Felsefe Yazıları

Delilik Nedir? Tanımı, Tarihi (Psikoloji)

DELİLİK

Değişik tarihî dönemlerde ve değişik kültürlerde farklı anlamlara gelen, genellikle çoğunluktan ayrı, tuhaf düşünce ve davranışları olan insanların hâli. Bugünkü değerlendirmelerin sunucunda bilim adamları, en eski çağlardan beri delilik olgusunun bilindiği ve onu iyileştirme yönünde çabalar olduğu kanaatindedirler.

Peru’daki kazılardan elde edilen taş devrine ait oldukları öne sürülen delik kafataslarını antropologlar ve psikiyatri tarihçileri, ruh (mental) hastalığından muzdarip kişilere yapılmaya çalışılan ilk tedavinin eserleri olarak yorumluyorlar. Onlara göre tarih öncesi insanlar, sara’yı (epilepsi) ve şiddete yönelik davranışları klanın atalarına ait ruhların yaptığına inanmaktadırlar. Kafataslarını delme nedenleri de bu kötü ruhları kovmaktır. Yine bu bilim adamlanna göre tarih öncesi ilkel kültürlerdeki genel özellik, tabiat olayları gibi ruh hasta­lıklarının da kötü ruhlar tarafmdan yapıldıkları inancıdır (Demonoloji). Bu nedenle kafatası delme gibi şaman ve büyücünün iyileştirici işlevlerinin de kötü ruhları kovmak olduğu dü­şünülmektedir. Hatta bilim adamları şamanın bir nevrotik hasat olduğuna karar vermişlerdir.

Modern tarih anlayışının ilerlemeci çizgisi, antropoloji ve psikiyatri tarihinde varlığını korur. Tarih ilk insandan günümüze doğru ilerleyerek akar. Kısmî gerilemeler olsa bile tarih İçinde deliliğe bakışın demonolojiden psikoloji ve psikiyatriye nasıl evrildiği anlatılır,

Mısır, Uzakdoğu ve Yahudi kültürlerinde de demonolojik anlayış varlığım sürdürmüştür. Ancak kötü ruhlar, şeytan, tilki gibi değişik isimler alırlarken, şaman ve büyücülerin rollerini din adamları üstlenmişler, dua ve di­nî törenler özel önem kazanmıştır. Eski Ahid’de deliliğin ilahî bir ceza olarak görülme­si bu anlayışın tipik bir göstergesidir. GrekoRomen kültürleri ise, bir yandan demonolojiyi temsil ederlerken bir yandan da modern kültüre temel olabilecek atılımları yapmışlardır. Halk, deliliği Mania ve Lyssa gibi kötü tanrıcıların etkisiyle açıklamış ve deliler, kötü tanrıcıların kaçması için kapatılmış, zincire vurulmuşlardır. Bu yöntem, hastalığı hastalığa neden olan etkenle tedaviye çalışmanın (homeopati) ilk şeklidir. Öte yandan tapınaklar­da ilk tıp eğitimi başlamıştır. Modern tıbbın babası sayılan Hipokrat, bu dönemde yaşa­mış; deliliği demonoloji ve Tanrı’nın (God) gazabıyla değil, doğal nedenlerle açıklamaya kalkmış, ruhsal hastalıkları kendi tıp anlayışına göre sınıflamış, kalıtımın ve rüyaların önemine dikkat çekmiştir. Yine bu dönemde ilk kez Platon’un “Kanunlarında delilere uygulanması gereken hükümlere yer verilmiştir. Platon, delilerin hukukî ve cezaî ehliyetlerinin olmadığını, ancak ailelerin onlara sahip çıkmaları gerektiğini söylemiş; fakat zaptedemeyen delilerin öldürülebileceğine hükmetmiştir.

Ortaçağ her alanda olduğu gibi tarihte bir geri adım, karanlık bir dönemdir. Eski çağların demonolojik anlayışı, Ortaçağda Özellikle Batı’da dinî taassubun delilere karşı umursamazlığı ve zalim uygulamaları biçimine bürünmüştür. Ortaçağ ayrıca bugün histeri salgını olduklarına karar verilen, tarantizm ve likantropi adlarıyla anılan kitle çılgınlıklarıyla bilinmektedir. İslamiyet ise her şeye rağmen, Ortaçağda delilik ve dîliliğe karşı tutumu ele alan hemen bütün incelemelerde genel çizginin dışında müstesna bir yere sahip olduğu şeklinde değerlendirilmektedir. Dinî esasların hayat tarzlarını belirlediği Ortaçağ İslam toplumlarında deliye karşı insancıl ve şefkatli tutumlar. Eski Yunan klasiklerinin Arapçaya çevrilmesi ve oradan Endülüs aracılığıyla Batı’ya geçişi, bilim öğrenimine özel önem verilmesi, delileri iyileştirmek İçin özel yerler (bimarhaneler) kurulması ve müzikle tedavi gibi yöntemler geliştirilmesi ve özellikle de İslamiyetin deliliği ilahi bir ceza olarak görmediği gibi, delileri sorumlu da tutmayışı önemle vurgulanan noktalardır.

