33Sosyoloji Sözlüğü

DENEYCİLİK

 

DENEYCİLİK

 

insan bilgisinin
biricik kaynağının deney ol­duğunu suvunan felsefe Öğretisine deneycilik denir.
Gerçekte “deneyci” kelimesi bilgiye da­yanmaksızın, yalnızca görenek
yoluyla hekim­lik yapma sanatı; deneyci de bu şekilde hekim­lik yapan kişiye
verilen ad idi. Mantıksal ola­rak deneyden ayrı oldukları için, aksiyomların
varlığını kabul etmeyen tüm felsefe ekolleri için kullanılan bir kelimedir.
Bilgi teorisinde rasyonalizm (akılcılık)’ın düşünceyi ve aklı asıl bilgi
kaynağı sayan tezine karşı getirilmiş bir tezdir.

Uygulama bakımından
deneyciliği esas al­mak, çoğunlukla herhangi bir teorik temele dayanmamak
şeklinde düşünülmüştür. Bu yö­nüyle deneycilik belli bir yöntemi kendisine te­mel
almadığı ve yalnızca deney, alışkanlık ya da göreneğe bağlı kaldığından dolayı
eleştiril­miştir. Nitekim düşünür Sextus Empiricus’un “yöntemcilik
(methodism)” olarak nitelenen tıb ekolüyle deneyciliğin ilişkisi böyledir.
Ger­çekten Sexıus Empiricus’un ekolüne göre has­talığın asıl nedeninin
belirlenip bilinmesi ge­rekmemektedir. Önemli olan patolojik olgu­lardır ve
tedavi için kullanılacak ilacı da bu ol­gular belirler. Bu açıdan deneycilik,
Scxtus Empiricus için yadırganacak bir tutum olmadı­ğı gibi, küçük düşürücü bir
anlama da çekile­mezdi. Ne var ki, deneycilik, bilim alanındaki gelişmelerin
daha iyi kavranmastyla gerekli il­giyi göremez oldu. Sözgelimi ünlü bilgin
CJa-ude Bernard, deneyciliği, akla dayanmayan bilgiden yoksun ve kabataslak
deney ile aynı düzlemde değerlendirecektir. Ona göre de­neycilik bir çeşit
bilgisiz ve bilinçsiz deneme (tecrübe), alışkanlık, hatta şeylerin
sınanmu-sıyla elde edilmiş bir İçgüdüdür.

Gerçekte deneycilik,
felsefi bîr sistem ve ekol niteliğinde görülmese bile, bilgimizin ön­sel (a
priorİ) olarak oluşmadığına, fakat deney yoluyla elde edildiğini savunan bir
anlayış olarak tanımlanabilir.

Deneyciliğe göre,
aklın apriori sahip olduğu hiçbir şey yoktur. Bilgi edinen kişi, bilinç içeri­ğini
akıldan değil, özellikle deneyden kazanır. Yaratılış bakımından insan ruhu
içeriksizdir. Bİr tabuta msa, üzerine hiçbir şey yazılmamış boş bir kağıttır.
Bu boş kağıt deneylerle doldu­rulur. En genel ve soyut olanları da dahil ol­mak
üzere bütün kavramlarımız deneyden çı­kar. Rasyonalizm belirli bir düşünceden,
bir bilgi idealinden çıktığı gibi, deneycilik de so­mut olgulardan çıkar.
Deneyci, kendi görüşü­nü savunmak için, insanın düşünce ve bilgi ba­kımından
kazandığı evrim ve gelişmeyi örnek verir. Deneycilik, görüşe göre bu evrim ve
ge­lişme, bütünüyle bilginin oluşmasında dene­yin sahipolduğu önemi kanıtlar.
ÇooıkÖnce somut algılarda bulunur, sonra da bu algılara dayanarak genel kavram
ve düşünceler kurma­ya başlar. Bir düşünce, organik bir biçimde de­neyden
meydana gelir. Deneyciliğe göre ruhta hazır bir halde bulunan veya bütünüyle
deney­den bağımsız bir biçimde teşkil edilen kavram­lar yoktur. Şu halde deney
biricik bilgi kayna­ğıdır.

