Nedir ?

Cellat Ne Demek, Ne Demektir, Tarihçesi, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Arapça “kırbaçlamak” mânasına ge­len celd masdarından mübalağalı ism-i fail olan cellât, “kırbaçlayan, çeşitli ezi­yetler uygulayan” anlamına gelmekle birlikte daha çok ölüm cezalarını infaz edenler için kullanılmıştır. Cellâtlığın bir görev olarak ne zaman ortaya çıktığı tesbit edilememekte, ancak eski çağlardan beri var olduğu bilinmektedir. Eski Roma’da ölüm cezalarını önceleri halk ye­rine getirirken daha sonra bu iş için özel görevliler tayin edilmiştir. Avrupa ülke­lerinde infaz görevinin değişik kişiler ta­rafından ifa edildiği, meselâ Ortaçağ’larda Almanya ve Rusya’da idam kararla­rını bazan hâkimlerin uyguladığı kaynak­larda belirtilmektedir. Fransa’da XIII. yüz­yıldan itibaren “yüksek adaletin infazcısi” sıfatıyla merkezde ve eyaletlerde cel­lâtlar bulundurulur, her idam için bun­lara belirli ücretler ödenirdi.

İslâm dünyasında da ölüm cezalarının infazı için çeşitli kimseler görevlendiril­miştir. Asr-ı saadet’te ölüme mahkûm olanların bizzat Hz. Peygamber’in em­riyle boyunlarının vurulduğu bilinmek­tedir. Kettânî, Hz. Peygamber’in huzu­runda sahabeden Ali b. Ebû Tâlib. Zübeyr b. Avvâm, Mikdâd b. Amr, Muham-med b. Mesleme, Dahhâk b. Süfyân ve Âsim b. Sabit’in ölüm cezalarını yerine getirdiklerini, bunlardan bazılarının bu işi birçok defa yaptığını yazmaktadır.

Evliya Çelebi, “Esnaf-ı Cellâdân-ı Bîamân” başlığı altında bu zümreye ayırdı­ğı bölümde, cellâtların pirinin Hz. Pey­gamber’in huzurunda bir katilin başını gövdesinden ayıran Eyyûb-i Basrî oldu­ğunu söylemektedir. Ayrıca Eyyûb-i Basri’nin infazdan önce öldürülecek kişiyi yıkattığını, teselli ettiğini, kelime-i şehâdet getirttiğini, boynunu kıbleye çevir­diğini, kılıcı iki eliyle kullandığını, infaz­dan sonra ise hazır bulunanlara ruhu için Fatiha okuttuğunu ve bu olaydan ibret almalarını hatırlattığını yazarak çok yaşlı ölen Eyyûb-i Basrî için Muâviye’nin Şam’da Paşa Sarayı civarında bir türbe yaptırdığını ilâve etmektedir. İbn Ferhûn, Hz. Ali’nin Hz, Ebû Bekir ve Ömer zamanlarında da idam cezalarını yerine getirdiğini belirtmek­tedir. Daha sonraki İslâm devletlerin­de ise bu cezaları “şurtrier infaz ederdi. Selçuklular’da bu görevin genellikle candar ve emîr-i hares tara­fından yapıldığı bilinmektedir.

Osmanlı Devleti’nde cellâtlığın bir ku­ruluş olarak ne zaman ortaya çıktığı ve nereye bağlı olduğu bilinmemekle bir­likte XV. yüzyıldan itibaren infaz için cellâtların kullanıldığı anlaşılmaktadır. XVI. yüzyılda padişahın koruma hizme­tinde bulunan dilsizlerin ileri gelen dev­let adamları ve hanedan mensuplarının idamlarını infaz ettikleri ve bunların da cellât olarak adlandırıldıkları görülmek­tedir. Teşkilât­taki yerleri tam olarak belirlenemeyen cellâtların bostancıbaşı ve çavuşbaşının emri altında çalıştıkları, esas teşkilât sa­rayda olmakla birlikte taşrada da cel­lâtların bulunduğu söylenebilir. Cellât­lar subaşı, asesbaşı ve İstanbul’da muh­zır ağanın elemanı olarak da görev ya­parlardı. Sarayda cellâtbaşının emrinde birçok cellât, bunların da yamak ve şa­kirtleri bulunurdu. “Üstâdân-ı Dîvân-ı Hümâyun”, “meydân-ı siyâset ustaları”, “cemâat-i cellâdân” adlarıyla anılan cel­lâtlar Topkapı Sarayı’nda ayrı bir bölük teşkil ederlerdi. Bunların sayısı XVII, yüzyılda beş iken XVIII. yüzyılda yetmişe çıkmıştır.

Cellâtların idam hükmünü infazı, mah­kûmun statüsü ve seviyesine göre fark­lı olurdu. Padişah, valide sultan ve şeh­zadeler hanedan mensubu oldukların­dan eski Türk geleneğine göre kanları­nın yere akması uygun görülmez, yay veya kementle boğularak öldürülürler­di. İdam hükmünün tebliği ve infazında bazan bir veya birkaç devlet erkânı da hazır bulunurdu. 1622’de II. Osman’ın öldürülmesi esnasında cellâtlık görevini yapan cebecibaşı ve yardımcılarının ya­nında bizzat Veziriazam Kara Dâvud Pa­şa, meşhur cellât Kara Ali’nin kementle boğduğu Sultan İbra­him’in İdamında ise Sadrazam Sofu Meh-med Paşa, Şeyhülislâm Hoca Abdürrahim Efendi ve yeniçeri ağası hazır bu­lunmuşlardı.