Rönesans, en genel hatlarıyla bilimde ve tıpta dinin etkisinin azaldığı, laik düşüncenin ve modern bilimin yeşermeye başladığı dönem olarak bilinir. Bu dönemde delilere karşı uygulanan tutumlar ise çelişiktir. Büyücülük ve akılcılık yan yana gelişmekte, engizisyon her ikisine de karşı çıkmaktadır. Erasmus’un “Deliliğe Methiye”si ve Cervantes’in “Don Quishote’unda görüldüğü gibi, deli imajında onları kabullenme yönünde hiç değilse yazarlar, sanatçılar, hekimler arasında değişmeler olmuş; Vjves, Agrippa, Weycr, Leonardo da Vinci, Paracelsus gibi hümanistler delilerin korunmaları gerektiğini, deliliğin de bedensel bir hastalık olduğunu savunmuşlardır. Eski manastırlar akıl hastaneleri haline getirilmiştir. Fakat yine bu dönemde gelişen akılcılığın etki­siyle deliler toplumdan alabildiğine dışlanmışlar, para karşılığında halka panayırlarda, hastanelerde teşhir edilmişlerdir.

16. ve 17.yüzyıllar, modern bilimsel düşüncenin  hakim olmaya başladığı,  akademilerin önemli sosyal kuruluşlar olarak ortaya çıktıkları dönemlerdir. Descartes’in aklı (sensorium commune) beyindeki pineal beze dayandırmasıyla akıl hastalıklarının nedeninin beyindeki bir bozukluk olduğu kanısı giderek yaygınlaşmıştır. Linneaus’un botanikteki sınıflandırma yöntemi, genel tıpta olduğu gibi, akıl hastalıklarıyla ilgilenenlerin de bu hastalıkları sınıflandırmaya girişmelerine yol açmıştır. Papanın doktoru Za Chia, akıl hastalığına doktorun karar verebileceğini bildirerek Adlî Psikiyatri’nin temelini atmıştır. Günümüzü ha­ber veren bu gelişmelere rağmen, Ortaçağdaki Tanrı’nın yerini adeta “akıl ve mantık” almasıyla delilere uygulanan zalim yöntemler katmerleşerek artmış, üstelik dönemin düşünürleri tarafından bu uygulamalar hararetle savu­nulmuştur. Aklı ve akıllıları korumak için deli­ler gemilerle boş adalara terkedilmiş, kafeslerde tutulmuşlardır.

18.yüzyılın sonlan ise gerek kurumlaşma, gerekse ruh hastalarına uygulanan tutumlar ve tedavi yöntemleri açısından günümüzün anlayışlarına çok benzeyen yaklaşım ve girişimlerin yapıldığı dönemdir. Fransa’da Pinel’in, İngiltere’de Tuke’un ve italya’da Chiarugi’nin delileri zincirlerinden kurtarma ve onlara “moral tedavi” uygulama şeklindeki çabaları psikiyatri tarihinde devrim olarak anılırlar. Psikiyatri terimi de ilk kez bu dönemde Almanya’da kullanılmıştır.

19.yy’dan günümüze kadar olan dönem ise, ruh hastalıklarının ele alınmasında organik ve psikolojik yaklaşımların birbiri ardınca ileri sürüldükleri, bir çok yeni sınıflama ve tedavi yöntemlerinin geliştirildiği, genel hastanelere küçük, modern psikiyatri klinikleri kurmak, hastayı toplum İçinde tedavi etmek gibi insancıl ve hastayı topluma kazandırmaya yönelik çalışmaların yapıldığı, ruh sağlığına verilen önemin arttığı birdönem olmuştur, bu dönemin özelliklerinden en belirgin olanı, psikiyatrinin tıp, psikolojinin sosyal bilimler içinde bilim ve tedavi kurumlan olarak yerleşmeleri, ruh hastalığının sınırlarının gündelik hayat problemlerini de kapsayacak şekilde genişlemesidir.

Deliliğe bakışta izlenen bu kronolojik yakla­şımın, bugünün antropoloji ve psikiyatri tarihindeki hakim anlayışa göre yapıldığı unutulmamalıdır. Yine aynı çevrelerde bu bakışa karşı gelişen şiddetli bir muhalefet vardır. Bu muhalefetin önde gelen isimleri düşünür. Michael Foucault, antropolog C.L.Strauss ve psikiyatr R.D.Laing’tir. Foucault ve Laing’e göre Rönesanstan beri deliliğe yaklaşımda izlenen çizgi, aslında bir ilerleme değil, gerilemedir. Çünkü Rönesans öncesi toplumlarının delilik anlayışıyla, modern toplumun ruh hastalığı anlayışı arasında taban tabana zıtlıklar, muhteva farklılıkları vardır. Rönesans öncesi toplumlarında delilik olgusu genel olarak kutsal dünyadan bir haber diye yorumlanırken, modern psikoloji ve psikiyatride ruh hastalığı aklın İktidarını temsil eden bir yaklaşımla ele alınmaktadır. Ruh hastalarına uygulanan insancıl yöntemler ise ruhsal bîr zulümden ibarettir, üstelik bu zulme neredeyse bütün toplum maruz kalmaktadır. Strauss’a göre İse kültürler yapısal olarak karşılaştırıldıklarında kültürler arasında bir ilerleme değil, benzerlik ve eşitlikler vardır. Tarih öncesi kültürlerdeki şamanın yerini, modern kültürde psikoterapist almıştır.

(SBA)