Felsefe Yazıları

Devlet (İslami,Laik,Oligark,Monark vb.) (Sosyoloji)

felsefe/devlet DEVLET

Kimilerine göre devlet, hükümet ve iktidarın kendisi; kimilerine göre, her çeşit kuvvet ye iktidarın dayanağı; kimilerine göre ise, her türlü iyilik ve erdemin kaynağıdır. Devleti ifade etmek İçin kullanılan kelimeler, iarih İçeri­sinde sürekti değişmiştir. Türkçe’de kullandı­ğımız, “devlet” kelimesi Arapça devi kökünden gelmekle olup, el değiştiren, elden ele geçen güç, kuvvet, iktidar, servet, mal ve makam anlamlarına gelmektedir. Günümüzde ise, daha çok siyasal iktidarı, kamu gücünü, kamu kurumlarım ve idarenin yetkilerini ifade etmek için kullanılmaktadır.

XVI.yüzyıla gelene kadar batı toplumlarında bugünkü anlamda devlet kavramına rastlanmamaktadır. Ortaçağda siyasal egemenliğin kaynağı, toprak mülkiyetine dayandığından, o dönemde devlet, arazi (ülke) anlamlarına gelen tenv ya da te/ra kelimeleri ile ifade edilmeye çalışılmıştır. Fransızca etol ve İngiliz­ce slate kelimelerinin aslı Latince “status”dir. Bu kelime ilk olarak XV.yüzyılda İtalya’da, belli bir topluluğun temci siyasî örgütlenme yapısını açıklamak üzere kullanılmış, oradan da diğer batı dillerine geçerek yerleşmiştir.

XVIII.yüzyıIdan itibaren iyice ortaya çıkan ve günümüze kadar geçerliliğini sürdüren modern devlet fikri, herhangi bir ahlakî, dinî yahut metafizik bağlantıya gerek duymaksızın kendileri için kanun yapma gücüne ilişkin hak İddiasında bulunan bireylerin hür birliği şek­linde beliriyordu.

Devlet, toplum hayatının ve toplum şekillerinin en kapsamlısı ve siyasî nitelik kazanmış olanıdır. Devletin, aile, sendika, parti, dernek ve benzer sosyal toplu haklardan farkı şu üç noktada özetlenebilir:

1- Devlet, topludaki tüm öteki sosyal kurumları içine alan, örgütlenme hacmi onlardan daha geniş ve kapsayıcı olan bir sosyal kurumdur.

2-  Devletin yapısı İçinde çok ileri derecede bir iş bölümü gerçekleştirilmiştir. Yasama, yürütme ve yargı organlarının ve onlara bağlı birimlerin görev ve yetkileri kesin olarak belirlenmiştir.

3-  Devlet, egemenliğini ihlal edecek olanlara karşı kullanılacak üstün bir zorlayıcı güce sahiptir. Devlet bu gücünü, emrindeki polis, jandarma, ordu ve benzeri kuvvetlerle kullanır.

Devletin Unsurları

Devletin unsurları “insan”, “ülke” ve “ege­menlik” olarak üç noktada toplanabilir.

1-insan unsuru:
Sosyal bir kurum olan devletin doğması ve gelişmesi, her şeyden önce bir insan topluluğunun varlığına bağlıdır. Bir devletin kurulabilmesi için ne kadar insan gerekliği konusunda kesin bir görüş Öne sürülemez. Nitekim, günümüzde Çin ve Hindistan gibi nü-

fusu milyara ulaşan devletler olduğu gibi, Monako Prensliği, Kuveyt Emirliği gibi nüfusu on binlerle ifade edilen devletler de vardır. Ancak, nüfusu fazla olan devletlerin Dünya siyasî dengesinde daha güçlü oldukları görülmektedir.

Devleti oluşturan insanların, bağımsız bir siyasî topluluk hâlinde teşkilâtlanma istek ve kabiliyeti, onların miktarından daha önemlidir. Bu istekve kabiliyet, bir topluluğun, diğer topluluklar karşısında bağımsız olarak yaşayacak seviyeye ulaşmasına ve bu konuda bilinçlenmesine bağlı bulunmakladır. Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde yaşayan bir insan topluluğu, bağımsız bir siyasî teşkilât kurarak, öteki topluluklara karşı kendisini kabul ettirdiği andan itibaren, miktarına bakılmaksızın bir devletin varlık sebebi olma niteliğini kazanmış olur.

Devletin İnsan unsuruna, devlet kavramının tarih içindeki gelişimine bağlı olarak “tebaa”, “ümmet”, “halk”, “millet” ve benzeri adlar verilmiştir. Çeşitli dönemlerde benzer anlamlarda kutlanılan bu deyimlerden her biri, günümüzde farklı anlamlara gelmektedir. Çağdaş devletin insan unsuruna daha çok “millet” ya da “halk” adı verilmektedir.

XIX.yüzyılda gelişen milliyetçilik hareketlerinin etkisiyle, her milletin kendi kaderine sahip ve hakim olması görüşü ağırlık kazanmıştır. Buna göre, ortak bir geçmişi, belli ölçülerde din, dil, ırk ve kültür birliği olan ve bir arada yaşama irade ve isteği gösteren her insan topluluğunu, kendi devletini kurma hakkının tanınması, bir uluslararası politika ilkesi olarak benimsenmiş ve çağımızda “millî devlet” anlayışı yerleşmiştir.

2-Fizikî Unsur (Ülke): Devleti meydana ge­tiren “ülke” unsuru belli büyüklükte bir arazi parçasını ifade eder. İnsanlık tarihinde ilk devlelin, göçebe hayat terkedilerek yerleşik hayata geçilmesi, belli bir toprak parçasının yurt tutulması ile başladığı kabul edilmekledir. İlk çağlardan beri insanlar yer yüzünün belli yerlerini kendilerine yurt tutarak, başkalarına karşı korumuşlar, “vatan” adını verdikleri bu toprakları kutsal sayarak, uğruna çekinmeden ölüme gitmişlerdir. Tarih boyunca ilerleyen ve gelişen medeniyetle beraber ülkelerin önemi artmıştır. Günümüzde pek çok devlet üzerinde kurulduğu toprakların adı ile çağrılmaktadır.

Ülke, devlet egemenliğinin ve kudretinin üzerinde kullanıldığı toprak parçasıdır. Bu topraklar, belli derinliklere kadar altında, üstünde ve sularında bulunan değerleri ile devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.

Bir devletin ülkesi üzerindeki fiilî hakimiyeti hem iç hukuk, hem de uluslararası hukuk bakımından tekel ifade eder. Bu nedenle devletin var olabilmesi için, diğer devletlerden belli sınırlarla ayrılmış bir ülkenin varlığı gereklidir.

3- Siyasî Unsur (Egemenlik): “Kamu gücü” diye de adlandırılan ve devletin siyasî unsuru olan egemenlik başkalarına hakim olma, emir ve direktifler vererek başkalarının davranışlarını yönlendirme anlamına gelir. Devletin ege­menliği, ülke sınırları içinde bulunan her tür­lü kişi, grup ve makam egemenliğini de içine alan üstün bir kuvvet olup, onun kendi bünye­sinden kaynaklanan aslî ve meşru bir güçtür. Devlet bu gücünü bir başka otoriteden almaz, bir başkası adına kullanmaz. Egemenlik yetkisinin mahiyeti ve sınırları hukukla belirlenmiştir. Devlet kudretini kullanma makamında bu­lunanlar bu sınırlara uymak zorundadır.

Devlet egemenliğini/emrindeki polis, jandarma, ordu ve benzeri zorlayıcı vasıtalara dayanarak kullanır. Sosyolojik bakımdan devleti, devlet olmayan topluluklardan ayıran en önemli fark, devletin emrindeki ordu, jandarma, polis ve benzeri silahlı güçlerdir, yani We-ber’in deyişiyle “meşru şiddet tekeline” sahip olmasıdır.

Devletin egemenliği iç egemenlik ve dış egemenlik diye ikiye ayrılabilir. İç egemenlik, devletin kendi ülkesinin sınırları içerisinde kullandığı, ortak kabul etmeyen en üstün kuvvettir. Ülkede yaşayan insanlar, aile, cemaat, meslek teşekkülü ve benzeri topluluklar, belediye, köy, kaza, vilayet ve benzeri idari birimlerin çeşitli organları da egemenlikler kullanırlar. Fakat devlet egemenliği, tüm bu egemenlikleri kapsayıcı, hepsinin üstünde genel bir kuvvettir. İç egemenlik bakımından en üstün ve rakipsiz olan devlet gücü, mutlak ve sınnsız değildir. Çağımız hukuk devleti anlayışlarında devlet egemenliği, kişilerin temel hak ve özgürlükleri ile sınırlıdır. Temel hak ve Özgürlüklerin korunması devletin aslî görevleri arasında sayılmıştır. Dolayısı ile kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin başladığı yerde, devlet egemenliğinin sona erdiği kabul edilmektedir.

Dış egemenlik ise, uluslararası ilişkilerde bir devletin diğer devletler karşısında bağımsız, kararlarında serbest ve eşit olması demektir. Ne var ki, uluslararası ilişkiler bakımından bu ilke bir temenniden öteye geçmemektedir. Çünkü, gelişmiş zengin ülkeler sahip oldukları ekonomik ve siyasî baskılarını geri kalmış-fakir ülkeler üzerinde sürekli olarak hissettirmekte, onların da kendileri gibi güçlenerek dünya dengesi içindeki yerlerini almalarına engel olmaktadırlar. Öte yandan, bir kısım güçsüz ülkeler zorunlu ya da gönüllü olarak içinde bulundukları bloklar içerisinde ikinci sınıf devlet muamelesi görmektedirler. Sovyet Rusya’nın liderliği altındaki Doğu Bloku ülkelerinin egemenlik haklarından büyük tavizler verdikleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin Nato Savunma İttifakı içinde bulunan ülkelerin kararlarına egemenliklerini zedeleyecek ölçüde

Devletin Kişiliği

Devlet aynı zamanda kendine özgü bazı hak­ları olan ve borçlanabilenbir mal ve insan topluluğudur. Kendisini oluşturan unsurlar üzerinde ve onların tümünü içine alan bîr kişiliği vardır. Bir başka ifade ile, devlet, sadece belli büyüklükte bir toprak parçası, sadece belli miktarda bir insan topluluğu ya da sadece bir egemenlik ve siyasî teşkilatlanma olmayıp, bunların tümünü içine alan üstün bir kişiliktir.