Devlet erkânı ve siyasî mahkûmların cezası kendi evlerinde, hapsedildikleri yerde veya sarayda infaz edilirdi. İdam emrini alan bostancıbaşı veya çavuş gö­revli cellâtlarla birlikte giderek emri hür­metle bildirir, mahkûmun abdest alıp namaz kılmasına, son arzusunun yerine getirilmesine müsaade ederdi. Bu sevi­yedeki mahkûmlar çok defa kararı me­tanetle karşılar, hatta cellâtla latife yap­tıkları bile olurdu. 1683 Viyana bozgunundan sorumlu tutularak Belgrad’da kementle boğulan Merzifonlu Kara Mus­tafa Paşa infazdan önce namazını kılmış, vücudunun toprağa düşmesi için bulun­duğu odanın kilimlerini toplatmış ve cel­lâda sanatını maharetle icra etmesini söylemişti. Aynı şe­kilde Budin Beylerbeyi Arslan Paşa cel­lât şakirdi Tur Ali’den kabzayı sıkı tu­tup işi çabucak bitirmesini istemişti.

Saraydaki infazlar birinci avluda Bâ-büsselâm yakınında sağdaki çeşme önün­de veya Divan Meydanı’nda yapılırdı. “Cel­lât Çeşmesi” adıyla bilinen bu çeşmenin ve ibret taşının ürpertici bir şöhreti var­dı. Boyunları vurulan suçluların başları ibret için bu taş üzerine konulur, cellât­lar kullandıkları aletlerin kanlarını bu çeşmede yıkarlardı. Divan Meydanı’nda yapılan infazları padişah Kasr-ı Adl’den seyredebilirdi. Nitekim 1600’de isyan eden Hüseyin Paşa’nın idamını III. Meh-med Kasr-ı Adl’den seyretmiş, bunu far-keden mahkûm padişahtan affedilme­sini istemiş, ancak hüküm infaz edilmiş­ti. Sarayda cellâtlar tarafından yapılan infazlar hakkında duyduklarını anlatan bazı Batılılar bu arada yanlış bilgiler ver­mişlerdir.

İstanbul’da saray dışında idam hüküm­leri daha çok Yedikule Zindanı’nda infaz edilirdi. Suçlu görülen devlet adamları önce burada hapsedilir, daha sonra ça-vuşbaşı veya bostancının nezâretinde bir­kaç cellât tarafından idam hükmü yeri­ne getirilirdi. Fâtih Sultan Mehmed dev­rinin (1451-1481) ünlü veziriazamı Mahmud Paşa 1474 yılında burada idam edil­miştir. Aynı şekilde 159S’te Sadrazam Ferhad Paşa Yedikule’de hapsedildiği odada boğularak öldürülmüştür.

İdam hükmünü İstanbul dışında vilâ­yet ve kazalara ulaştıranlar bazan bera­berlerinde cellât götürür, çok defa da gittikleri yerlerde beylerbeyi veya kadı­dan cellât isterlerdi. Taşrada idam edi­len siyasî mahkûmların kesik başlan İs­tanbul’a getirilir ve Bâb-ı Hümâyun Önün­de teşhir edilirdi.

Âdi suçlardan mahkûm olanlar, sabı­kalı hırsızlar şehrin belli yerlerinde ve özellikle suç işledikleri yerde, bazan soy­dukları ev veya dükkânın kapısı önünde asılırlardı. Suçluların infazdan önce veya sonra ibret için sokaklarda gezdirilmesi yahut belli bir yerde teşhir edilmesi âdet­ti. Askerî ocaklardan idama mahkûm olanların ölüm cezalan cellâtlar tarafından değil ocak içerisinde asesbaşının nezâretinde ifa edilirdi.

İdam edilen kimselerin mücevherle­ri dışındaki eşyaları genellikle cellâtla­ra ait olurdu. Bu tür eşya biriktirilerek yılda bir iki defa pazara götürülür, “cel­lât mezadı” adıyla topluca satışa çıka­rılır, bedeli cellâtlar arasında paylaşılır­dı. 1592 sipahi ayaklanmasında öldürü­len yüzden fazla âsinin elbiseleri ara­balarla bit pazarına götürülerek cellât­lar tarafından satılmıştı[66]. Cellât mezadında bazan çok değerli şey­ler bulunur, fakat uğursuzluk getirece­ği inancıyla alıcısı az olduğundan bunlar umumiyetle değerinin çok altında fiyat­la satılırdı.

Cellâtlar idamın şekline göre farklı alet­ler kullanırlardı. Bunların başında kılıç, çeşitli kementler, kiriş, yay, balta vb. gel­mektedir. Evliya Çelebi, cellât yardımcı­larının yedişer parça alet taşıdıklarını, “hiçbirisinin yüzünde nur eseri görülme-yip çehrelerinden zehir aktığım” söyle­mektedir.

Osmanlı sarayında cellât bulundurul­ması âdeti Tanzimat dönemine kadar devam etmiş, Sultan Abdülmecid bu uy­gulamaya son vermiştir. Bundan sonra infazlar ücretle tutulan kimselere yap­tırılmıştır.

Türk toplumunda cellâtlara ve yap­tıkları işe daima menfi gözle bakılmış­tır. Ölümlerinde cesetleri normal mezar­lıklara defnedilmeyerek cellât mezarlı­ğında toprağa verilmiştir. İstanbul Eyüp’­te böyle bir mezarlık bulunmaktadır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi