklar çerçeveden merkeze doğru gider. Namaz, oruç, İçki-kumar yasağı, hile
yapmama, aldatmama, hacc, İnfak, zikir, dua, tefekkür, murakebe, nafile
ibadetler, zühd, tevekkül, sabır, şükür vb. çubukları oluşturur. Merkezle
çerçeveyi birbirine bağlayan bu çubuklar sayesinde merkezi oluşturan ‘Hakikat’
bütünüyle çerçevede yansır. Merkez, en net ve özlü İfadesiyle “la ilahe İllallah,
Muhammedi’m Rasulullah” kelimesinde anlamını bulan hakikattir.
Tekerleğin üzerinde bulunan toplum da hakikat üzere olan toplumdur. Bu
hakikatle, İnsanın öz varlığını oluşturan hakikat ve kainatta hakim olan
hakikat arasında hiçbir fark yoktur. Demek oluyor ki, dinîn sonunda vardığı
hedef ve taşıdığı öz, insana gerçek insanlığını, ‘kamilinsün'(İnsan-ıkamil) olma
halini kazandırmaktan ibarettir. Bu tüm İnsanlığın hayatında gerçekleştiğinde,
yeryüzünde ve artık kainatta Tevhİd bütünüyle hakim olmuş ve göklerle yer
‘barış,’ İçinde birleşmiş, demektir.
İnsan gerek bireysel
gerekse toplumsal hayatında birtakım kurallara uymak zorundadır. Bu kurallar
eğer Allah’ın seçip gönderdiği dinin kuralları değilse, onların yerini
İnsanların veya İnsanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kurallar
alacaktır. Bu durumda ortaya İnsan yapısı, Özde bir ama nicelik bakımından
bîrden fazla olabilen din(lcr) çıkar. Bu diıı(-ler)in tann(lar)ı onu ortaya
koyan(lar)ın ncfs(ler)idir, arzularıdır, heves ve tutkularıdır. Toplum
hayatındaki rabb(ler)i ise, o insanların kendileridir. Bu din(ler)in de
inanılıp kabul edilmesi gereken birtakım esasları ve uyulması gereken hukuki ve
ahlaki kuralları vardır. Allah’ın asla razı olmadığı bu din(-ler)de özde bir,
şekilce ayrı pek çok pullar bulunur. İnsanlık tarihinin şahit olduğu üzere bu
toplumsal hayattaki dayanak noktası kuvvettir; hedefi çıkardır; hayattaki
düsturu kavgadır, boğuşmadır; toplumlar arasındaki bağı ırkçılıktır,
kabilecilikür; meyvesi, nefsani hevesleri tatmin ve insanlığın ihtiyaçlarını
artırmaktır.
Hak dinin esası
Allah’a kulluktur, ama bu, yalnız Allah’a kul olmakla başka hiçbir varlığın
önünde boyun eğmeyi kabul etmeyen bir kulluktur. Hak Dinin toplum hayatındaki
dayanak noktası haktır, gayesi fazilet ve Allah’ın maşıdır; hayat düsturu
yardımlaşmadır; toplumlar arasındaki bağı iman bağıdır, meyvesi nefsani
heveslerin tecavüzüne set çekip ruhu yüceliklere teşvik, ulvi hisleri tatmin ve
insanı kemalata sevketmektir.
Batılı dinler
tarihçilerinin teorilerinin aksine, insanlığın ilk dini ‘animizm’ veya ‘totemizm’
gibi ‘ilkel’ dinler değil, Kur’an’ın deyişiyle el-Islam’dır İnsan, insan olmak
bakımından hisleri, arzulan ve hedefleriyle aynı İnsan olduğundan, Allah’ın
onun için seçip gönderdiği din de temelde hep aynı ve tek olmuştur. Hz.Nuh,
Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi tüm resullerin gelirtp tebliğ,
nebilerin uyup tatbik ettiği dîn her zaman için Kur’an’ın tabiriyle el-İslam
olmuştur. Ama, her defasında bir takım nefsani sebeplerle bu dinden uzaklaşan
insanlar temelde aynı, fakat şekilce farklı olabilen (dinler) üretmişler ve
böylece ‘İlkel, batıl, şirk dinleri’ ortaya çıkmıştır. Nitekim, Hindin kutsal
kitaplarından Ve-dalar’ı inceledikten sonra Alman filozofu Sc-hellİng’in
vardığı sonuç cidden ilginç olup, bu gerçeği doğrular mahiyettedir. Şöyle diyor
Sc-helling: “Bütün insanlık Önceleri tek varlıktı ve tek Tanrı’ya
inanıyordu. (Sanki) en eski din yıldız yıldız parçalanmış.”