Devlet, sürekliliği kabul edilen bir kişiliktir. Organlarının yapmış olduğu işlemler, işlemi yapanların istifa, îilüın, emeklilik ve benzeri nedenlerle görevden ayrılmaları ile ortadan kalkmaz. Yapılan kanunlar, borç ve alacak ilişkileri yöneticilerin ve siyasî rejimlerin değişmesiyle sona ermez. Organları değişse bile devletin kişiliği değişmeyerek devamlı kalır. Osmanlı Devleti borçlarının Cumhuriyet hükümetlerince ödenmesi ve gene Osmanlı dönemi kanunlarından bazılarının hâlen yürürlükte bulunması Türk Devleti bakımından bu sürekliliğin en güzel örneğidir.

Devlet Şekilleri

Tarihteve günümüzde mevcut olan devletleri çeşitli Ölçütler kullanarak sınıflandırmak mümkündür: İktisadî kalkınmışlık düzeylerine göre “kalkınmış devletler, geri kalmış devletler”, uyguladıkları iktisat politikalarına göre “Liberal devletler, müdahaleci devletler”, kişilere tanınan hak ve özgürlüklerin sınırlarına göre “demokratik devletler, otoriter devlet­ler”, uluslararası ilişkilerdeki etkinliklerine gö­re, “güçlü devletler – güçsüz devletler” gibi. Ayrıca dış egemenlik bakımından devletler, “tek devletler” ve “birleşik devletler” diye ikiye ayrılmaktadır.

a) Tek Devletler: Tek devlet, devletin ülkesinin ve bu ülkede yaşayan tüm insanların bir lek merkezî otoritenin egemenliği altında toplanmasıdır. Ülkede bir tek merkezî devlet otoritesi ve onun temsilcisi olan bir tek kamu gücü vardır. Devletin tüm siyasî, ekonomik ve sosyal hayatı bu merkezî kuvvet tarafından düzenlenir. Ülkenin bir tek anayasası ve bu anayasaya göre oluşturulan bir tek yasama organı vardır. Ülkede yaşayan tüm insanlar ve ilişkiler bu yasama organının yapmış olduğu kanunlara göre yürütülür.

Tek devletlerde, devlet içinde hukuk ve siyasî yapı birliği vardır; devlet eyaletler ya da federe devletler şeklinde bölümlere ayrılmamıştır. Türkiye, tekçi deviete en iyi örnektir.

b)   Birleşik Devletler:
Tek devletin zıddı olan birleşik devletlerde birden fazla devlet değişik koşullarda bir araya gelerek yeni bir devlet ve siyasî teşkilatlanma meydana getirmişlerdir. Birleşik devletler, “devlet toplulukları” ve “devlet birlikleri” olmak  üzere iki önemli grupta toplanırlar.

Devlet  birliklerinde, birden  fazla  devlet, esas kimliklerini ve bağımsız devlet olma niteliklerini korumak şartıyla bir araya gelmişlerdir.

Devlet toplulukları ise iki ya da daha fazla devletin bir araya gelmesiyle oluşan birleşik devletler olup “konfederasyonlar” ve “federasyonlar” olmak üzere iki değişik grubu oluştururlar. İki ya da daha fazla devletin iç işlerinde bağımsız bir devlet niteliğini koruyarak, dış işlerini müşterek bir organ tarafından yürüttükleri devlet topluluğuna konfederasyon denmekte olup konfederasyona dahil ülkelerin temsilcilerinden oluşan ve dış işlerinin görüşüldüğü “diyet” adında bir organa sahiptir.

Devlet topluluklarının ikinci şekli federasyondur. “Federal devlet” diye de adlandırılan federasyonlar, dış egemenliği bulunmayan eyalet, kanton ve benzeri devletlerin bir tek devlet hâlinde birleşerek, bir tek iradeye ve bir tek egemenliğe bağlı devlet şeklidir. Federasyon içinde yer alan tüm gerçek ve tüzel kişiler, bir yandan bağlı bulnudukları federe devletin, öte yandan da özellikle federal devletin egemenliği altında faaliyet gösterirler. Federe devletlerden her birinin kendi iç ilişkilerini dü­zenleyen anayasaları ve bu anayasaların uygu­lanışını gösteren kanunları çıkaracak yasama organları vardır.

Egemenliğin kaynağına göre devletler, “Monarşiler ve cumhuriyetler”, hakimiyetin sınırları bakımından ise “bağımlı ve bağımsız devletler” olmak üzere de ikiye ayrılırlar.

Aristo’ya göre, egemenlik yetkisinin kaynağı ve kullanılması bakımından devletler, “normal devletler” ve “normal olmayan devletler” diye İkiye ayırlır. İyi idare usulleri adı verilen “monarşi”, “aristokrasi” ve “politeia (Cumhuriyet )” normal devlet şekilleri; kötü idare usulleri adı verilen “istibdat”, “oligarşi” ve “demokrasi” ise, normal olmayan devlet şekilleri arasın­da yer alır. Normal devlet şekillerinden mo­narşide, egemenliğin kaynağı tek bir kişidir; fakat bu kişi egemenlik yetkisini halkın yararına kullanır. Aristokrasi’de egemenliğin kaynağı belli bir sosyal sınıf ya da gruptur; fakat bu sınıf ve gruplar egemenlik yetkisini kendi çıkarlarına değil, toplumun çıkarlarına uygun kullanırlar. Cumhuriyet’te ise, egemenliğin kaynağı vatandaşlardır. Toplum bu yetkisini, yine kendi İçinden seçmiş olduğu organları aracılı­ğı ile kendi yararına kullanır. Normal olma­yan devlei şekilleri, normal devlet şekillerinin bozulmuş halidir. Monarşilerde egemenliğin kaynağı olan kişinin, yetkisini kendi çıkarları­na kullanması halinde devlet istibdad’a; aristokrasi’de, egemenliğin kaynağı olan grubun, yetkisini kendi çıkarlarına kullanması halinde devlet oligarşi’ye dönüşür.

Aristo’nun sadece egemenliğin kaynağını değil, kullanılmasını da ölçü alarak yapmış olduğu bu ayırım Montesquieu’ya kadar geçerli olmuştur. Montesquieu, sadece egemenliğin kaynağını esas alarak yapmış olduğu ayırımda, devlet şekillerini “monarşi”, “istibdat” ve “cumhuriyet” olmak üzere üçe ayırmıştır. Montesquieu’ya göre “monarşi”, egemenliği elinde bulunduran bir kişinin ülkeyi çıkarmış olduğu kanunlara uygun olarak yönetmesi; “istibdad”, egemenliği elinde bulunduran bir kişinin, ülkeyi kanunsuz ve keyfinin istediği gibi yönet­mesi; “Cumhuriyet” ise, seçimle gelen devlet başkanının ülkeyi kanunlara uygun olarak yönelmesidir. Montesquieu’nun yapmış olduğu bu ayırımda Cumhuriyetle öteki devlet şekilleri arasındaki fark, Cumhuriyet’te seçim esasının benimsenmiş olmasıdır.

Monarşİk devlette hakimiyetin kaynağı ve sahibi bir kişi olup bu kişi farklı yer ve zamanlara göre, kral, şah, hükümdar, imparator ve benzeri adlar almıştır. Egemenliğin kaynağının kişiler olduğu tüm siyasî rejimler aynı nitelikte değildir. Egemenliğin niteliği, kazanılması ve sınırları bakımından monarşiler “monark’ı tanrının yeryüzündeki temsilcisi sayanlar”, “monark’ı devletin sahibi sayanlar” ve “monark’ı devletin organı sayanlar” diye farklı şekilde ortaya çıkmıştır.

Monark’ı tanrının yeryüzündeki temsilcisi sayan monarşiler, teokrasi olarak da adlandırılmakta olup bu uygulama Ortaçağ boyunca tüm devletlerde görülüyor. Günümüzde bazı yönleriyle, sembolik anlamda buna benzer bir anlayış ingiltere’de halen devam etmektedir. Bu tür monarşilerde hükümdarın kişiliği kutsal ve dokunulmazdır. Tanrıdan başka hiç kimse onu hesaba çekemez, dolayısı ile vicdanın elverdiği her işi yapmakta serbesttir. Monark’ı devletin sahibi kabul eden monarşilerde ise hükümdar, devletin ve ülkenin tamamının sahibidir. Mülk devlet anlayışı denilen bu tür uygulamalarda, hükümdar tüm ülke topraklan ile beraber o topraklar üzerinde yaşa­yan İnsanların da malikidir. Onları dilediği gibi kullanabilir. Hak ve özgürlüklerin sınırlarını dilediği gibi genişletip daraltabilir. Bu tür monarşiler egemenliğin toprak sahipliğine da­yandığı Ortaçağ feodal sistemlerinde görülmüştür.

Monark’ı devletin organı sayan monarşilerde de hükümdar ne tanrının gölgesi, ne de ülkenin sahibidir. O sadece devletin bir organıdır. Batıda Fransız ihtilâlinden sonra gelişen temsilî hükümet anlayışı ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin etkisiyle kralların, ne insanüstü kutsal kişiler, ne de devletin sahibi oldukları, sadece egemenliği devlet adına kullanan bir organ oldııkalrı kabul edilmeye başlamıştır. Hükümdarı devletin organı sayan monarşilere, “meşrutî monarşi” adı verilmektedir. Egemenliğin kazanılması bakımından monarşiler irsî (soydan) monarşiler ve seçimlik monarşiler şeklinde sınıflandırılmaktadır.

Monark’ın sahip olduğu egemenlik yetkisinin sınırları bakımından monarşiler “mutlak monarşi” ve “meşrutî monarşi” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mutlak monarşilerde hükümdar, devlet egemenliğinin tek sahibi ve kaynağıdır; tüm devlet yetkilerini kişiliğinde toplamıştır, onun üstünde ve onun egemenliğini sınırlayan bir başka makam ya da müeyyide bulunmamaktadır.

Meşrutî monarşilerde ise hükümdar, yetkilerinden bir kısmını öteki devlet organlarına devrederek, tek yetkili organ olma özelliğini yitirmiştir. Meşrutî monarşilerde devletin, hükümdar yanında en az onun kadar önemli olan başbakan, bakanlar kurulu, parlamento ve benzeri organları vardır. Bu organların her biri (hükümdar dahil) yetkilerini anayasa ve kanunlardan alır. Hükümdar ve öteki devlet organları, kendilerine anayasa ve kanunlarla verilmeyen hiç bir alanda hiç bir yetkiyi kullanamazlar. Günümüzde İngiltere, İsveç, Norveç, Belçika, Hollanda, Danimarka ve İspanya meşrutî monarşi ile yönetilen devletler arasında yer almaktadır. Bu itibarla bir ülkede de­mokratik bir yönetimi gerçekleştirebilmek için devletin şeklinin cumhuriyet olması zorunlu değildir. Aksine, şeklen cumhuriyet olan pek çok devletin, yukarıda adlarını andığımız monarşiler kadar demokratik bir yönetim gerçekleştiremedikleri de görülmektedir.

Diğer taraftan cumhurî devlette, egemenliğin sahibi milletin tamamı olabileceği gibi, belli bir sınıf ya da statüdeki insanlar da olabilir. Buna göre cumhuriyetler “aristokrasi” ve “halk cumhuriyeti” ol- .ak üzere ikiye ayrılır. Egemenliğin belli bir sınıf ya da statüdeki insanlara ait olduğu cumhuriyet’e “aristokrasi” ya da “seçkinler cumhuriyeti” adı verilmektedir. Ortaçağda kurulan Venedik Cumhuriyeti ve Roma Cumhuriyetleri seçkinler cumhuriyetine örnek gösterilebilir. Egemenliğin milletin, tamamına ait old&ğu cumhuriyete ise “halk cumhuriyeti” ya da “demokratik cumhuriyet” adı verilmektedir. Çağımız cumuhriyetlerinin çoğu demokratik niteliklidir.

Krallık, hükümdarlık, imparatorluk ve benzeri monarşilerle cumhuriyet yönetimi arasındaki en önemli farkın, devlet başkanı ve öteki siyasî görevlilerin iş başına gelmesi ve görevde kalma sürelerinde görüldüğü söylenebilir. Gerçekten de monarşilerde, devlet başkanı ve öteki siyasi görevliler veliaht tayini ya da atama yoluyla iş başına gelerek bu görevde genellikle ölene kadar kaldıkları halde, cumhuriyet­lerde, devlet başkanı ve öteki üst düzey siyasî görevlilerin tümü seçimle iş başına gelmekle ve dört-beş ya da yedi yıl gibi bir dönem görevde kalmaktadırlar. Bu nedenle cumhuriyetlerde, prens, dük, lord ve benzeri siyasî makamlara bağlı kişisel asalet unvanları bulunmamakladır.

Cumhuriyetlerin monarşilere üstünlüğü, demokratik bir siyasî hayatı gerçekleştirmeye daha elverişli olmalarındandır. Cumhuriyet rejimlerine geçilen toplumların demokratikleşme süreci  hızlanmaktadır. Anayasaya göre

Türkiye Devleti “demokratik bir cumhuriyettir”. Ne var ki, cumhuriyet rejimini yeni benimsemiş pek çok devlet gibi Türkiye’nin de bu alanda aşması gereken önemli engeller bulunmaktadır.

Şükrü KARATEPE-Fevzi DEMİR – SBA

felsefe/eski yunan
Devlet

Devlet, (Arapça: دولة Devlet) toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.

Hukukî açıdan devlet, genellikle unsurlarından hareketle tanımlanır. Buna göre devlet; “Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir.” Bu tanımdaki unsurlar şunlardır:

* İnsan unsuru:
Halk ya da millet unsuru olarak da adlandırılabilir. Belirli bir alanda birlikte yaşayan ve çeşitli bağlarla ortak yaşama iradesi gösteren insan topluluğudur. Bir devleti oluşturacak insanların sayısı hakkında bir alt sınır olmamakla birlikte devletin niteliğine göre makul bir alt sınır kabul edilebilir. Modern yaklaşıma göre millet unsurunun kurulabilmesi için manevi nitelikte bağlar yeterli olup bu manada birlikte yaşama iradesinin doğması yeterlidir.
* Egemenlik unsuru: Siyasal iktidar unsuru olarak da adlandırılan bu unsur, Devletin esas kurucu unsurudur. Belirli bir yeryüzü parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunun üstün irade çerçevesinde örgütlenmesidir. Egemenlik kavramı otoriteden farklı olarak ülke içinde biricik meşru güç kaynağı olmayı ifade ederken ülke dışında (uluslararası alanda) bağımsız olmak anlamına gelmektedir.
* Ülke unsuru: Ülke, coğrafi anlamda bir bütünlük teşkil eden ve sınırları belirlenebilir bir kara parçasını ifade eder. Ancak devletin sınırları konusunda bir tartışma bulunması mümkündür. Ancak devlet sınırları öngörülebilir bir toprağa sahip olmalıdır. Devletin ülkesi kara ülkesi, deniz ülkesi ve hava ülkesi olarak üçe ayrılır.

Devlet şekilleri

Üniter (Tekli) Devletler

Siyasi otoritenin tek merkezde toplandığı, merkezî otoritenin tek bir anayasa ile sağlandığı devletlerdir. Yasama organının yaptığı kanunlar bütün ülkede uygulanır. Örnek:Danimarka,Fransa,İngiltere,İsrail,İtalya,İrlanda,Norveç,Yunanistan,Türkiye

Karma (Bileşik) Devletler

Birden fazla devletin kendi aralarında gerçekleştirdikleri bir anlaşma ile birleşmeleri sonucu oluşan devletlerdir. İki şekilde olabilir:

* Konfederasyon: Bağımsız devletler tarafından egemenliklerini koruma şartı ile oluşturulan ve üye devletlere diledikleri zaman ayrılma hakkı tanıyan karma devlet biçimidir. (günümüzde örneği yoktur, eski İsviçre, Almanya ve ABD)
* Federasyon: Ortak bir anayasa altında birleşen devletlerin oluşturduğu devlet biçimidir. Bu tip devletlerde ayrıca her federasyonun kendi anayasası, yürütme ve yargı organları vardır. (Örn: Almanya ve ABD)Kanada ,Avusturya,İsviçre,Avustralya,Rusya

Egemenliğin kaynağına göre devletler

Monarşik Devlet

Egemenliğin tek kişiye ait olduğu devlettir.Günümüzde örneği: İspanya, İngiltere…

Oligarşik Devlet

Egemenliğin belli bir sınıf veya gruba ait olduğu devlet biçimi.

Teokratik Devlet

Egemenliğin kaynağının dine dayandığı devlet biçimi. Din adamlarının sözü geçer.Her şeye din adamları karar verir.

Demokratik Devlet

Egemenliğin halka ait olduğu devlet biçimi

Bir birimin devlet olarak nitelendirilebilmesi için diğer devletler tarafından tanınmasına gerek yoktur. Zira tanıma sadece uluslararası alanda ilişki kurmak için gerekli bir işlemdir.

Bugün anladığımız anlamda devlet (Modern Devlet) 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır.

Bütün toplumlar, bir devletin varlığı ile nitelenmezler. Avcı ve toplayıcı kültürler ve küçük tarım toplumlarında devlet kurumları yoktur. Devletin doğuşu, insanlık tarihindeki ayrıcı bir geçişi göstermektedir, çünkü devlet oluşumunda söz konusu olan politik gücün merkezileşmesi, toplumsal değişim süreçlerinde yeni dinamikleri ortaya çıkarır.

Devlet siyasal bir birliktir. Bunun için her şeyden önce devleti kuran bireyler arasında kültürel bir birliğin lazımdır. Ancak kültürel birlik devletin yaşaması için yeterli değildir. Tarihte görülen bir çok iç savaşlar kültürel birliğin devlet kurulmasında yeterli olmadığını göstermektedir. Amerikan iç savaşının anayasal düzenin kurulmasının ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyması ve savaş kültürü yerine hukuk devlet ilişkisinin kavranması açısından önemi büyüktür.

* Devlet, çağdaş toplumlarda en önemli kurumdur. Siyasal kurumların en iyi örgütlenmiş olanıdır. Üstün bir yaptırım gücü, zorlama olanağı vardır. Polis, jandarma, ordu yanlızca devleti yönetenlerin emrindedir.

Vikipedi

DEVLET

Manevî kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilâtlı millet veya milletler topluluğunu meydana getiren siyâsi teşekkül.

İslâmî devlet, müminlerin İslâm’a göre teşkilâtlandıkları ve güçlerini İslâm’dan aldıkları, yeryüzünde (her yerinde veya herhangi bir bölgede) İslâm’ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları şer’î kişiliğin adıdır. Şunu da belirtelim ki; “devlet” kavramı, çok çeşitli şekillerde tarif edilmektedir. Bu eğilim, devlet kavramının ideolojik ve politik bakış açılarının veya çeşitli disiplinlerin kendilerine has tarif yapmaları sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Genellikle yönetim şekline dayalı tarifler liberal, sosyalist, anarşist, gayr-i İslâmî dünya görüşlerine göre biçimlenmektedir.
felsefe/tevhid121

Kur’an ve Sünnet’te “devlet” kelimesine ilişkin şu nasslara rastlıyoruz:

“İşte o günleri biz, insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âli İmrân, 3/140).

“Tâ ki o, (fey ve ganimet malları, hatta genel olarak servet) sizden zengin olanlar arasında dolaşıp durmasın… ” (el-Haşr, 59/7).

Ayetlerde “devlet” ve “dûlet” şekillerinde kullanılan bu kelimeye, elden ele münavebeli bir şekilde dönüp dolaşmak gibi anlamlar verilmektedir. Zaten yukarıda işaret edilen ayetlerde bu ve buna yakın anlamlarıyla kullanılmıştır. Umumi olarak, kişi ve toplumlar hakkında işlerin düzgün iken ters dönmesi, yahut bunun aksinin olması hallerinde bu kelime ve bunun çeşitli türevleri kullanılır. (Râğıp el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, Kahire 1381/1961, 174 vd.)

Sünnet’te ise, şu anlamlarda geçmektedir:

1- Kimi zaman bir kesimin kimi zaman bir başka kesimin olan ve böylece el değiştirip duran mal;

2- İnsanların birbirlerinden rivâyet ettikleri söz;

3- Sıkıntıdan kurtulup bolluk ve rahata kavuşmak;

4- Zafer kazanmakla yenilmenin zaman zaman yer değiştirmesi;

5- Karşılıklı olarak söz atışmak… (Mecduddîn İbnu’l-Esir, en-Nihâye fi Garibi’l-Hadis Beyrut 1399/1979, II, 140 vd. Ayr. bk. Concordance, II, 160).

Ancak bugünkü devlet terimi bu kullanışlarla ilgili değildir. Hatta müslümanların usul kitaplarında ve lugatlarında dahi kelime artık çağdaş tariflere kaymıştır.

“Onlar o müminlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevki verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. ” (el-Hacc, 22/41) âyetinde İslâm devletinin tanıtıcı bütün özelliklerini bulmak imkânımız vardır. Başka âyetler devletin özelliklerini açıkça ortaya koyar: Devlet, müslüman tebasıyla birlikte Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Yani Allah’ın hükümlerinin uygulayıcısıdır. Bu güç, Allah’a mutlak anlamıyla kulluğu gerçekleştirmek ve İslâm hükümlerinin uygulanışını sağlamak için kullanılacaktır. Ma’rufu emredecek. münkerden sakındıracaktır (el-Bakara, 2/30; en-Nûr, 24/55). Doğal olarak buna dâru’l-İslâm* denilmiştir. Yani müslümanların eli altında bulunan yere verilen isim veya Şerîatın müslümanların hüküm ve iktidarıyla korunduğu müessesedir. İmam Şâfiî’ye göre bir yerde sadece yöneticiler müslüman olsalar orası dâru’l-İslâm sayılır.

Ancak vahiyden uzak beşer düşüncesi bu konuda da kendince açıklamalar getirmeye çalışmıştır. Bu açıklamalara kısaca değinelim:

İlk çağ Yunan filozoflarından Eflatun, devletin, insanın tek başına kendi kendisine yetmemesi sebebiyle, ihtiyaçlarını karşılamak üzere meydana getirdiği bir topluluk olduğu görüşündedir (Eflatun, Devlet, Çev. M. Ali Cimcoz, S. Eyüboğlu, İstanbul 1958). Aristo’ya göre ise devlet, “Kendi kendisine yetmek iddiasında olan ve yaşayabilmek için ihtiyacı bulunan herşeyi genellikle kendisi sağlayabilen bir vatandaşlar topluluğudur.” (Prof. Dr. İlhan Akın, Kamu Hukuku, İstanbul 1974, 12-13).

Hristiyan filozof St. Augustin, devletin, ilk günah neticesinde Cennet’ten kovulan insanların yeryüzünde teşkilatlanmak zorunluluğunu duymaları üzerine ortaya çıktığı görüşünü ortaya atmıştır. Machiavelli de, devleti, örgütlenmiş bir kuvvet olarak kendi bölgesinde üstün ve diğer devletlerle bağlantısında bilinçli bir büyüme siyaseti izleyen bir kurum olarak tarif eder (George Samine, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev. Alp Öktem Ankara 1969, II, 22).). J. Bodin, devleti, “Birçok ailelerin ve onların mâlik oldukları şeylerin egemen kudret tarafından adaletli bir şekilde (veya hukuka uygun olarak) idaresi” şeklinde tanımlar. Hegel’in tanımı ise şöyledir: “Devlet ilâhî arzudur. Şu anlamda ki, yeryüzünde mevcut olan ve dünyanın yürürlükteki biçimi ve örgütü olarak ortaya çıkan bir düşüncedir. Devlet, bilinçli amaçlara, belli kanun ve ilkelere itaat eder. Devlet mutlak surette akılcı olan şeydir; kendini bilen ve emreden ilâhi iktidardır; ruhun sonsuz ve zorunlu varoluşudur. Tanrı’nın dünyada yürüyüşüdür.” (Sabine, a.g.e., III, 39).

Beşerî temel üzerinde yükselen Batı felsefesinin çeşitli devlet tarifleri, görüldüğü gibi çelişkilidir. Çağdaş devlet tarifleri ise, devleti karmaşık bir yapıya sahip olan tüzel bir kişilik olarak almaktadır: “Devlet, idare edenler dışındaki bir otoritedir… Zorlayıcı kuvvet ve bu kuvveti kullanan kişiler ve örgütler devletin maddi kuvvet ve organlarıdır. Bu maddi kuvvet ve organların yanında idare edilen toplumdaki kuvvet unsurlarına da dayanır. Çünkü devlet yalnızca maddi kuvvet ve organlardan ibaret sayılamaz.” (Prof. Dr. Erdoğan Göker, Hukuk Başlangıcı Dersleri, Ankara 1974, 183).

İslâmî devlet, beşer kaynaklı bütün bağlamlardan aykırı bir konumda yer alır. İslâmî devlet bir gaye değildir. İslâm’ın uygulanması için bir araçtır. Kuruluşunun asıl amacı, İ’lây-ı Kelimetullah’tır, yani İslâm’ın insanlara tebliğ edilmesidir. Görevi, müslümanların İslâm’ı yaşamalarını sağlamak ve buna zemin hazırlamaktır. Varoluş gayesi böyle tanımlanabilecek İslâm devleti bu amaçla kurulur. Binaenaleyh, adında “İslâm” ibaresi bulunarak kurulmuş, ancak uygulamada başka ideolojilerle eklemlenmiş veya aslî gayeden uzaklaşmış devletlere “İslâm devleti” denilemez.

İslâm açısından devletin gereği tartışılamaz. İmam Gazzalî İslâm’a göre teşkilâtlanmış bir devletin ve onun başında bir başkanın bulunması gerektiğini açıklarken şöyle demektedir:

“…Bunun gereği ile ilgili olarak kesin şer’i delili ortaya koyarken bu konuda ümmetin icma halinde olduğuna dikkati çekmekle yetinmeyerek, icmaın dayanağını da şöylece açıklayacağız: Şeriat sahibi dini emirlerin düzenliliğinin sağlanmasını kesinlikle istemiştir. Bu yargıda anlaşmazlık olabileceği kesinlikle düşünülemez. Buna dayanarak şunu da ekliyoruz: Dînî emirlerin düzenliliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla mümkün olabilir. Can ve mal güvenliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla sağlanabilir. Buna, yöneticilerin ölümü dolayısıyla ortaya çıkan karışıklıklar delildir.” (Gazzâlî, el-İktisad fi’l-İtikâd, Nşr.; İ. Agâh Çubukçu-H. Atay, Ankara 1962, 224 vd.)

“Allah’a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de…” (en-Nisâ, 4/59). Bu buyruk, imamın varlığına ve gerçeğine delâlet eder. “Aralarında Allah’ın hükümlerini uygulayacak, Allah Rasûlü’nün getirmiş olduğu şerîatın hükümlerine göre onları yönetecek adaletli bir yöneticinin emirlerine itaat etmenin gereği üzerinde bütün Ehl-i Sünnet, Mürcie, Şia, Hariciler ittifak halindedir.” (İbn Hazm, el-Fisal fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, Beyrut 1395/1975, IV, 87).” Boynunda bir bey’at sorumluluğu bulunmaksızın ölen bir kimse cahiliyye ölümüyle ölür. ” (İbn Hazm, el-Muhalle. IX, 359) Farzların edası, hadlerin uygulanması ancak güçle, iktidarla olabilir. “Üç kişi yola çıkacak olursa, birilerini başkan tayin etsinler.” hadisi, üç kişilik bir cemaatte bile başkanın zorunluluğunu belirtmektedir.

İslâm hukukçuları ve kelâm âlimleri özellikle devlet başkanlığı (hilâfet) üzerinde düşünmüşler, müfessirler ve sünnet şârihleri de Kur’an ve Sünnet’te yer alan nâssları inceleyerek bunlar üzerinde etraflıca durmuşlardır. Hatta çağdaş sosyologların öncüsü sayılan İbn Haldun, Mukaddimesinde devlet kavramını geniş olarak ele almış, toplumların yaşayışlarına ve devletlerin yükseliş ve düşüşlerine dair birtakım kurallar ortaya koymaya, kendisine göre bir sistem geliştirmeye çalışmıştır.

İslâm hukukçuları İslâm devletini “dâru’l-İslâm” diye adlandırmışlardır. Bu isim, modern hukuk lugatlarındaki devlet teriminin taşıdığı anlamı tamamen kapsar (A. Kerim Zeydan, İslâm Hukukunda Fert ve Devlet, Çev. Cemal Arzu, İstanbul 1969, 23). Ancak hemen belirtmek lâzımdır ki, İslâm hukuku terminolojisi ile çağdaş lâik hukuk terminolojisi arasında “devlet” kavramı da dahil olmak üzere bütün kavramlarda tam bir farklılık göze çarpar. Bu iki dünya görüşünün kavramlara yaklaşımında hiçbir ortak yan bulunamaz. Bunun asıl sebebi ise İslâm’ın vahiy kaynaklı, İslâm dışı düzen ve sistemlerin ise beşer kaynaklı oluşudur. Bu gerçek gözden kaçırılırsa telâfisi imkânsız hatalara düşülür. “Devlet” kavramına yaklaşılmak istendiğinde de bu gerçeğin gözardı edilmemesi gerekir.

Hayatın vahye göre düzenlenmesi anlamıyla devlet, ilk defa Hz. Âdem ile birlikte ortaya çıkmakla beraber, Kur’ân-ı Kerim’de özellikle Hz. İbrahim’den itibaren inanışın devlet düzeni ile ilgili tabloları ele alınmaktadır. Ondan sonra gelen hükümdar peygamberlerden söz edildiği gibi, Firavn ve Nemrut gibi kendisini ilâhlaştırmak davasında olan devlet başkanlarından ve onların devlet düzenlerinden de söz edilmektedir. Devlet de Allah’ın insanlara bildirdiği vahiy düzeninin bir parçası olduğuna göre; bunun ilk Peygamberle birlikte ortaya çıkmış olduğunu, yine vahyin zorunlu bir gereği olarak, kabul etmemiz gerekmektedir.

İslâmî Devlet

İslâm’dan önce Cahiliye Araplarının da kendilerine göre bir hukuk düzenleri vardı. Vahşî, ilkel kabile toplumunda sosyal yanı kan akrabalığı üzerine kurulmuş ilkel bir seçkinciliğe dayanıyordu. Aşırı şeref ve asaletçilik, Araplar’da hiçbir zaman birlik ve beraberliği sağlayamıyordu. Güçlü olan kabilenin kurduğu idare, çok kısa bir süre sonra anarşi ve savaşlarla bitiyordu. Zulüm ve adâletsizlik, İslâm’ın ortaya çıktığı sıralarda en üst düzeye ulaşmıştır. Hz. Peygamber İslâmî devletin temelini Akabe bey’atleri ile atmıştır. Medinetü’n-Nebi denilen Yesrib şehri, İslâmî devletin kurulduğu ilk mekândır. Burada ilk İslâmî anayasa da hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur.

Rasûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicretinden vefatına kadar geçen süre boyunca İslâm devletinin gerekli bütün temel kurumlarını, vahyin rehberliğinde tek tek şekillendirmiş, ashâb-ı kiram da bu kurumların ferdî ve sosyal yaşayışlarına kazandırdığı yeni muhtevaya göre bu yapının insan unsurunu teşkil etmişlerdir.

Yüce Rasûl, ardında, en doğru yola götüren Kur’an-ı Kerim’i bırakarak ebedî aleme göçtüğünde ümmet arasında geçici bir dağınıklık ve ihtilaf çıkmıştı. Fakat ashâb-ı kiram, hem islâm’ın devletsiz olamayacağını çok iyi biliyorlardı hem de önlerinde Yüce Rasûl’den kalan miras vardı. Onlar bu siyasal mirası çok iyi anladılar ve Yüce Rasûl daha defnedilmeden hemen devlet başkanını, Rasûlullah’ın halifesini tayin ederek, ona bey’at ettiler. Burada İslâmî devletin devamlılığının işâreti görülür. O anda ne bir rejim tartışması vardır, ne yönetim şekli tartışması. Rasûlullah’ın kurduğu düzen, yani onun Sünnet’i ne ise, o sürdürülmüştür. Hiçbiri melek olmadığından halifenin belirlenmesi sırasında, bazı tartışmaların vücuda gelmiş olması tabii hatta gerekli karşılanmalıdır. İslâmî devlet, yeryüzü cenneti kurmaz. Yöneticilerin hepsinin aynı ferasette olması da eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu yüzden yöneticilerin bozulduğu zamanlarda halk da bozulmuş, İslâmî devlet kendi gerçekliğinden uzaklaşmış, sadece adı kalmıştır… “İlk çözülecek kalp, yönetim; sonuncusu namaz olacaktır.” buyuran Rasûlullah, bu çözülmeyi haber vermiştir. Çağdaş dünyada müslümanlar çeşitli devletlerin hâkimiyeti altında, Şerîatın bütününü yaşamaktan mahrum, ancak bir kısmı ibadet ile ilgili ve kendilerini yasaklara karşı koruyup ferdî olarak yaşamaktadırlar. Bazı devletlerin isimlerinde İslâm ibaresi geçmekteyse de, bu ibareler o devletlerin yukarıda bahsi geçen ve yeryüzünde Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek, şeklindeki tarife uygun olarak kullanılmadığı; kendilerinden ya içi boşaltılmış bir terim, ya halkı aldatıcı bir slogan, yahut beşerî kavramlarının yanında bir kılıf olarak istifade edildikleri kesindir. İslâmî devlet, kavram ve kurumlarının, beraberinde monarşi, teokrasi, demokrasi, sosyalizm, liberalizm, gibi beşerî kavram ve kurumları hiçbir şekilde barındırmayacak düzeyde açık seçik olarak vaz’edilmişken; bunlarla İslâm’ın bir arada ve lafız düzeyinde kullanılmaya özen gösterilmesi, müslümanlara egemen çevrelerin süper devletlere olan bağlılıklarının hatta şahsî çıkar ve ihanetlerinin bir belgesi durumundadır.

İslâm’ın devlet yapısı ve bu yapı ile ilgili olarak koyduğu hükümler, asıllarında hiçbir değişiklik göstermeksizin her zaman ve yer için uygulanabilecek özelliktedir. Bu özellikler yüce dinin ilâhî, son ve evrensel bir din olmasından gelmektedir. İslâmî devletin düzeni ile ilgili belli başlı ilkeler vardır. İstişare, bey’at gibi kavramlar değiştirilemeyen temel ilkelerdendir. Hükümler, belirli bir bölge veya belirli bir çağ veya insan topluluğu için değil, evrenseldir. Eklektik değildir, ekleme yapılamaz, tebdil, tağyir ve ilga edilemez. Bir başka şeyle sentez olmaz. İslâmî devlet kendine özgüdür ve önceki ve sonraki bütün devlet düzenlerinden ayrılır. Kur’ân-ı Kerim’de, İslâm’dan önceki devirler ibretle anlatılırken, o zamanların devlet düzenlerinin bir kısmından, bazı kral ve meliklerden, Fir’avn’dan söz edilmektedir. Bu arada peygamberlerin bazısından da hükümdar olarak söz edilmesi oldukça tabiidir.

Hz. Peygamber’in vefatından önce tamamlanan İslâm, bütün kurumlarıyla beşeri sistem ve düzenlerden ayrı olduğu gibi, devlet düzeni ile de benzersizdir. O sebeple İslâmî bir ilke olan şûra ve bey’atı tarihî bakımdan eskidir diye, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramlarla birlikte anıp nitelemek, bu İslâmî ilkeleri yozlaştırdığı gibi, bu tür yaklaşımların kendi kendini kandırmaktan öte bir faydası da olamaz.

İslâmî Devletin Unsurları

İslâmî devlet, İslâm’ın bir parçasıdır. İslâm ise bir bütündür, dünyevî ve ruhânî ikiliğe yer vermez. Onda hayatın her cephesi birbirinden ayrılmayacak şekilde içiçe geçmiştir. Bu özelliği, Batı kafası ile düşünen sistemin dışından bakan kişiler bilemezler, ve İslâmî devletin unsurlarını yanlış biçimlerde tarif ederler. Bey’ati, basit bir toplum sözleşmesi olarak görürler.

Gerçekte “Sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmiş olurlar, Allah’ın eli onların eli üstündedir…” (el-Feth, 48/10) âyeti, bey’atin, halife vasıtasıyla Allah’a olacağını açıklamaktadır. Hakimiyet, Allah’ındır. İlâhî iradeyi ise, cemâatin iradesi temsil eder. Devlet, Allah için vardır ve icraati doğru yola ters düştüğünde düzeltilmelidir. Cumhür-ı ulemâ, Allah için toplumu ayakta tutacak, halka yön verecek, suç işleyenlere ceza verecek, zekâtı toplayacak, ülkeyi koruyacak bir devlet yapısının ve başında bir imamın (halifenin) bulunmasının zorunluluğu konusunda görüş birliğindedir (et-Taftazanî, Şerhu’l-Akâid, İstanbul 1326, s. 181).

Ülke kavramı İslâm’da bütün İslâm topraklarına şâmildir (tek devlet, tek ümmet). İslâm’a göre dünyada iki rejimin egemenliği sözkonusudur. 1) İslâm’ın egemen olduğu ülke, dâru’l-İslâm (İslâm ülkesi); 2) Küfrün yani vahiy kanunları dışında, beşer kanunlarının hüküm ve değerlerinin egemen olduğu ülke (dâru’l-harb).

