Nedir ?

Darülfünun Nedir, Ne Zaman Açıldı, Neden Kapatıldı, Tarihçesi, Hakkında Bilgi

Darülfünun. Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyılda kurulan yüksek öğretim müessesesi.       

Türkiye’de yeni bir yüksek öğretim müessesesi kurma teşebbüsleri XIX. yüz­yılın ortalarına doğru başlamıştır. Bu as­rın başlarından itibaren Osmanlılar’da görülen bilimde Doğu’dan Batı’ya olan yöneliş ve eğitim anlayışında meydana gelen değişmeler, Tanzimat döneminde medrese dışında yeni bir yüksek öğretim müessesesinin kurulması yolunda teşeb­büslerin doğmasına vesile olmuştur.

Bu müesseseye “fenler evi” mânasına gelen “dârü’l-fünün” adının verilmesi, o günün şartlarında medreseden ayrı bir kurum olduğunu çarpıcı bir şekilde or­taya koyma düşüncesinden doğmuştur. “Fen” kelimesi geç devir Arap edebiya­tında “bir bilimin ayrıldığı dal”, çoğulu “fünûn” değişik bilim dallan anlamında, Osmanlıca’da ise “cins. tür. hal, bilim da­lı” mânalarında kullanılmıştır. XIX. yüz­yılda müşahede ve ispata dayalı bilim­lere fen denilmiştir. Fünun kelimesi he­men her zaman “ulûm ve fünun” terki­binde kullanılırken ulûm kelimesinden (daha çok dinî ilimler) ayırt edilerek da­rülfünun terkibinde tek başına kullanıl­mıştır. Bu da müessesenin Batı kaynaklı yeni bilimlerin eğitiminin yapılacağı bir kurum şeklinde düşünüldüğünü göster­mektedir.

Darülfünun fikri. Tanzimat devrinde halkın eğitimi meselesi içerisinde ele alı­nıp geliştirilmiş, daha çok her türlü ilmin okutulacağı bir müessese olarak düşü­nülmüştür. Tanzimat döneminde Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliyye, Osmanlı Dev­leti’nde yeni bir eğitim sistemi hazırla­mak gayesiyle, 1845 yılında ulemâ, as­ker ve bürokratların katıldığı yedi kişi­den oluşan Meclis-i Muvakkat adında ge­çici bir maarif meclisi kurmuştur. Mec­lis-i Muvakkat bir yıllık bir çalışma so­nunda Osmanlı eğitim reformunun te­mel kaidelerini tesbit etmiş ve eğitim sistemini ilk, orta ve yüksek eğitim ola­rak üçe ayırmıştır. Bu üç eğitim seviye­sinde darülfünun kurulması yüksek eği­tim programında yer almıştır. Meclis-i Muvakkat, eğitim işlerini takip etmek üzere Meclis-i Maarif-i Umûmiyye adın­da bir daimî meclisin kurulmasını da ön­görmüştür.

1846’da faaliyetlerine başlayan Mec­lis-i Maârif-i Umûmiyye. darülfünun ku­rulması yolunda ilk adımı atmıştır. An­cak darülfünunun nasıl bir müessese ola­cağı ve bununla neyin kastedildiği açık olarak belirlenmemiştir. İlk hedef dev­let hizmetini iyi bir şekilde yürütecek memur yetiştirmek olduğu İçin “Babıâli ketebesinden ve başkalanndan tertip edilerek Babıâli’de yahut başka müna­sip bir mahalde darülfünun teşkiiiyle” yeni bir tahsil müessesesinin kurulması istenmektedir. Daha sonra 21 Temmuz 1846’da darülfünun, “malumat ve hüsn-i ahlâkça mükemmel olmak isteyen ve bütün İlim ve fenleri okumaya hevesli veya devlet dairelerinde çalışmak iste­yen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir kurum” olarak tarif edilmiştir. Ayrı­ca darülfünun, bütün masraflarının dev­let tarafından karşılanacağı, talebelerin gece gündüz barınabilecekleri ve çalışa­cakları bir yer olarak düşünülmüştür.

Kasım 1846’da, İtalyan asıllı mimar Fossati ile İstanbul’da bir darülfünun binasının inşası için mukavele yapılmış ve Ayasofya civarında tesbit edilen bü­yük arsa üzerine üç katlı, 125 odalı, gös­terişli, Avrupa üniversitelerine benzer şekilde büyük bir bina yapılması isten­miştir. Ancak inşasına hemen başlanan darülfünun binası uzun yıllar tamamla­namamıştır. 8 Mart 1865’te inşaat bit­tiğinde de darülfünun olarak kullanılma­mıştır.