Genellikle
rasyonalistlerin matematikçiler arasından yetişmiş olmalarına karşılık, deney­ciliğin
tarihi de kendi temsilcilerinin hemen is­tisnasız olarak tabiat (fen)
bilimcileri arasın­dan çıktığını göstermektedir. Kuşkusuz bunu anlamak zor
değildir. Çünkü tabiat bilimlerin­de egemen rol oynayan şey, deneydir. Bir tabi­at
bilimcisi her şeyden Önce, olguların özenli bir biçimde gözlenmesine ve aynen
tesbit edil­mesine dikkat edecektir. Bilgin burada bütü­nüyle deneye dayanmak
zorundadır. Elbette, daha çok ve hatta bütünüyle labiat bilimleri­nin metoduyla
çalışan bir kimsenin, deneysel yolu rasyonel yolun üstünde tınma eğiliminde
olması doğaldır. Matematiksel eğitim görmüş bir bilgi teorisyeninin, düşünceyi
ve dolayısı-yal aklı biricik bilgi kaynağı olarak görmesine karşılık, labiat
bilimleriyle yetişmiş bir filozo­fun da bütün insan bilgisinin kaynağı ve teme­li
olarak deneyi görmesi yadırganacak bir dav­ranış değildir.

Bu arada her zaman
birbirine karıştırılma ihümali bulunan deneycilikle “duyumculuk” ara­sındaki
farkı gözönünde tutmak gerekir. İki tür deneyi, iç ve dış deneyi genelikle
birbirin­den ayırmak eğilimindeyiz. İç deney insanın kendi kendisini
algılaması, dış deney de duyu­sal algıdan ibarettir. İşte duyumculuk, yalnız­ca
dış deneyi, yani duyusal algılan esas alan deneycilik biçimidir.

Deneyci görüşlere çok
eski zamanlardan be­ri rastlamak mümkündür. Bu düşüncelere Ön­ce Sofistlerde,
daha sonra da Stoacılar ve Epi-kürcüler’de rastlarız. İlk kez olmak üzere Sto­acılarda,
ruhun, üzerine yazı yazılmamış bir levha, bir labula rasa ile karşılaştırıldığı
görü­lür ki, bu benzetme onlardan sonra da devam eder.

Başka söyleyişle
Sofistler’İn evreni teorik yönden açıklamaya çalışan filozofların anlayış­larına
karşılık olarak, İnsan ve toplum gibi iza­fi konular üzerinde yoğunlaşıp
tartışma açma­ları, doğal olarak Sokratesve Platon’un akılcı felsefesiyle karşı
karşıya kalmalarını sağlamış­tır- Aynı şekilde Aristoteles’in akılcı düşünce
geleneğine Epikürcüler ve Stoacılar karşı çıka­rak düşünce ve kavramlarının
oluşumunda de­neyciliği temel aldılar. Böylece Stoacılar aklın doğuştan boş bir
levha olduğu ilkesini İleri sür­düler. Epikürcüler İse, deneye dayalı ilkeler­den
hareketle kavramların, önceki deneylerin zihinde bıraktıkları izlenimlerden
meydana geldiğini belirttiler.

Orta Çağda Skolastik
düşüncenin sonların­da Roger Bacon, Ochamlı William gibi filozof-lar.duyıı
verilerine dayanmayan tümel kavram­ların, yani ideaların bir isimden ibaret
bulun­duklarım ve gerçeklik dünyasında bunların karşılıklarının olmadığını
açıkça ifade ettiler ki, bu filozoflara Nominalistler (Adcılar) de­nildi.
Nitekim aynı akımın filozofları tabiatta­ki nedensellik ilişkisinin, akıl
aracılığıyla kav­ranabilir bir bağ olmadığını, fakat sadece göz­leme dayalı
düzenli bir “ardışıklık”! (sequan-cc) ifade ettiği iddiasını ortaya
atlılar. Öyle ki, XVI. yüzyılda ünlü Francis Bacon, deneyden Önceki bilgiyi
tamamen reddetmekle birlikte, elde edilmesi gereken kesin bilginin tabiata ait
deneye dayalı bilgi olduğunu belirtecektir.