Devletin diğer bir unsuru beşerî unsurdur. İslâm devleti, ırkî, coğrafî ve etnik bir temele dayanmaz. İslâm’da bu unsur ümmettir. Müslümanlar tek ümmettir; vatan, renk, dil, menşe’leri ne olursa olsun, “müminler ancak kardeştir. “

İslâm devletinin tebaası olan herkes, inansın veya inanmasın İslâmî hükümlere uyar. İslâmî devlet insan unsurunu iki kısımda ele alır:
1. Müslüman vatandaşlar,

2. Gayr-i Müslim (Zımmi) vatandaşlar. İslâmî devletin temeli müslüman vatandaşlardır. İslâmî tâbiiyet, imana dayalı olup, müslümanlığını ilân eden her insanın islâmî hükümlere göre yaşayabileceğini öngörür. Ancak, herkesin müslüman olmadığı ve olamayacağı bir gerçektir. Bu bakımdan İslâmî devlet müslüman olmayan vatandaşlarına karşı en adil tavrı belirlemiş; onlara İslâm’ın bütün müslümanlar için verdiği teminattan ayrı ve ek olarak, inanç hürriyetini mal ve can güvenliklerini bir anlaşmayla belirleyebilmek imkânı da vermiştir. Bu akidlerde söz konusu edilen zımmîlere verilmiş hiçbir hak, halife dahil, kimse tarafından ihlâl edilemez.

Zimmet akdi genellikle müslüman olmayan ve İslâm hâkimiyetini kabul eden herkesle yapılır. Ancak Arap putperestleriyle zimmet akdine girişilmez. Zımmîler, cizye verir; İslâm aleyhine propaganda yapamaz; “müslümanlara karşı eyleme geçemez”, kendi dinlerinde de yasak olan fiilleri yaptıklarında İslâm hükümlerinin kendilerine uygulanmasını kabul ederler. İslâmî devlet de onlara inanç, ibadet, can, mal, ticaret güvenliği getirir. İslâmî vatan kavramı evrensel olup “dâr”, vatan kavramından da farklıdır. İslâmî hükümlerin uygulandığı her yer vatandır. Bir ülke, coğrafi bakımdan İslâm ülkesine yakın olmakla, yahut halkı arasında İslâm’ı yaşayanlar vardır diye dâru’l-İslâm olamaz. Tâif şehri çok yakın olmakla birlikte Mekke’nin fethiyle İslâm ülkesi olmamıştır. Yüzyıllarca İslâm egemenliğinde kalmış, Şerîat uygulanmış ülkelerde toplumsal ve tarihi şartlarla bu hükümler ortadan kalkmışsa, artık o ülke İslâm ülkesi sayılmaz.

Yani bir ülkenin İslâm veya harp ülkesi olup olmadığının ölçüsü egemen olan hükümlerdir. Hükümler İslâmî, ise, ülke de İslâm ülkesi olur.

İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre;1. Şirk ehlinin hükümlerinin uygulamaya geçirilmesi,

2. Dâru’l-harb’e bitişik olması, 3. Hiçbir müslüman ve zımmînin ilk emanı ile emin olma ihtimalinin kalmaması gibi üç sebeple İslâm ülkesi küfür ülkesine dönüşür. İmam Muhammed ile Ebu Yusuf bir şartla dönüşür, demişlerdir. O şart, küfür hükümlerinin egemen olmasıdır (el-Haskefi, ed-Durru’l-Muhtar ve İbn-i Âbidin, Reddü’l-Muhtar, ale’d-Dürri’l-Muhtar, el-Meymeniyye baskısı, III, 260 vd.).

Dâru’l-İslâm’ın dâru’l-harb’e dönüşmesi için İmam Ebu Hanife’nin ileri sürdüğü bu üç şarttan söz ederek, böyle bir dönüşmenin, eskilerin İslâm ülkesi olan topraklar için bugün söz konusu olmadığını ileri sürecekler bulunabilir. Ancak burada şunu hatırlatalım:

t- Bu ülkede İslâm ahkâmı değil, beşerî hukuk hükümleri yürürlüktedir.

2- Daru’l-harbe hem siyasî hem iktisadî paktlarda antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafî olarak bitişik ve içiçedir.

3- Bir zamanlar İslâm diyarı olan bu ülkelerde insanlar (müslümanlar ve kâfirler de) İslâm’ın emanı ile emin değildirler.

Dâru’l-harb (savaş ülkesi) İslâm hükümlerinin uygulanma imkânı bulamadığı yerlerdir. Bu ülkede insan unsuru müslüman da olsa, savaş ülkesi olması kuralı değişmez. O halde dâru’l-harbteki müslümanlar zulüm altındadırlar, baskı altındadırlar, yurtlarından çıkartılmaktadırlar.

Devletin bir diğer unsuru hâkimiyettir. İbn Haldun’un tarifiyle hâkimiyet; “sahibinin gücü üstünde bir gücün bulunmamasıdır.” (Mukaddime, Mısır (t.y.), s. 188)

Modern anlayışa göre hâkimiyet, bir irade bütünlüğünün diğer bir evrensel irade ve karar birliğinden mutlak bağımsızlığını ifade eder. Herhangi bir iç ve dış kuvvetin müdahale ve murakabesi olmaksızın en yüksek evrensel karar yetkisine sahip bir birliğin ifadesi olarak hâkimiyet, muayyen bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan, aslî en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir. (Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, İstanbul 1986,118; Yavuz Abadan, Amme Hukuku ve Devlet Nazariyeleri, Ankara, 1952, 323)

İslâm anlayışında, muvazaa, müdahale, saltanat ve irsiyet olmaksızın kullanılması öngörülen hâkimiyet; şahıslarla kaim değildir; temsili demokrasinin zaafları ve yozlaşmışlıklarını barındırmaz; kıyamete kadar geçerli ve değiştirilemez ilkeleri vardır. İnsanların yıllar geçip de beğenmeyip değiştirdikleri, yaz-boz tahtasına dönüştürdükleri anayasa ve yasalarla kurulu şirk düzenlerine benzememektedir. Mülk Allah’ındır. Yapılan bey’at şekilde halifeye, asılda Allah’adır. Halbuki çağdaş sistemler, “boş sözlerle” insanları şirke çağırmakta, hâkimiyeti beşerin şu ya da bu kesimine ait bir hak olarak göstermek isterken, insanlar arasında fitne çıkarmaktan başka bir şey yapmamaktadır.

İslâm, İslâmî ve cahîli olmak üzere iki tür hâkimiyet tanır. “Onlar, hâlâ cahillik devrinin o (sapık) hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz bir kanaate sahip olarak bir topluluk için hüküm Allah’tan daha güzel olacak kimdir?” (el-Mâide, 5/50). İnsanların değer ölçülerinin kriteri değişip durduğundan, bilgi ve görgüleri zaman ve mekâna, eğitim düzeylerine ve daha pekçok etken ve sınırlayıcı faktöre göre farklılık arzettiğinden, hepsinin ittifakla kabul edebilecekleri bir egemenlik anlayışı da şekillenemez; böyle bir sistemi de kuramazlar.

İslâmî hükümleri koyan ise Allah’tır ve Allah kesin bilgi verir. İslâmî hâkimiyetin orijinalliği buradadır. Cahilî hâkimiyet ise, ne kadar uğraşsa da âdeta Allah’ın belirlediği ölçülerin dışında kalıp bir temel bulmağa uğraşmakta, ama başaramamaktadır. (Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an, Beyrut, (t.y.) VIII, 27 vd.) İslâm terminolojisi cahilî hâkimiyeti çeşitli terimlerle ifade etmiştir: Küfr, dalâl, cahiliyye, tâğut… Tâğût, Allah’dan başka kendisine ibadet edilen her şeydir (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, Beyrut 1388/1969, I, 512). Yani Allah’ın karşısına dikilen, ayaklanan, emirlerine karşı yeni hükümler koyan herşey tâğûttur. Ona itaat edilmez. Bu, insan, put, şeytan veya başka herhangi bir şey olabilir. (Taberi, Câmiu’l-Beyan, III, 13)

Allah ve Rasûlü bir şeyde hüküm vermişse artık onda müslümanlar muhayyer değildir (el-Ahzab, 33/36); itaata mecburdurlar ve tâğût yasalarını da hakem kılamazlar: “Şunları görmüyor musun, kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını sanıyorlar da hakem olarak tâğûta başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmiştir. Şeytan da onları iyice saptırmak istiyor…” (en-Nisâ, 4/60). Böylece haktan uzaklaşıyor, hak-bâtıl ayrımından basiretleri kalmıyor, beyinsizleşiyorlar.

Genellikle Batılı hukukçularla bunların etkisinde yetişen Doğu aydınları İslâmî devleti nev’i şahsına münhasır tanımıyla almak yerine, onu Batı sosyo-ekonomik gelişme evrelerine göre değerlendirmek istemekte ve Batı’da gelişen bilimsel-felsefi ekolleri izleyerek teokratik bir düzen olduğunu söylemektedirler. Oysa teokratik devlet ruhban devletidir; kilise egemenliğinin, ona bağlı yüksek derecedeki din adamlarının eliyle hâkimiyetin kullanılmasıdır. İslâmî devlet ise ruhban sınıfını reddeder. İslâm’da ruhbaniyet yoktur. Ancak bilenler ve bilmeyenler aynı düzlemde yer almaz. İslâmî devleti Batı siyasî tarihinin bir yönetim biçimine benzetmenin veya ona indirgemenin İslâmî devletin gerçek anlamıyla ilişkisi olamaz. İslamî devlet parlamenter çoğulcu demokrasi ile de karşılaştırılırsa, ikisinin tamamen farklı olduğu görülür. İslâm için demokratik lâik devletin, bir ortaçağ teokrasisinden veya ilk çağ hükümdarlığından veya monarşilerden, “Allah’ın hükümlerinin uygulanmadığı düzen” olmak bakımından, hiçbir fark yoktur. Allah’ın hükmünden uzak yaşayan toplumların siyasal düzenlerinde zamanla şeklî bazı farklılıklar görülse de, hiçbir zaman Allah’ın âdil hükümlerinin mutluluğunu tattıklarından sözedilemez. İslâm’ın sınıf farkını kaldıran imtiyazsız siyasal yapısından ve bu yapının maddi ve ruhî kazançlarından fert ve toplum olarak daima uzak kalmışlardır. Çağdaş ve mükemmel yönetim biçimi diye tarif edilen ve âdeta alternatifi olmadığı öne sürülerek putlaştırılan demokratik devletler de insanları mutlu, huzurlu ve ahenk işinde yönetmekten acizdirler; çünkü bu düzenlerde de egemenlik eninde sonunda belli bir sınıfın elinde bulunmakta, dolayısıyla o sınıfın çıkarları uygulamada eksen olmaktadır. Bu ise sonuçta büyük çelişkilerin doğmasınâ sebep olmaktadır. Jean Jack Rousseau da “İnsanlara kanunlar vermek için ilâhların olması zorunludur.” diyerek insanların bu konudaki acizliklerini itiraf eder (Altı Kitabı ile Rousseau, İstanbul 1967, s. 144).