Darülfünun binasının inşası devam ederken geçen süre içerisinde darülfü­nuna ders kitabı hazırlamak için 1851′-de Encümen-i Dâniş adıyla bir kurul oluş­turulmuştur. Büyük merasimlerle açılan Encümen-i Dâniş, kendisinden beklenen vazifeyi yerine getirememiş ve 1863’te darülfünunda derslere başlandığında bu­rada okutulmak üzere hazırlanmış bir tek kitap bile bulunamamıştır.

1863 yılında dönemin sadrazamı Keçecizâde Fuad Paşa’nın, darülfünun bi­nasının tamamlanmasını beklemeden bi­nanın bitmiş olan bazı odalarında halka açık serbest konferans şeklinde dersler verilmesini uygun görmesiyle ilk darül­fünun tedrisatı başlamış oldu. 13 Ocak 1863’te İbrahim Edhem Paşa’nın nezâre­ti altında kimyager Derviş Paşa fizik ve kimyaya dair konuşmasıyla ilk dersi verdi. Büyük ilgi uyandıran bu konferanslar halk ve devlet ileri gelenleri tarafından takip edilmekteydi. 1863 yılı boyunca bu şekilde fizik, kimya, tabii ilimler, tarih ve coğrafya konularında serbest dersler verilmiştir.

Yapımına on dokuz yıl önce başlanan darülfünun binasının, 1865 yılında ta­mamlandıktan sonra darülfünun için faz­la geniş bulunarak Maliye Nezâreti’ne verilmesi üzerine yeni ve daha küçük bir binanın inşası kararlaştırıldı. Bu bina ta­mamlanıncaya kadar serbest derslere geçici olarak Çemberlitaş civarındaki Nu­ri Paşa Konağı’nda devam edildi. Ancak 8 Eylül 1865″te çıkan büyük Hoca Paşa yangınında muhtemelen bu konağın da tamamen yanması darülfünunda ders­lerin tatil edilmesine yol açmıştır.

1869’da darülfünunun bugün Basın Müzesi olarak kullanılan yeni binası ta­mamlandı. Aynı yıl Maarif Nâzın Saffet Paşa’nın gayretleriyle, altı defa Maarif nazırlığı yapan Ahmed Kemal Paşa’nın başkanlığında Şûrâ-yı Devlet Maarif Da­iresi başkan yardımcısı Sâdullah Paşa, Recâizâde Ekrem, Ebüzziyâ Tevfik gibi tanınmış kişiler tarafından Fransız eği­tim sisteminden faydalanılarak hazırla­nan Maârif-i Umûmiyye Nizamnamesi ile[4] ilk defa Batı sistemine uy­gun bir eğitim modeli ortaya konulma­ya çalışıldı. O zamana kadar Osmanlı eği­timinin temel müessesesi olan medre­seleri ve son dönemlerde kurulan aske­rî ve teknik yüksek okulları içine alma­yıp yeni kurulan veya kurulması öngörü­len Osmanlı eğitim müesseselerini ken­di içinde bir bütün olarak ele alan ve II. Meşrutiyetin ilânına kadar (1908) yürür­lükte kalan 198 maddelik bu nizâmnâ­mede elli bir madde ile en çok darülfü­nuna yer verilmişti. Buna göre yeni adıy­la Dârülfünûn-ı Osmânî üç ayrı şubeden (fakülte) oluşmaktaydı. Bunlar Hikmet ve Edebiyat. Ulûm-i Tabîiyyeve Riyâziyyât. Hukuk şubeleriydi. Üç yılı Öğretim, bir yılı bitirme tezi için olmak üzere toplam dört yıllık eğitim verecek olan darülfü­nuna on altı yaşını doldurmuş, idâdî me­zunu veya o derecede malumatı olan ta­lebeler alınacaktı. Ancak bu kararlar ba­zı aksaklıklar sebebiyle tam olarak uygulanamamış. başta yeterli sayıda hoca ve bu yeni yüksek öğretime uygun for­masyonda yetişmiş talebenin bulunma­ması yüzünden bu ikinci teşebbüste de arzu edilen sonuca ulaşılamamıştır.