Ona göre, “tabiat
kitabının” doğru okunması içingözlem verilerinin sistemli ve özellikle me­kanik
biryöntemle derlenerek düzenli hale ge­tirilmesi gerekmektedir. Bacon’ın bu
anlayışı­nın gelişme temelini Nicolaus Cusanus’ta, Pa-racelsus’ta, Bernordino
Telesio’da, Leonardo da Vinci’dc, Galilei Galileo’da bulmak müm­kündür. Francis
Bacon bilimler sınıflamasın­da deneyciliği temel alma girişimini başlata­caktır.
Zckeriya Razi, Cabir İbn Hayyan, İbn Heysem, İbn Tufeyl gibi yer yer deneye
önem­li yer veren İslâm düşünürlerinin, özellikle Anglosakson deneycileriyle
ilişkileri hatırlan­malıdır. Deneyciliğe sistematik bir biçim veril­mesi İse,
ancak XVII. ve XVIII. yüzyıl İngiliz filozoflarından Locke tarafından
gerçekleşti­rilmiştir.

Locke’un amacı
düşüncelerimizin kaynağını açıklamak ve bilgimizin kesinlik, apaçıklık ve
genişlik derecesini göstermekti. Daha başlan­gıçta idealizme karşı şu
“devrimci” tezi ortaya atıı: Doğuştan bilgi yoktur. Ona göre, kuşku
duyulmaz aksiyomlar olarak kabul edilen bir sürü doktrinlerin kaynağına
bakarsak; bir süt-ninenin batıl İnancından veya yaşlı bir kadının otoritesinden
başka bir kaynağı olmadığı hal­de, bunların her biri çoğunlukla uzun zaman­ların
geçmesi ve komşuların kabulüyle bir din ve ahlak ilkesi haline gelir. Çocuğun
zihni, üzerine istediğiniz harfleri yazdığınız beyaz bir kağıt gibi, kendisine
verilmek İstenen inti­baları alır. Bu şekilde eğitilen ve akıl çağına vardığı
zaman kendi üzerinde düşünmeye baş­layan çocuk, zihninde bu düşüncelerden daha
eski hiçbir şey bulamaz ve bunun sonucunda, kendinde ilk kaynağını bulamadığı
bu düşün­celerin, başka insanların ona öğrettikleri şey­ler değil, Tanrının ve
doğanın ruhundaki izle­ri olduğunu sanır.

Ruh başlangıçta düz
levha tabula rasa gibi­dir. Bütün düşüncelerimizin kaynağı, bütün
bilgilerimizin temeli deneydir; yani dış ve du­yulur şeyler üzerinde olduğu
kadar, ruhumu­zun iç ameliyeleri üzerinde yaptığımız, dene­yimlerdir, zihinde
iki ilkenin birinden gelme­yen tek düşünce bile yoktur: Dış şeyler için du­yum,
iç olgular için düşünme (rel’lection). Çocuğun ilk fikirleri duyumdan gelir ve
ancak da­ha ilerlemiş bir çağda kendi içinde cereyan eden şeyler üzerinde ciddi
bir düşünme bulu­nur. Dilin incelenmesi bu iddiayı güçlendirir. Kullandığını iz
bütün kelimeler duyulur düşün­celere bağlıdırlar; duyulardan bütünüyle uzak
hareketleri ve kavranılan ifade etmek için kul­lanılanlar da, daha soyut
anlamlara gelmek üzere, bu aynı duyular düşüncelerden çıkmak­tadırlar. Böylece
hayal etmek, anlamak, bağ­lanmak, kavramak, bulanık, hareketsizlik gibi
kelimelerin hepsi duyulur şeylere ilişkin ameli­yelerden alınmış ve bazı
düşünce şekillerine uygulanmıştır. Düşünce için gerekli olan keli­melerin
hepsinin kaynaklara kadar çıkabilsey­dik, bütün dillerde, duyularla
kavranamayan şeylere ait kelimelerin başlangıçta duyulur dü­şüncelerden
geldiklerini görecektik. Bir çocu­ğu doğduğu andan başlayarak izlersek görece­ğiz
ki, ruh duyular aracılığıyla gittikçe daha çok düşünceler kazandığından,
giderek daha çuk uyanacak ve düşünce maddesinin fazlalığı oranında da daha çok
düşünecektir.