Batı’daki dinler
tarihi teorilerinin etkisinde kalan bir takım son dönem müslüman araştırıcılar,
İslam’ın bazı unsurlarını (tasavvuf gibi, mehdİlikgibİ) eski Hİndve ön Asya
dinleriyle Hıristiyanlık ve Yahudilikte de görünce, bunların İslam’a o
dinlerden girdiği gibi yanlış bir sonuca varmışlardır. Oysa, İslam’dan sapma
sonucu ortaya çıkan bu dinler kuşkusuz İslam’dan bir takım doğruları da
kendilerinde barındırmaktadırlar.
Dini tanımlarken, onu
salt bir his ve heyecan olarak görmekle kimi batılı düşünürlerin düştüğü
hataya karşılık, kimi müslüman düşünürler de onu salt bir sistem, bir ideoloji
gibi değerlendirmekle hataya düşmektedirler. Din, bciki bir sistemdir; insanın
bireysel ve toplumsal hayalını her bakımdan düzenleyen bir sistemdir, fakat bu
sistemde hedef dünya mutluluğu değil, Allah rızası, mükafat, dünya hayatında
refah, maddi-askeri alanda galibiyet ve yeryüzünde hakimiyet değil, belki bunlar
da verilmekle birlikte, yine Allah’ın hoşnutluğu ve öte dünya mutluluğudur. Bu
sistemde, dünya hayatı ahiretin tarlası, cennet veya cehenneme uzanan Sırat’tır.
Bu sistemin temelinde bir yönüyle ilim, bir yönüyle muhabbet ve feraset yatar;
nefsin hayatının yanısıra onun da ııyniük zorunda olduğu kablî hayat yatar. Bu
bakımdan his, heyecan, ulvi duygular, vecd ve muhabbet dinin asli öğeleri
arasındadır.
Batılıların din adma
reddettikleri İşte dinin bu yönüdür; fakat bu asli yönüyle insanlığın dinsiz
olamayacağı, yukarıda verdiğimiz Örneklerde görüldüğü gibi ortadadır. Çünkü
din, insanın fıtratına, vicdanına yerleştirilmiştir ve oradan çıkartılıp
atılması mümkün değildir. Bu yönüyle dini reddedenler, gerçekte kendilerini
‘dinsiz’ sananlardır; yoksa mutlak inkâr, imkansızdır. İkinci olarak, dini
beşer hayatını kuşatan şu veya bu §ekilde bîr sistem olarak ele aldığımızda
yine her insanın hak veya batıl mutlaka bir dine tabi olduğunu görürüz. Şu
kadar ki, Allah’a izafe edildiğinde, yani Allah’ın dini veya ‘hak din’
kastedildiğinde din adına karşımıza yalnızca İslam çıkar. Bunun
karşısındakilere bu anlamda “din” denilmez.
Son olarak, din
yukarıda verilen sözcük anlamları dahilinde terim anlamıyla ele alındığında,
bir başka deyişle terim anlamı sözcük anlamlarına uygulandığında ortaya şöyle
bir tablo çıkar:
Allah’ın insanı
mükemmel şekilde yaratıp yeryüzünde halife yapması, ona gitmesi gereken yolu
göstermesi, kitaplar ve peygamberler göndermesi kainattaki çoğu varlıkları
emrine vermesi hep onun insan Üzerindeki birer nimeti, emaneti, aynı zamanda
insanın da Allah’a karşı bir bakıma borçlanmasıdır. Eğer insan yeryüzünde
Allah’ın nimetleri karşısında şükürde bulunursa borcun gereğini yerine gelirmiş
olur. Bu da Allah’a İtaatla mümkündür. Allah’a İtaat ise ancak onun gönderdiği
hükümleri uygulamakla mümkün olur.