Her şubenin ayrı ayrı detaylı ve kap­samlı ders programları hazırlanan, mezuniyet tezi, müderrislik tezi gibi araştırmaya dayalı çalışmalara da yer veril­miş olan darülfünunda müze, kütüpha­ne, laboratuvar gibi birimlerin de açıl­ması öngörülmüştü. Dersler Fransız mo­deli üzerine kurulmuş olmasına rağmen Felsefe ve Edebiyat şubesinde Şark dil­lerinden Arapça, Farsça yanında Batı dil­lerinden Fransızca. Yunanca ve Latince dersleri programda yer almıştı. Hukuk şubesinde de İslâm hukuku yanında Fransız medenî kanunu. Roma hukuku ve milletlerarası hukuk derslerinin bu­lunması, İslâm ve Batı’yi telif etme gay­retlerinin varlığını göstermektedir.

8 Nisan 1869da padişahın irâde-i seniyyesiyle kuruluşu tasdik edilen Dârül­fünûn-ı Osmânî’ye Ekim 1869’da tale­be kaydına başlandı ve müracaat eden 1000 kişiden imtihanla 450 talebe se­çildi. Bu süre zarfında darülfünunun ek­sikliklerinin tamamlanmasına çalışıldı. Kütüphane için Avrupa’dan kitap ve ilmî dergiler sipariş edildi-, ancak araştırma sonuçlarının yayımlandığı bu dergilerin alımından vazgeçilerek sadece kitap alı­mı gerçekleştirilebildi. Bu arada fizik laboratuvarı için çeşitli alet ve edevat si­pariş edilmişti. Paris’ten satın alınan ki­tapların listesi incelendiğinde, o dönem­de Batı’daki en yaygın akımlar olan hü­manizmin ve pozitivist felsefenin belli başlı eserlerinin bu listede yer aldığı gö­rülür. Birinci darülfünun teşebbüsü sı­rasında ders kitaplarının telifi için En­cümen-i Dâniş kurulmuşken bu defa da­rülfünunda okutulacak kitapları Batı dil­lerinden tercüme ettirmek için bir ter­cüme heyeti oluşturulmuş ve bu heyet hemen göreve başlamıştır. Ancak bir yıl sonra Ma­arif Nezâreti’nin darülfünun için kimya, fizik ve tabiat ilimleri alanında kitap ter­cüme ettireceğini duyuran bir ilân neş­retmesinden bu heyetin de kendisinden bekleneni yerine getir­mediği anlaşılmaktadır.

Dârülfünûn-ı Osmânî, 20 Şubat 1870′-te Sadrazam Âlî Paşa, Maarif Nâzın Saf­fet Paşa ve diğer ileri gelen devlet adam­larının da hazır bulunduğu büyük bir me­rasimle açıldı. Müdürlüğüne de 1857 yı­lında Paris’teki Mekteb-i Osmânrde ho­calık yapmış olan Tahsin Efendi (Hoca veya Gâvur Tahsin) getirildi. Ancak nizâm­nâmede belirtilen esaslara aykın olarak ders programı o günün imkânlarına gö­re yeniden düzenlenip her üç şubenin de aynı programı takip etmesi yoluna gidil­di ve böylece fiilen şubeler kaldırılarak tek tip ders yapıldı. Darülfünunun, Ağus­tos ayına kadar sürecek olan 1870 yılı birinci sınıf ders programı ve hocaları 1 Zilkade 1286 tarihli Takvîm-i Vekâyi’de (sy. 1184) şöyle göste­rilmiştir: Edebiyat. Selim Efendi; Fran­sızca, Konstantİni (Konstantinidi) Efendi; târîh-i umûmî, Mahmud Efendi; coğraf­ya, Hâlid Bey; hikmet-İ tabîiyye (fizik), Aziz Efendi; hesap (matematik), Tevfik Bey; resim. Mösyö Giz; ilm-i hukuk, Ahmed Kâmil Efendi; mantık. Kerim Efendi.

Birinci ders yılı sonunda talebeler im­tihan edilerek başarılı olanlara birer şe-hâdetnâme verildi. İkinci ders yılı başla­madan önce, ramazan ayı olması müna­sebetiyle ders yapılamadığından, darül­fünun müdürü Tahsin Efendi umuma açık konferanslar (ders-i âm) tertip etti. O tarihte İstanbul’da bulunan ve darül­fünunun açılış merasiminde de bir ko­nuşma yapmış olan Cemâleddîn-i Efgânî’nin sanayi, edebiyat ve teknoloji ko­nularındaki bu konferansların birinde sanat hakkında yaptığı bir konuşmasın­da, sanatı tarif ederken ve kısımlarını sayarken peygamberliği de bir tür sa­nat olarak zikretmişti. Bu sözlerin kon­feransa katılanlar arasında tepkiye yol açması ve çeşitli çevrelerin şiddetli iti­razı sebebiyle konferanslar iptal edildi. Cemâleddîn-i Efgânî İstanbul’dan uzak­laştırıldığı gibi Dârülfünûn-ı Osmânî Mü­dürü Tahsin Efendi azledilerek yerine ge­çici olarak Maarif Nezâreti muavinlerin­den Kâzım Efendi getirildi. Türk maarif tarihiyle ilgili yazılarda genel olarak Dâ­rülfünûn-ı Osmânfnin bu hadise sonu­cu kapatıldığı belirtilmekteyse de darül­fünunda dersler 1872-1873 öğretim yı­lma kadar kesintisiz devam etmiştir. Bu müesseseden mezun talebe bulunup bu­lunmadığı hakkında ise herhangi bir bil­gi yoktur. Ayrıca Dârülfünûn-ı Osmânf-nin niçin ve nasıl kapatıldığı da tam ola­rak anlaşılamamıştır.

Ülkenin Batı tarzında bir üniversite­ye ihtiyacı bulunduğuna inanan idareciler, başarısız iki teşebbüsten sonra fark­lı bir tavırla darülfünun kurma gayretle­rini sürdürdüler. 1873’te dönemin Maarif Nâzın Saffet Paşa, Galatasaray’daki Mek­teb-i Sultanî Müdürü Sava Paşa’yı hazine­ye yük olmamak şartıyla yeni bir darül­fünun kurmakla görevlendirdi. Kurulma­sı tasarlanan darülfünun, bu defa 1868′-den beri faaliyette bulunan ve bir orta öğretim kurumu olan Galata Sarayı Mek­teb-i Sultanîsi temeli üzerine oturtulma­ya çalışıldı. Dârülfünûn-ı Sultanî adıyla anılan bu yeni kurum Hukuk, Fen ve Ede­biyat yüksek mekteplerinden oluşmak­ta ve resmî yazışmalarda üçüne birden “mekâtib-i âliye” denilmekteydi. 1874-1875 öğretim yılında öğretime başlayan Dârülfünûn-i Sultanî, ilk açıldığında Hu­kuk ve (Fen Mektebi yerine) Mühendisîn-i Mülkiyye mekteplerinden meydana geliyordu. Mühendisîn-i Mülkiyye Mekte-bi’nin adı birinci öğretim yılı sonunda Turuk u Maâbir Mektebi olarak değişti­rildi.

1876 yılında üçüncü öğretim yılının başlannda Hukuk Mektebi, Turuk u Ma­âbir Mektebi ve Edebiyat Mektebi nizâm­nâmeleri Düstûr’üa yayımlanarak yürür­lüğe girdi. Bunların açılışı, önceki darül­fünun açılışlarına nazaran daha temkinli ve gösterişsiz bir şekilde yapılmış, hat­ta bu okullar 1876 yılına kadar halka tanıtılmamıştır. Sava Paşa, bu mekteple­rin de daha önceki darülfünunların akı­betine uğramaması için kendisinden ih­tiyatlı davranmasının özellikle istendiği­ni belirtmiştir.

Dârülfünûn-ı Sultânrde dört yıllık öğ­retim süresi sonunda bir tez hazırlayıp başarıyla savunan talebeler “doktor” un­vanıyla mezun olacak ve ihtisaslanna gö­re ya Adliye Nezâreti’nde veya Nâfıa Ne-zâreti’nde istihdam edileceklerdi. Tez hazırlayamayanlar ise doktoradan daha kolay bir imtihana tâbi tutulacak ve bun­lardan Hukuk Mektebi mezunları dava vekilliği, Turuk Maâbir Mektebi me­zunları kondüktörlük, Edebiyat Mektebi mezunları da öğretmenlik yapabilecek­lerdi. Daha önceki darülfünunda herhan­gi bir ihtisaslaşma ve bunun sonucunda belirli meslek sahiplerinin yetişmesi ve bunlann belli alanlarda istihdam edil­mesi düşünülmemiş olduğu halde Dârülfünün-ı Sultânî’de devletin o günkü ih­tiyacına göre ihtisaslaşmaya doğru bir yöneliş görülmektedir.