İslâmî Devlet ve Lâiklik

İncil’de Hz. İsa’ya; “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ver” sözü atfedilmiştir. Bunu temel alan Hristiyan Batı dünyasında din, dünya işlerinden uzaklaştırılarak devletten dışlanmıştır. Hristiyanlık böyle bir ayırıma müsaitti. Aynı yolu İslâm dünyasında da uygulamaya kalkanlar, İslâm’da böyle bir ayrılık sözkonusu olmadığından, Batı’daki özgürlük ortamına aykırı olarak baskıcı bir laiklik anlayışına yol açtılar.

Laiklik, İslâm için anlamsızdır. İslâm’da dünya işleri ayrı bir alan teşkil etmez. Hayatın bütün yönleri bir bütün olup, hepsi de vahiy temeline dayanır. Ayrıca “Dinde zorlama yoktur” buyruğunu da çarpıtarak, bu emri müslümanlar aleyhine çevirmek, akla ve mantığa uymayan açık bir iftiradan, yakıştırmadan başka birşey değildir. Devlet otoritesi. dinden ayrılıp tek başına kalacak, ya da din, devlet otoritesinden mahrum kalacak olursa, insanların halleri bozulur; düzeni kalmaz (İbn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetâvâ, XXVIII, 394) diyen İbn Teymiyye, hem İslâm açısından, hem de sosyal bakımdan laikliğin ne denli bir çıkmaz olduğuna işaret etmektedir. Yunus sûresinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bize kavuşacaklarını ummayanlar, dünya hayatından hoşnut olup onunla (yetinip) tatmin olanları ve âyetlerimizden gafil olanlar, işte onların kazandıkları yüzünden varacakları yer ateştir.” (Yunus, 10/7, 8).

İslâm’da da seçim ilkesi vardır diye İslâm’la demokrasi arasında bağlantı kurmak da bir aldatmacadır. Böyle bir tutarsız iddia, müslümanları demokratikleştirmek ve asıl gayelerini unutturmak için kurulmuş bir tuzaktır. Halkın seçtiği veya atanmış kişilerin yaptığı kanunlar lâiktir ve dîne karşıdır. Oysa İslâmî devlette ulû’lemr; sadece tebliğ edilene uymakla mükelleftir. Ayrıca demokrasi, çoğunluk rejimidir. Oysa “Eğer sen, yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar…” (el-En’am, 6/116) buyruğu, dikkatimizi çoğunluğun, hakkı bulmakta bir ölçü olamayacağı gerçeğine çekmektedir.

Diğer taraftan demokrasi, temelde siyasî partilere dayalı, kavgacılığa açık bir rejimdir. Dolayısıyla şeytanî bir yönü vardır. Buna göre; İslâm devletinin en karakteristik özelliği olan İslâm hâkimiyet anlayışının ana çizgilerini, şöylece maddeleştirebiliriz:

1- Kâinâttaki hükümler ile insanların hayatlarında uygulamaları için konmuş hükümlerin kaynağı (Şârii) birdir; o da Allah Teâlâ’dır.

2- Allah’ın hâkimiyeti karşısında zorunlu olarak tüm insanların mevkii birdir ve aynıdır.

3- İnsanın bu kanunlar karşısındaki durumu, âlimin tabiat kanunlarını keşfetmesi gibi, bu ilâhi hükümleri anlamaya çalışmaktan ibarettir.

4- Dolayısıyla insan, kudretinin engelleyemeyeceği ve elindeki kudretlerin değiştiremeyeceği bir ilâhi kanunlar mecmuasıyla karşı karşıyadır. Bunun için siyasî hâkimiyet de yalnız ve yalnız Allah’a ait olacaktır. İnsan bunları uygulamakla görevlendirilmiştir. O, hukûkî ve siyasî anlamda hâkim olamaz.

5- Mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet yalnız ve yalnız Allah’ındır. İnsanlar Allah’ın halifesi olarak bu hükümleri uygularlar. (Prof. Dr. Harun Han Şirvanî, İslam’da Siyâsi Düşünce ve İdâre, Çev. Kemal Kuşçu, İstanbul 1965, 21; Ebu’l-Ala Mavdudi, İslâm’da Siyâset Nizamı, Çev,. A. Zengin, İstanbul (t.y.), 25; el-Amidi, el-İhkâm, Kahire 1387/1967, I, 76; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslamiye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 216).

İlk İslâm Devleti

Hz. Peygamber ilâhî vahyi onüç sene Mekke’de tebliğ etti. Bu yıllar, zorluk, sıkıntı, gizlilik, işkence, zulüm yılları olup, müslümanların müşrik düzenin hakimiyeti altında geçirdikleri yıllardır. Akabe Bey’atleri ile de İslâm devletinin temelleri atıldı ve Hicret’ten sonra Medine’de ilk İslâm devleti kuruldu. Bu İslâmî devletin unsurları şöyle teşekkül etti:

Hz. Peygamber, Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik kurdu. Yahûdi ve Arap kabileleriyle antlaşmalar yaptı ve bunlar İslâmî devlete itaati benimsediler. Medine şehri sınırları, İslâmî devletin ilk toprak unsuruydu. Devlet evrensel bir mesaja dayandığı için zamanla toprak unsurunu genişletti. Çoğu zaman bu genişleme cihat yoluyla yapıldı. Bütün fertler, İslâmî devletin hükümlerine tabi idi. Hz. Peygamber’e itaat dışında bir başka yol yoktu. Devletin kişiliğine gelince, İslâmî devlet bağımsız, bağlantısız bir devletti ve varlığı itibarıyla gerçek kişilere dayanıyordu. (Abdülkadir Udeh, el-İslâm ve Avdâ’unas-Siyâsiye, 96-97; M. Beşir Eryarsoy, İlk Anayasa Işığında Peygamber (s.a.s.)’in Kurduğu Devlet, Düşünce Dergisi1. dönem, sayı 1, 2)

Devletin İşlevleri

Teşri (yasama): Teşri’, yani yasama kuvvetinden maksat; genel anayasa kaideleri ile kanunları içine alan, şahıslar için bağlayıcı kaideler çıkarma hakkına sahip olmaktır (Dr. Muhammed Faruk, en-Nebhan, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Çev. Prof. Dr. Servet Armağan, İstanbul 1980, 351). O halde bu, aynı zamanda hâkimiyet hakkı ile yakından ilgisi olan bir işlev ya da kuvvettir. Teşri yetkisi Allah’a ait olup Rasûlün durumu hükümleri tebliğ ve bunları açıklamaktan ibarettir. Devletin teşri’ organı, Allah ve Rasûlü’nün emrine aykırı kanun yapamaz. Bu hükümlerin uygulanması ile ilgili kanunlar yapar, düzenler. Hükümlerin tahrif edilmesinde geçerli yollardan birine bağlanabilir, hakkında hüküm bulunmayan konularda ictihad eder. Hükümlerin uygulanması sırasında teşri organının kaynakları Kur’ân, Sünnet, Hulefa-i Râşidin’in tatbikatı ve müçtehidlerin doktrinleridir; ayrıca mesalih, örf ve âdet de kaynak olabilir. Bütün kanunlar, hiçbir zaman Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olamaz.

İcra (yürütme):
Yürütme organının bağı halifedir. Hükümet, Kur’ân’a dayanır. Şûrâ ilkesine göre hareket eder. İmamet makamına bey’atla gelinir. Hükümet, İslâm hükümlerini uygulamadan sorumludur.

Kaza (yargı):
Adaletin dağıtılması, hak sahiplerine haklarının verilmesi ve suçların ortaya çıkmasından sonra, suçlunun usûlüne uygun bir şekilde tesbiti ve cezalandırılması için, kaza organı gereklidir. Halifenin atayacağı hâkimler, bağımsız olarak, İslâm ilkelerine göre anlaşmazlıkları çözüme bağlar.

Malî Tasarruf:
Hz. Peygamber, hâkim ve idareci tayin ettiği gibi; bulundukları bölgede zekâtı toplamak, toplanan zekâtı Kur’ân’ın gösterdiği yerlere harcamak, artanı da Beytü’l-Mâl’e göndermek için ayrı bir kurumlaşmaya gitmiştir. Şûrâ, İslâm’a uygun olarak gerektiğinde ek vergi kararları alabilir. Halife de bunu yürürlüğe koyar.

Kültür:
İslâm’ın yabancı ülkelere tebliğ edilmesi de hükümetin görevidir. Öncelikle kendi vatandaşlarının eğitim ve öğretimine ait kararların yürütülmesi de hükümetin sorumluluğundadır.

Denetim:
Yöneticileri kontrol etmek, onlara doğru yolu göstermek bütün ümmetin görevidir. Bu görev şûrâ meclisi üyeleri ve islâm ulemâsı vasıtası ile yerine getirilir.