Ali ÜNAL, Zübeyir
YETİK
Din, Arapça bir kelime
olarak Dâl-ye-nun harflerinden meydana gelmiştir. Söyleyiş şekli değişmeksizin
Türkçe’ye girmiştir. Kelime gerek İslam öncesi Arapçasında gerek Kur’an ve
sünnette oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabii bir sonucu
olarak kelime; İslam Tarihi boyunca bütün çeşitliliğiyle ve farklı oranlar da
olsa da-yoğun olarak kaynaklarda. İlmi ve edebi eserlerde; sözlü ve yazılı
anlatımlarda yerini almış; İslami ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer
almıştır. Bu bakımdan bu kelimenin hem sözlük hem terim anlamı anlam itibarıyla
ona yakın ıstılahlarla birlikte yakından bilinmeli; Kur’an ve Sünnetteki
kullanmaları etraflı bir şekilde tanınmalıdır. Bu maksatla burada kelimenin lügat
ve terim anlamlan dışında yakın anlamlı terimlerle karşılaştırmasını yapmakla
birlikte Kur’an ve sünnetteki kullanmaları da ele alınacaktır. Ayrıca konuyu
tamamlayıcı diğer bazı hususlara da değinilecektir.
Sözlükle
“Din”:
1- İyi ya da
kötü kargılık, ceza:
“Eğer siz ceza
görmeyecek (din kökünden: “Medinin”) olsaydınız.” (el-Vakıa,
86).
2- Adet ve
alışkanlık
Şair: “Ebedıyyen
onun da benim de “din”im bu mudur?” derken “adet ve
alışkanlığı bu mudur?” demek İstemektedir.
3- İtaat,
ziller ve bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek: “Filan oğulları
kıratlara boyun eğmezler (la yedinunc)” denirken bu anlamıyla kullanılmaktadır.
Hadisi şerifte geçen:
“Akıllı kişi nefsine hakim olandır (dâne)” şeklindeki kullanımı da
bu manaya bir örnektir.
4-
Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı) gidiş idare. Başkalarını idare etmek
üzere görevlendirmiş olduğumuz birisinden: “Dey-yentuhu’l-kavme” diye
l^z ederiz.
5- Tevhid,
Allah’a İbadetin her türlüsü, dine yakın manasıyla millet, vera ve masiyet.
6- Bir şeye
zorlanmak.
7- Aziz ve
zelil olmak.
8- İtaat
etmek, asi olmak.
9- İyi ya da
kötü bir şeyi alışkanlık haline getirmek… gibi mamıkını gelmektedir.
(Mecdııd-din ei-Firıtzabadi. cl-Kaniusu’l-Muhit, Beyrut 1407/1987, s.1546;
Ebu’l-Hasen b. Side, el-Muhassas, Beyrut, (t.y.), XVII, 155-156, Ebu’1-Beka,
cl-Külliyat, Amira, 1287, s.327, Şehrİstani, el-MiJel ve’n Nihal, Beyrut 1395/1975,
I, 38; Ebu’1-A’lâ el-Mevdudi, Kur’an’a Güre Dört Terim, “DİN” Bahsi,
Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr.N.Ahnıed Asrar, Ankara 1983, I, 300
vd vs…)
Aynı kökten gelen ve
Yüce Allah’ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan “ed-Deyyan”*
yapılan işlerin kargılığını veren, kahreden yani islediğine zorlayan, egemen,
hikmetle yöneten, hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da
şerre de karşılık veren demektir. (İbn Side, a.g.e., XIII, 155; el-Fİruzabadi,
aynı yer; Mecdu’d-Din İbnu’lrEsir, Beyrul 1399/1979, en-Nihaye fi
Garibi-1-Hadis, II, 148).