Düşünmenin insanda ne
zaman ortaya çıktı­ğı sorusuna Locke, “duyum bunun için gerekli olan
malzemeyi bize verdiği andan başlaya­rak” cevabını verir. Duyumunu
almadığımız bir şeyi düşünemeyiz. Ünlü formülüyle: “Da­ha önce duyularda
bulunmayan hiçbir şey zi­hinde bulunamaz.”

Locke’a göre iki türlü
düşünce vardır: Basit düşünceler, bileşik (mürekkep) düşünceler. Büıün
bilgilerimizin ilk maddesi gibi olan ba­sit düşünceler, ancak duyum ve düşünce
yolla­rıyla ruha gelmektedir. Basit düşüncelerin olu­şumunda edilgin (passiv)
olan ruh, bileşik (karmaşık) düşüncelerin oluşumunda etkin (aktiv)’dir. Ruh,
basit düşünceleri alır, bileşik düşünceleri ise meydana getirir. Ruh, aldığı
basit düşünceleri tekrar etmek, birleştirmek ve bu sayede yeni karmaşık
düşünceler oluş­turmak gücüne sahiptir. Fakat en verimli zi­hin bile, duyum ve
düşünme yoluyla gelmeyen yeni hiçbir basil düşünce elde edemez.

Locke (deneyciliği)
David Hume ile yeni bir aşamaya girmiştir. Hııme’a göre algılarımız ikiye
ayrılır: Düşünceler ve İzlenimler. İzlenim (perception), görmek ve duymak gibi
ken­dimizde bulunan canlı duyumlardır. Öyleyse duyu İntibaları vardır. Yine ona
göre düşünce, ötekiler kadar canlı olmayan hatırlama ve ha­yal etme güçleridir.
Bunlar içimizde izlenim temeline dayanarak oluşurlar. Humc şu ilkeyi ortaya
koyar: Bütün düşünceler İzlenimlerden meydana gelir. Buna göre her düşünceye uy­gun
düşen bir izlenim gösterilmesi gerekir. Bir başka anlatımla, bütün
düşüncelerimizin sezgisel olarak bilinen bir şeye dayandırılması gerekir.
Kavramlar ancak bu şekilde kabul edi­lebilir olurlar. Bu düşünce Hume’u cevher
ve neden kavramlarını reddetmeye götürür. O, bu iki kavramda da böyle bir
sezgisel ilkenin ve bu kavramlara uygun bir İzlenimin (uyun­madığını görür.
Böylece de deneyciliğin şu te­mel ilkesine katılır: Bilen, bilinç, bütün
içeriği­ni belirli bir ölçüde deneyden kazanır. Ama Hume da, Locke gibi
matematik alanda de­neyden bağımsız ve bu nedenle bütünüyle tü­mel bir bilgi
bulunduğunu kabul eder. Gerçi matematik kavramlar da deneyden gelirler, fa­kat
bu kavramlar arasındaki ilişki her türlü de­neyden bağımsız olarak vardırlar.

Genel olarak Hume
felsefesinden etkilenen, ancak akılcı geleneği eleştirici bir tutumla sür­düren
Kant, deneycilik ite rasyonalizm arasın­daki karşıtlığı dengelemeye, kısacası
uzlaştır­maya yönelmiştir. Bu bakımdan onun bütün bilgiyi deneyle başlatıp,
fakat bütünüyle dene­ye dayandırmayan tutumunun doğal sonucu olarak aklın deney
verilerinin düzenleyicisi ol­duğunu belirtmesi önemlidir.