İslâmî devlet;
tek ümmet, tek devlet, tek halife özelliği gösterir. İnançta tevhîd, toplumda vahdeti hedef alan İslâmî devlette, siyasî parti türü yapılanmalar sözkonusu değildir. Bu, görüşlerin daraltılması olmayıp, her alanda vahdeti gözönünde bulunduran ilâhi düzenin bir sonucudur. Devlet, İslâmî hükümlerin yorumlanması konusunda da icmaa dayanır. Temel ilke, Allah’ın ipine topluca sarılmak olduğundan, muhalif aşırı ve sapık görüş ve düşüncelere itibar edilmez. Anayasada belirli mezhep veya meşrebin üstünlüğüne yer verilmez, hükümler muallakta bırakılmaz; görüş ayrılığı olabilecek konularda hak olan görüşlerden en iyisi tercih edilir. Apaçık delillerden sonra ayrılıklara ve çekişmelere izin verilmez. Siyasî birliği dağıtıcı ve bozucu bir davaya kalkışanlar cezalandırılır. Zaten tebaaya, hükümlerde itaat zorunludur; muhayyerliği yoktur.

M. Beşir ERYARSOY – Şamil İA


DEVLET

Alm. Staat (m); Macht (f), Fr. Etat (m), puissance (f), İng. State, pover. Bir ülkede, bir hükümete ve ortak kânunlara bağlı olarak yaşayan bir milletin veya milletler topluluğunun meydana getirdiği siyâsî varlık. Genel ve klasik bir ifâdeyle, belli bir toprak üzerinde müstakil bir teşkilât kurmuş insan topluluğuna devlet denir.

Bu târiften de anlaşılacağı gibi devlet, ferdî, tabiî ve siyâsî unsurdan meydana gelir. Bu unsurlar sırayla “nüfus, ülke ve hâkimiyet”tir. Nüfus, devletin, birinci gerçek unsurudur. Halkı olmayan bir devlet düşünülemez. Bir devletin var olması için nüfusun az veya çok olmasının önemi yoktur. Nüfusu yüz milyonları geçen devletler olduğu gibi birkaç yüz binlik devletler de vardır. Ancak nüfusun çeşitli sebeplerle ve zamanla yok olması hâlinde devlet de ya yıkılır veya o bölgedeki insanların yerine başkaları geçerek devâm eder. Fakat bu durumda ortaya çıkan devlet eski devlet değil, yeni bir devlettir. Çünkü devletin birinci gerçek unsuru olan nüfus değişmiştir.

Devletin ikinci gerçek unsuru ülkedir. Bir devletin var olması için yalnız nüfus yeterli olmayıp, bu nüfûsun yeryüzünün belli bir bölgesinde, yerleşmiş olması da lâzımdır. Ülke toprağının küçük veya büyük olması, toplu, yâhud ayrı parçalardan meydana gelmesi de önemli değildir. Önemli olan ülkenin belli ve sâbit olmasıdır. Çünkü belli ve sâbit bir ülke olmadıkça devlet hâkimiyetini tam olarak kullanamaz. Zîrâ bunun yeri ve sınırı belli değildir.

Devletin üçüncü gerçek unsuru hâkimiyettir. İnsan toplulukları düzenli ve istikrârlı bir teşkîlât kurmadıkça ve teşkilât o nüfusu belli sınırlar içinde bağımsız olarak idâre etmeye başlamayınca devletin varlığından söz edilemez. Bu bakımdan bir devletin var olması için nüfus ve ülkenin var olması yanında hâkimiyet de şarttır. Hâkimiyet bir toplumun kendisini bizzât idâre etmesi, emredici kurallar, yâni kânunlar koyması ve bunların gerek kendi içinde ve gerekse dışarıya karşı tatbikini sağlamasıdır. Fakat günümüzde kurulmuş ve yaygın bir şekilde bulunan muhtelif milletler arası teşekküller devletlerin hâkimiyet haklarını sınırlamışlardır. Devletlerin bu tip kuruluşlara katılıp katılmamaları kendi isteklerine bağlı olduğu için, hâkimiyet hakkının kısıtlanmasına kendisi rızâ gösteriyor demektir.

Bu üç unsurun tabiî bir sonucu olarak “devletin şahsiyeti” ortaya çıkmaktadır. Bu özelliğiyle devlet tıpkı bir şahıs gibi borç ilişkilerinde bulunur. Şahsiyet unsuru devamlı olduğu için yapılan kânunlar, taahhüd edilen borçlar ve akdedilen antlaşmalar, bunları imzâ edenlerin ölümünden sonra da değişmedikçe devâm ederler.

İlkçağlardan beri kullanılmış olan “polis, civitas, imperium, statum” gibi kelimeler hep devlet kavramını ifâde etmiştir. Eski Türklerde “il” deyimi, bugünkü modern “devlet” anlayışını karşılayan bir sözdü. Göktürk ve Uygur çağlarında “il” kelimesi devlet mânâsına kullanılıyordu. Çincedeki “kuo” sözü devlet demek olup, bunun Türkçe karşılığının “il” olduğu eski Türk ve Çin kaynaklarından da anlaşılmaktadır. Gene eski Türklerde “halk ve toprak” devleti meydana getiren iki önemli unsurdur. Üçüncü unsur ise “kağanlık” idi. Devlet idâresi yerine “il tutmak” tabiri kullanılırdı. Eski Türkler, devletin kendilerine tanrı tarafından verildiğine inanırlar, zaman zaman tanrıya “il veren tanrı” şeklinde hitâp ederlerdi.

Devlet anlayışı, devletin kaynağı ve vasıfları konusundaki görüşler çağlar boyunca değişmiştir. Ayrı ideolojilere göre farklı devlet anlayışları belirmiştir. Aristoteles’ten günümüze kadar hemen bütün filozoflar devlet kavramı ile ilgilenmişlerdir. Hıristiyanlıkta kendi prensipleri açısından devlet konusuyla meşgul olmuştur. İslâmiyetin devlet hakkında vaz ettiği (koyduğu) esaslar, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asr-ı saâdetten beri kurulmuş olan İslâm devletlerinin icrâatlarından anlaşılabilir.

Devletin siyâsî olarak açıklanmasını ilk defa filozof Hegel ve Pufendorf ele almıştır. Özellikle 16 ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da hâkim olan bozulmuş kilise ve papazlara dayalı dînî kudrete karşı siyâsî otoriteyi güçlendirme çabaları devletin bugünkü mânâsıyla ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece dînî kurallara uygun (teokratik) devlet anlayışı, yerini siyâsî devlet anlayışına bıraktı. Bu arada marksist anlayış siyâsî örgütlenmeyi ifâde eden devlet anlayışına karşı çıkarak devleti egemen sınıfın imtiyazlarını koruyan bir hukukî biçim olarak nitelendirdi ve sınıfsız bir toplumda devlete gerek olmayacağı görüşünü öne sürdü. Ancak, marksizmin uygulandığı ülkelerde bu düşüncenin tam tersi olarak işçi sınıfı adına küçük bir grubun bütün devlete hâkim olduğu ve kendi hak ve imtiyazlarını korumak, artırmak, devâm ettirmek için her türlü baskı ve şiddete baş vurduğu görüldü.

Organik yapı bakımından devletler, “basit devletler” ve “bileşik devletler” olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler iyiden iyiye merkezleşmiş olan ve bölünmez bir bütün meydana getiren devletlerdir. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir devlettir. İkinciler ortak bir hükümetin yönetiminde birleşmiş bulunur ve türlü türlü olur. Bâzı çeşitleri târihe mâl olmuş bulunan bu tür devletlerin bugün önde gelen misâlleri ABD ve İsviçre’dir. Bunlar, herbiri bağımsız farz edilen devletlerin geniş ölçüde adem-i merkeziyet ilkesine göre yönetilmek ve özellikle savunma ve dış temsil ortaklığı kurmak yoluyla meydana getirdikleri birliklerdir.

Devletler çeşitli şekillerde doğar; fetihler, paylaşmalar, monarşi ile idâre edilen devletlerin evlenme veya mîrâs yoluyla birleşmeleri, bir yabancı devletin boyunduruğundan kurtulma, bir sömürgenin bağımsızlığa kavuşması gibi. Yeni bir devletin hukûkî bakımdan var olabilmesi için tanınması, yâni öteki devletlerin meydana getirdiği milletlerarası topluluğu kabul etmesi gerekir.

Bugün dünyada genel olarak devletlerin hâkimiyet ve bağımsızlık, eşitlik ve kendilerini temsil ettirme haklarına sâhib oldukları kabul edilmektedir. Fakat devletlerin bâzı vazîfeleri de vardır ve bunların uygulanmaması kendine karşı beynelmilel müeyyidelerin tatbîkine yol açabilir.

Devletin varlığının sona ermesi çeşitli sebeplerden ileri gelir. Toplum bağlarının çözülmesi, devletin çeşitli öğelerinin kendi istekleriyle veya zorla ayrılması, bir devleti başka bir devletin kendi bünyesine katması vs. gibi. Devletlerin ortadan kalkmasıyla hâkimiyetin devri, borçlar, antlaşmalar, kânunların yürürlüğü ve uyrukluk gibi birçok problemler ortaya çıkar.

Devletler arasındaki eşitlik ilkesi 1815’ten beri büyük devletlerin kendilerine hak tanıdıkları imtiyazlar yüzünden devamlı olarak bozulmuş ve bozulmaktadır. Milletler Cemiyeti Konseyinde bu devletler her zaman üye sandalyesinde oturmuşlardı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde de aynı imtiyâz bugün ABD’ye, Fransa’ya, İngiltere’ye, Çin’e, Rusya’ya tanınmaktadır.

Devlet idâresi şekilleri:


Monarşi
: Siyâsî otoritenin bir tek kişi ve onun temsilcileri tarafından kullanıldığı rejim.

Aristokrasi:
İktidârın asiller veya zenginler gibi belli bir sınıfın eline geçmesi.

Oligarşi: İktidârın az sayıdaki bir azınlık tarafın keyfî idâre şekli.

Demokrasi: Hâkimiyetin halktan kaynaklandığı idâre biçimi.

Teokrasi:
Semâvî dinlerden birinin hükümlerine dayalı olarak idâre edilen devlet şekli.

İlgili Makaleler