“Mütedeyyin”
ise, Allah’ın dinine teslim olan, itaatkar, Öldükten sonra hesab ve eczaya
inanan kimse demektir. (Şehristani, a.g.e. I, 38).
Terim Manası:
Rağıb el-Isfahani,
terim olarak “Din”i şöylece tanıtmaktadır: “Yüce Allah’ın
kullarının faydasına kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için peygamberleri
aracılığı İle gönderdiği teş-ri’lcridir.”(el-MüfredalfİGaribi’l-Kur’an, Kahire,
1381/1961, s.174).
Muhamıned AH
ct-Tehanevİ de şunları söylemekledir: “Şer’İ bir lerim olarak
“din”, şeriat demektir. Din, şöyle de tarif edil m İşli r: Akıl
sahiplerini kendi iradeleriyle seçtikleri, onları dünyada salaha, ahirette
felaha kavuşturan Allah tarafından konulmuşkanunlardir. Bu anlamıyla din, hem
inanç konularını hem de ameli konulan kapsamaktadır. Her peygamberin getirdiği
“millet” hakkında da kullanılabilir. Allah’tan geldiği için
(Allah’ın dini şeklinde) Allah’a; peygamber tarafından tebliğ edildiği için
(“Peygambcr’in Dini” şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları
için de (mesela “Müslümanların Dini” şeklinde) Ümmete izafe
edilebilir. (Keşşafu Istılahat’l-Füntm; Kal-kutta, 1862’den İstanbul, 1404/1984
tıpkı basım, 1.503).
İbn Tcymiyye de terim
olarak “din”i şöylece açıklamaktadır: “İslam, İman ve İhsan diye
ifade edilen her üç kademe “din”in kapsamı içerisindedir. Çünkü
sahih hadiste de belirtildiği gibi: Hz. Cebrail gelip bu konularda sorular
sorup cevaplarını aldıktan sonra Hz. Peygamber (s) şöyle,buyurmuştur: “O,
Cebrail’dir. Size dininizi öğretmek üzere gelmiştir”. Böylece o, bunların
hepsinin “din”imizin kapsamına girdiğini açıklamış oluyor.” Din
ile Allah’a itaat ve ibadet edildiği için “Allah’ın Dini” denilir.
Kula izafe edilmesinin sebebi İse itaat edenin o olmasıdır.” (Mecmu’u
Fetava İbn Tcy-miyye, 1398 baskısından tıpkıbasım, XV. 158).
Bu açıklamalardan da
anlaşılacağı gibi, “din”, ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde
“hak din” ve “son din” olan İslam tanıtılmak istenmiştir.
Bunun en önemli sebebi olarak Allah katında geçerli tek din’in İslam olması
(Al-İ İmran, 19,
85) gösterilebilir.
Kur’an-ı Kerim
‘de Dîn
Din’İn terim manası bu
olmakla birlikte Kur’anvc Sünnette bu kelimenin kullanılmasını tetkik
ettiğimiz takdirde; sözlük anlamlarının birçoğunu da kapsayacak şekilde ele
alındığını rahatlıkla tesbit edebilriiz.
“Borç”
anlamına gelen ve “din” kelimesi ile aynı harflerden oluşan
“deyn” kelimesini ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursa;
“din” ve türevleri Kur’an-ı Kerim’de: Doksan-beşdefa
tekrarlanmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de bu
kelimenin hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle daha yakından tanımak
üzere Damegani ile Rağıb el-Is-lahani’nin açıklamalarını aktaralım.
el-Isfahani, dini:
“İtaat, ceza (karşılık) demek olup şeriat hakkında istiare yoluyla
kulla-nılmışiır. Din, mana itibariyle “millet”e benzemekle birlikte,
şeriata bağlılık ve itaat demek-dir” diye tarif ettikten sonra, çeşitli
manalarına örnek olmak üzere birtakım ayetleri kaydetmektedir. Ona göre, Al-i
İmran; 19, Nisa; 125. ayetlerindekİ “din” kelimesi “itaat”
anlamındadır. “Ey kitab ehli! Dinlerinizde aşırılığa gitmeyin.”
(Nisa; 125) buyruğu ise, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslam Di-nİ’ne
uymak için bir teşviktir. Bakara; 256’da “Din’de zorlama olamayacağım”
hükme bağlayan ayet-i kerimede de maksat “itaal”tir, çünkü dine
bağlılık ancak “ihla s’la olabilir. “İhlas” ile
“zorlama” ise, birbirine aykırı hallerdir. Al-i İmran; 83 ayetinde
yer alan: “Onlar, Allah’ın Dini’nden başkasını mı arıyorlar?” buy-ruğundaki
“Din”den kasıt ise İslam’dır. Sâd; 85, Fetih; 28, Saf; 9, Tevbe; 29,
Nisa; 125 ayetlerinde de aynı şekilde “İslam” kastedilmek!e-lir.
Vakıa; 86. ayette
geçen “Medinin” kelimesi, ‘amellere karşılık” manasınadır.
(R.el-Isfaha-ni, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an, Kahire 1381/1961, s. 175).
Damegani’nin bu
kavramı açıklaması daha doyurucudur: “Din, Kur’an-ı Kerim’de beş anlamda
kullanılmıştır:
1-Tcvhİd:
Al-i İmran; 19’da bu anlamdadır. Zümer; 2, Rum; 30, Lokman; 32 ayetlerinde
olduğu gibi.
2-Hesab: Mutaffikin;
11, Sâffât; 53, Vakıa; 85’da olduğu gibi.
3- Hüküm ve
Yargı: Yûsuf; 76’da “Melikin Dinî”, Melik’in hüküm ve yargısı
demektir. Nâr; 2’de “Allah’ın Dini” buyruğu da Allah’ın hükmü, yargı
ve kanunu manasınadır.
4- Bizzat
dinîn (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen, kişisel ve
toplumsal ilişkiler, eşya ve kainat münasebetleri, değer yargıları v.s.’nin)
kendisi. Eksiksiz ve tam haliyle Allah’ın Dini, İslam: Tevbe; 33, Saf; 9,
Fetih; 28’de olduğu gibi.
5- Millet:
Beyyine; 5’de olduğu gibi. (el-Hü-seyîn b. Muhammed ed-Damegani,
Kamu-‘1-Kur’an, Beyrut 1983,178-179).
Mevdudi, Kur’an-ı
Kerim’de “Din” kelimesinin anlamına ayırdığı değerli incelemesinde
şunları söylüyor: “… Bu bakımdan “din” kelimesinin Kur’an-ı
Kerim’de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Sözkonusu bu düzen şu
dört unsurdan meydana
gelir:
1- Hakimiyet
ve yüce egemenlik.
2- Bu yüksek
egemenlik ve hakimiyete itaat edip boyun eğmek.
3-Bu
hakimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikri ve ameli düzen.
4- Bu düzene
uymaya ve ihlasla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükafat veya
karşı gelmek halinde isyan etmeye ceza verdiği” (Mevdudi Kur’an’a Göre
Dört Terim. s. 103).
Sünnette Din:
Hadis-i Şeriflerde de
“din” kökünden türeyen kelimeler çeşitli kip ve anlamlarıyla kullanılmıştır
(Bk. el-Mu’cemu’1-Müfehres li Elfa-zi’1-Hadis… II, 163 vd., 165 vd.)
Hadİs-i Şerirlerde
“din” kelimesinin hangi manalarda kullanıldığını görelim:
1-Boyun
eğmek, itaat ve İbadet etmek: “A-kıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu
(Allah’a) ibadet ettirendir.” (Tirmizi, Kıyame, 25; İbn Mace, Zühd 31) Bu
hadis-i şerifde geçen “dane”nin hesaba çeken manasına geldiği de
söylenmiştir.
Hz. Peygamber’in:
“Kureyşten söyledikleri takdirde bütün Arapların kendilerine boyun
eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum.” (Tırmİzİ, Tefsir, Sure,
38, Bab 1: Ah-med b. Hanbel, 1,237) anlamındaki hadisinde de aynı anlamda
kullanılmıştır.