Hume’un çağdaşı olan
Fransız filozofu Con-ditlac duyumculuk (sensualizm) biçimine sok­muştur.
Condillac, Locke’u, dış ve iç olmak üzere iki tür bilgi kaynağı kabul
ettiğinden do­layı eleştirir. O, bilginin bir tek kaynağı bulun­duğunu, bunun
da duyumlar olduğu tezini sa­vunur. Ruhun asıl olarak yalnızca bir yeteneği
vardır: Duyum almak. Bütün diğer yetenekler bundan çıkar. Düşünce incelmiş bîr
duyu al­madan başka bir şey değildir.

Deneyci anlayışın XIX.
yüzyılda J.Sutart Mili ve Herbert Spencer tarafından temsil edildiğini
görüyoruz. Mili, matematik bilgiyide, bîr tek bilgi temeli ve kaynağı olmak
üzere deneye bağlayarak Locke ve Hume’dan daha ileri gider. Mill’e göre,
matematik bilimi de dahil tüm bilimler veya bilgiler deneyden kay­naklanırlar
ve tümevarım yoluyla elde edilir­ler. Evrim düşüncesini felsefesine temel alan
Spencer ise, Önceki nesillerin deneyle isbat edilerek kesinlik kazanmış İnanç
esaslarının sonraki nesillere aktarıldığı düşüncesini ileri sürer.

Deneyciliğin bilgi
teorisinin temel ilkesi şek­linde tanımlanması yapılmak istenirken salt duyumcu
olmadığı da belirtilmeye çalışılmış­tır, denebilir. Gerçekten Locke olsun, Hume
olsun, bilgi elde edilirken izlenen süreçte du­yumlara bağlı kalmazlar, yani
duyumların gü­cüyle kendilerini sınırlı görmezler. Sözgelimi eğilim ve
izlenimlere duyumun yanında yer vermeleri bu bakımdan değerlendirilmelidir.
Nitekim Hume’a göre deneye daima bağlı ol­masına rağmen, bir kavramdan bir
başkasına geçmeyi sağlayan nedensellik kavramının İn­sanda ortaya çıkması ancak
izlenim yoluyla olabilmekledir. Bunun için deneyin ötesine-geçmek gerekir.
Hume’un sözkonusu ettiği bu nedensellik ilişkisi ya da bağlantısı Mill’de
“çağrışımcılık” adını alır. Buna göre, deneyin onaya koyduğu olgular
zihinde kendiliğinden düşünce çağrışımlarını uyandırmaktadır. Söz­gelimi ocaktaki
tencere içinde gördüğüm suyun kaynayacağını düşünür ve bilirim. Burada suyun
kaynayacağını bilmem, Hume açısın­dan bakıldığında nedensellik bağlantısı ve bu­nunla
verilmiş olanın ötesine geçmekdir. Aynı İlkeden hareketle Mili açısından
bakıldığında suyun kaynayacağını bilmem bir çağrışım bağ­lantısı kurabilmemdir.
Gerçekte daha Önce Locke “düşüncelerin çağrışımı” kavramına yer
vermiştir.

öte yandan
Pragmatizmin kurucusu Willi-am James’in “köktenci deneycilik”
şeklinde ni­telenen bilgi teorisinde yeni bir deneycilik tü­rü
geliştirilmiştir. Onun bilgi teorisinde deney­cilik ve çağrışımcılık, olacağı
bilmenin ve akıl yürütmenin ya da çıkarımın yerine konulur ki, böylece doğru
düşünce (Pragmatist doğruluk) doğrulanmış düşünce olup, doğruluğun ilkesi

de deney olarak tanımlanır.

Ayrıca XX. yüzyılda
Viyana Çevresi’nin mantıkçı pozitivizmi, Kari R.Popper’in deney­ciliğe karşıt
tutumu, Wittgenstein’in analitik felsefesi, Wvan Orman Ouine ve Noam
Cohmsky’nin dil felsefeleri deneyciliğin çeşitli ilkelerinin yeniden tartışılmasına
İmkan sağla­mıştır.

Yüksel KANAR Bk.
Rusyalımızın