1874-1875 öğretim yılında Hukuk Mek-tebi’nde yirmi bir. Turuk Maâbir Mektebi’nde yirmi altı talebe derslere devam edip yıl sonunda imtihanlara katılarak başarılı oldu. Edebiyat Mektebi’nde ise eğitime başlanıp başlanmadığı bilinme­mektedir. Hukuk Mektebi’nde okutulan dersler arasında İslâm hukuku. Roma hukuku ve ticaret hukuku ağırlıktaydı. 1875-1876 öğretim yılında ders ve ho­ca sayısı arttırıldı. Bu arada Hukuk Mektebi’nin Babıâli yakınlarına taşınması tar­tışmaları ortaya atılmış. Sava Paşa’nın itirazları üzerine mektep eski yerinde kalmıştır. 1877-1878 yılında öğretime ara verildi. Turuk u Maâbir Mektebi de aynı şekilde tatil edildi. Ekim 1878’de tekrar eğitime başlayan Dârülfünûn-ı Sultanî ilk mezunlarını 1879-1880 öğ­retim yılında verdi. Bu dönemde Hukuk Mektebi’nden yedi kişi mezun oldu. Tu­ruk u Maâbir Mektebi’nden mezun olan­ların sayısı bilinmemektedir. 1880-1881 yılında ikinci mezunlannı veren Hukuk ve Turuk u Maâbir mekteplerinin daha son­raki faaliyetleri hakkında bilgi yoktur.

Daha Önceki ilk iki teşebbüste darül­fünunun malî kaynaklan sağlam bir ze­mine oturtulmamış, darülfünun daha çok talebe harçları, vakıflann ve devletin bel­li ölçüdeki yardımlarına bağımlı kalmış­tı. Bu durum darülfünunun başarısızlı­ğına yol açan en büyük âmillerden biri oldu. Dârülfünûn-ı Sultanîde ise gider­ler daha çok Galata Sarayı Mekteb-i Sultânîsi’nin gelirlerinden karşılanmaya ça­lışılmıştır. İlk yıllarda Mekteb-i Sultânî’­de tam ücret ödeyerek okuyan talebe sayısının fazla olması müessesenin har­camalarını karşılamaya yeterken 1877 yılında mektebin müdürü olan Ali Suâvi, gayri müslim talebelerin büyük çoğun­luğunun burslu olarak okuduğunu, dolayısıyla müessesenin gelirlerinin çok azal­dığını belirtmekte ve devletin her yıl bu müesseseye külliyetli miktarda para tah­sis ettiğini açıklamaktadır. Zamanla Dâ­rülfünûn-ı Sultanîde devlete bağımlı ol­mak zorunda kalmıştır.

Kısa bir müddet sonra devlet, tama­men kendi kontrolünde olan ve müslü-man talebeler aleyhindeki eşitsizliği de ortadan kaldırmak üzere ilgili bakanlık­larla organik bir bağ oluşturan, birbirin­den bağımsız yüksek mektepler açma yoluna gitmiştir. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik öğretimi XX. yüzyılın ba­şına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiyye ile Mühendis Mektebi’nde müs­takil olarak devam etmiştir. Bu döneme kadar bir külliye içinde birkaç bölüm­den oluşan darülfünun kurma çalışma­ları başarısızlıkla sonuçlanırken II. Abdülhamid döneminde kuruluşu hızlanan orta ve yüksek öğretim müesseseleri yaygınlaşmıştır. Dârülfünûn-ı Sultanî’nin faaliyetleri sona erdikten sonra, Os­manlı Devleti’nde 1900 yılına kadar ül­kenin ilim ve eğitim kurumlarının yay­gınlaştırılması çalışmaları arasında ye­ni bir darülfünun kurma teşebbüsüne rastlanmamıştır. İlk ve orta öğretim ku­rumları sayıca artmış ve eğitim seviye­leri yükselmiş; bunun yanında devletin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere mülki­ye, tıp. hukuk, ticaret, sanayi, mühen­dislik ve mimarlık sahalarında ihtisas­laşmaya yönelik yüksek öğrenim okul­ları açılmıştır.

Meslekî eğitim veren bütün bu yük­sek okullar dışında özellikle ilim adamı yetiştirmeye yönelik bir müessese kurul­ması konusunda Sadrazam Küçük Said Paşa, 2 Şubat 1310 ta­rihinde II. Abdülhamid’e sunduğu arîzasında, Amerika ve Avrupa üniversitele­rinin fonksiyonlarına sahip ve ilim ada­mı yetiştirmeye yönelik beş fakülteden (dârüücâze) oluşan bir darülfünun kurul­masının gerekliliğini arzetmişti. 1900′-de elli beş yıllık tecrübelerin ışığında, ar­tık yerleşmiş bir hukuk mektebinin de bulunduğu birkaç fakülteden oluşan ve bugünkü Türk üniversitesinin temelini oluşturan Dârülfünûn-ı Şâhâne’nin ku­rulması kararlaştırılmıştır. Bu müesse­senin resmî açılısı, II. Abdülhamid’in 25. cülus yıl dönümüne rastlayan 31 Ağus­tos 1900 tarihinde yapılmıştır. Dârülfünün-ı Şâhâne Edebiyat ve Hikmet (Fel­sefe) şubesi, Ulûm-i Riyâziyye ve Tabîiy-ye (Fünun) şubesi ve Ulûm-i Âliye-i Dîniy’ye (İlahiyat) şubesi adlı üç fakülteli bir üniversite oîarak planlanmış. Hukuk ve Tıbbiye mekteplerinin de resmen bağ-lanmamakla birlikte darülfünunun tabii kollan sayılmasıyla beş fakülteli modern Osmanlı üniversitesinin ilk sağlıklı ku­ruluşu gerçekleştirilmiştir.

Dârülfünûn-ı Şâhâne’de 1 Eylül 1900 tarihinden itibaren kayıt yaptırıp imtiha­na giren ve kabul edilen talebeler, Mekteb-i Mülkiyye’nin boşaltılan bazı oda­larında öğrenime başladılar. Ulûm-i Âli­ye-i Dîniyye’ye onu imtihansız otuz ta­lebe alınırken Edebiyat şubesine onu im­tihansız yirmi beş, Ulûm-i Riyâziyye ve Tabîiyye şubesine İse altısı imtihansız yir­mi beş talebe kabul edilmişti. Öğrenim süresi Ulûm-i Âliye-i Dîniyye’de dört, di­ğer iki şubede üçer yıldı. Edebiyat şube­sinde Türkçe, Arapça ve Farsça’dan baş­ka Fransızca. İngilizce ve Rusça’nın oku­tulacağı bir dil şubesi açılırken Ulûm-i Tabîiyye ve Riyâziyye şubesi 1903 yılından itibaren ikinci sınıfında riyaziye ve tabiiye kollarına ayrıldı.

Dârülfünûn-ı Şâhâne açıldığı zaman, daha önce kurulmuş olan darülfünunla­rın karşılaştığı ve birçok açıdan onların başarısızlıklarına sebep olan hoca, yetiş­miş talebe ve Türkçe ders kitaplarının yetersizliği gibi olumsuzluklar kısmen ortadan kalkmıştı. Ancak çok sayıda mü­racaat olmasına rağmen belli sayıda ta­lebe alınması, sıkı bir idarî kontrolün bu­lunması ve derslerin daha çok teorik saf­hada kalması, darülfünunun olumsuz yönleri olarak kabul edilmelidir. II. Meşrutiyet’in ilânına kadar geçen süre içe­risinde birçok mezun veren Dârülfünûn-ı Şâhâne. Meşrutiyet döneminde daha sis­temli bir eğitime geçti. Meşrutiyetin ila­nıyla adı İstanbul Darülfünunu seklin­de değiştirilen Dârülfünûn-ı Şâhâne, Tıp ve Hukuk şubelerini de bünyesine kat­mak suretiyle resmen beş şubeli olarak yeniden teşkilâtlandırıldı. 21 Ağustos 1909’da Vezneciler’de şimdiki İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi binası­nın bulunduğu yerde Zeyneb Hanım Konağı’na yerleştirilen İstanbul Dârülfünu-nu’na binlerce talebe kayıt için başvur­muştu.