2-İnanç ve
ibadet: “Kureyşve onlar gibi İnanıp ibadet edenler (dane, dinehum)
Müzdeli-fe’de vakfe yaparlardı.” (Buhari, Tefsir, Sure -3, Bab 35, Müslim,
Hac, 151). Yani, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden
kimseler, kastedilmektedir.
3- Hayır
olsun, şer olsun karşılık: “Nasıl dav-nırsan, öyle karşılık
görürsün.” (Buhari, Tefsir, Sure 1, Bab 1)
4-
Kahretmek, mecbur etmek, egemen ve hakim, Allah’ın “ed-Deyyan” ismi
bu anlamdadır. (Ebu Ubc-el-Kasım b. Sellam, Garibu’l— Hadis, Beyrut
1396/1976, Haydarabad,
1385/1966’dan tıpkıbasım, II, 134-136, Mec-du’d-din İbnu’1-Esir, a.g.e., II,
148-149).
1-Millet:
Aslında yazdırmak anlamına gelen “imla”dan gelmektedir. İzlenen
“belli yol” manasına da gelir. Peygamberler şeriatı ümmetlerine
yazırdıkları ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından
“şeriat” manasına kullanılmamıştır: “Küfür, tek millettir”
sözünde olduğu gibi, “batıl” hakkında da kullanılabilir. (Tehanevi,
a.g.e, II, 1346).
Fİruzabadi,
el-Kâmus’da: “Millet”, şeriat veya din demektir.” (s.1367)
derken, R. el-Isfa-hani, “Millet, anlamı itibariyle ‘din’e benzemektedir.”
der. Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber’e izafe edilir.:
“Atalarınız İbrahim’in, İslıak’ın, Yakub’un milleti ne uydum.”
(Yusuf, 38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere İzafe edilerek
kullanılır. “Allah’ın milleti”, “Zcyd’in milleti” gibi
terkipler yapılmaz. Millet, ahirette Allah’ın mükafatını almak için
peygamberler aracılığıyla gönderildiği şeriatın adıdır.” der.
(el-Isfahani, a.g.e., 471-472, Ebu’1-Bekâ, a.g.e., 327-328).
2-Şeıiat:
Şer: Sözlükte suya giden yol demektir. “Şeriat”da aynı anlamdadır.
İslami bir kavram olarak ise; yüce Allah’ın koyduğu ve -ister bir amelin
keyfiyeti ile ilgili olsun, İster itikadı ilgilendirsin, herhangi bir
peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şeriata “din” ve
“millet” adı verildiği de olur. Şeriat kendisine itaat edilmesi
bakımından “din”, dikte edilip yazılması bakımından da millet,
belirlenmiş bir yol olması bakımından da “Şer’ ve Şeria: tır.
(eı-Tehnanevi, a.g.e, I, 759-76U).
Ebu’l-Beka,
“Din” kelimesine yakın terimlere dair açıklamalarından sonra
aralarındaki farka şöylece işaret etmektedir: “Çoğunlukla bu lafızların
biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla
birlikte mana itibariyle birbirinden farklıdırlar. Çünkü “Pcygamber’den
sabit olan özel yola uyulması açısından “tarika (yol)”, gereğince
dinlenmesi, bağlanılnıası (İz’an) gereği açısından “İman”, onu
teslimiyetle kabul gereği açısından “İslam”, ona bağlanmanın
karşılığının verilmesi açısından “din”, dikte ettirilip yazılması ve
etrafında toplanılması açısından “millet”, susayan kimseler onun
tatlı suyundan gelip İçtikleri İçin “şeriat”.
bir diğer adı
“en-Namus” olan Cebrail’in vahiy yoluyla onu gelirmiş olması
açısından da “cn-Namus” adı verilir.” (Ebu’1-Bcka, a.g.e.,
327-328).
Din, Millet ve Mezheb
arasındaki farka gelince; Din Allah’a, Millet Rasul’e, Mezheb de Müctehid’e
nisbet edilir. (Şerif cl-Cürcani, et-Ta’rilat, “DİN” maddesi).
BcşirERYARSOY