Maarif Nâzın Emrullah Efendi zama­nında 1912’de darülfünunda yeni bir ıs­lahat programı uygulandı. Bu dönemde Eczacı ve Dişçi mektepleri Tıp Fakülte-si’ne bağlanırken Şam vilâyetindeki Tıb­biye Mektebi de İstanbul Dârülfünunu’-na bağlandı; şubeler fakülte adını aldı ve muallimlere müderris unvanı verildi; talebe ve müderrislerin devam ve disip­lin kaideleri düzene sokuldu. I. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’dan gelen çok sayıdaki yabancı öğretim elemanının da çalışmalarıyla darülfünun önemli geliş­meler gösterdi ve modern bir üniversite fonksiyonu icra etmeye başladı. Dâ-rülmesâî adıyla çeşitli alanlarda enstitü­ler kuruldu, bunlar için kütüphaneler ve laboratuvarlar hazırlandı. Darülfünun bi­nası kâfi gelmediği için yeni binalar ki­ralandı; ilmî yayın faaliyetine girişildi. Ayrıca 1914’te hazırlanan Islâh-ı Medâ-ris Nizâmnâmesi ile İstanbul medrese­leri Dârülhilâfeti’l-Aliyye adıyla tek bir medrese haline getirildi ve darülfünun bünyesindeki Ulûm-i Âliye-i Dîniyye şu­besi kapatılarak öğrencileri Dârülhilâfe’nin Âliye kısmına devredildi. 12 Eylül 1914’te kız talebeler için Edebiyat, Ri-yâziyyât ve Tabîiyyât şubelerinden olu­şan İnâs Darülfünunu kuruldu. 1917’de ilk mezunlarını veren İnâs Darülfünunu 1920’de lağvedildi. Bunun üzerine 1921’den itibaren önce Edebiyat ve Fen fakül­telerinde, ardından da Hukuk Fakültesi ile Tıp Fakültesi’nde birer yıl ara ile kar­ma öğretime geçildi.

Miiiî Mücadele yıllarında (1918-1923) ülkedeki bütün kurumlar gibi darülfü­nun da ciddi sıkıntılar yaşadı. 1918-1919 öğretim yılı başında yabancı hocalar ül­kelerine döndüler. Bütçe tasarrufları se­bebiyle fakülteler için kiralanan binala­rın hemen hepsi boşaltıldı-, savaş sonun­da terhis edilen talebelerin de dönme­siyle geniş ölçüde yer ve hoca sıkıntısı ortaya çıktı. İstanbul Darülfünunu 1919′-da hazırlanan bir ıslahat programı ile Osmanlı Darülfünunu adıyla yeniden can­landırılmaya çalışıldı. 11 Teşrinievvel 1335[9] tarihli bu nizâmnâmede[10] fakültelere “medrese” denmeye başlanmış ve önemli bir gelişme olarak da darülfünu­nun ilmî muhtariyeti tasdik edilmiştir. Ayrıca darülfünunun başına müderris­lerin seçtiği bir darülfünun emininin getirilmesi ve bu eminin başkanlığında fa­külte reislerinin temsilcilerinden oluşan bir darülfünun divanının kurulması sağ­lanmıştır. Bu nizâmnâme ile aynı zaman­da “devre-i dersiyye” (sömestr) usulü uy­gulamaya konulmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya ka­dar darülfünun bu hüviyetiyle eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. Lo­zan Antlaşması’ndan hemen sonra İngi­lizler1 in boşalttığı Harbiye Nezâreti bi­nası bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası) darülfünuna tahsis edilerek yer darlığı büyük ölçüde halledilmiştir. 1923′-te Ankara’da toplanan birinci ilmî heyet­te darülfünun ve yüksek okullar ele alın­mıştır. 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile lağvedilen medreselerin yerine yeniden İla­hiyat Fakültesi kurulmuş ve 1 Nisan 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi darülfünuna hük­mî şahsiyet tanıyarak katma bütçe ile idare edilmesine karar vermiştir. Böyle­ce darülfünun ilmî, idarî ve malî bakım­dan muhtar bir hüviyet kazanmıştır. Bu kanuna dayanarak vekiller heyetinin 21 Nisan 1924 tarihinde kabul ettiği şekil ve esaslar, darülfünunun lağvedilip İstanbul Üniversitesi’nin kurulduğu 1933 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

Darülfünun içinde ve dışında yürütü­len çalışmalarla bu kurumun ıslahı için bazı projeler geliştirilmiştir. Nitekim da­rülfünun divanının 14 Mayıs 1929’da tes bit ettiği bir raporda “Avrupa mümasili müesseselerde mevcut tekâmülü naza­rı itibara alarak” bir ıslahat projesi ha­zırlanmış, daha sonra bu proje doğrul­tusunda düzenleyici kararlar alınmıştır. Bu arada Tıp, Edebiyat, Hukuk. Fen ve İlahiyat fakültelerine ilâveten Eczacılık ve Dişçilik fakülteleriyle Gazetecilik Mektebi’nin kurulması için gerekli çalışma ve hazırlıkların yapılmasına rağmen Ma­arif Vekâleti’nin ilgisizliği yüzünden bu birimler açılamamıştır. Maarif Vekâleti söz konusu projeyi yetersiz bularak da­ha geniş bir ıslahat yapmak gerekçesiy­le bunu reddetmiştir.

1930 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce hükümete verilen yetkiye dayanı­larak Cenevre Üniversitesi pedagoji pro­fesörü Albert Malche İstanbul’a davet edilmiş ve kendisinden darülfünunun ye­niden düzenlenmesi hususunda bir ra­por hazırlaması İstenmiştir. Malche, ge­niş bir inceleme sonunda darülfünunun mevcut durumunu ortaya koyan ve ya­pılması gereken ıslahatı ihtiva eden bir rapor hazırlayarak 29 Mayıs 1932’de hükümete sunmuştur. Malche ders programlarında fazla değişikliğe gerek görmemiş, daha çok uygulamaya yönelik tedbirler önermiştir. Raporda ayrıca tek parti yönetiminin eğilimine uygun olarak darülfünunun muhtariye­tini kısıtlayan teklifler de yer almıştır.

Bu raporun tesliminden sonra basın­da darülfünunun kapatılacağı yolunda haberlerin çıkması üzerine dönemin Ma­arif Vekili Reşid Galib, 9 Ekim 1932’de Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir be­yanatında bu haberleri yalanlamıştır. Bu­na rağmen hükümetin 5 Mayıs 1933 ta­rihli toplantısında, darülfünunun kapa­tılarak yerine yeni esaslara göre İstan­bul Üniversitesi’nin kurulması kararlaş­tırılmıştır. Hükümetin bu yöndeki teklifi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 31 Mayıs 1933 tarihli oturumunda da­rülfünun ve bağlı kuruluşlarının bu ta­rihten geçerli olmak üzere lağvedilmesi kararlaştırılmış, Maarif Vekâleti 1 Ağus-tos’tan itibaren İstanbul Üniversitesi’nİ kurmakla görevlendirilmiştir. Yeni üni­versitenin kadro işleriyle bizzat Reşid Galib meşgul olmuştur. Darülfünun kad­rosundan toplam olarak altmış bir öğ­retim elemanı yeni üniversite kadrosu­na alınırken seksen iki öğretim elemanı dışarıda bırakılmıştır. Bu uygulamada hangi ölçülerin esas alındığı açıkça belirtilmemekle beraber bizzat Maarif Vekili Reşid Galibin 12 Eylül 1933 tarihli Mil­liyet gazetesinde yer alan bir tebliğin­de “ilimden ziyade idealistliğin ön planda tutulduğu” belirtilmiştir. Ayrıca kad­ro dışı bırakılanlar arasında Avrupa’da öğrenim görmüş veya ihtisas yapmış, milletlerarası ilmî kuruluşlara üye olmuş, mükâfat almış, ilmî eserler telif etmiş, ülkede modern araştırma kurumlan te­sis etmiş veya bunlara katkıda bulun­muş, nihayet bir kısmı daha sonra üniver­siteye davet edilmiş olan M. Fuad Köp­rülü, Ahmet Ağaoğlu, Ismayıl Hakkı Bal-tacıoğlu, Sekip Tunç, Ö. Ferit Kam. Ah-med Refik Altınay gibi ilim adamlarının da bulunduğuna bakılırsa siyasî ve hissî sebeplerin de rol oynadığı düşünülebilir. Ma­arif Vekili Reşid Galib. İstanbul Üniversitesi’ni açış konuşmasında darülfünu­nun kapatılmasının sebeplerini açıklar­ken ağırlığı bu kurumun “siyasî, içtimaî büyük inkılâplar karşısında bîtaraf bir müşahid olarak kalmasına” veriyor, İs­tanbul Üniversitesi’nin “en esaslı vasfı­nın millîliği ve inkılâpçılığı olacağını” ifa­de ediyordu.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

İlgili Makaleler