Felsefe Yazıları

Cehmiye/Cehmiyye Nedir, Kurucusu, Görüşleri, Hakkında Bilgi

Cehm b. Safvân’ın (ö. 128/745-46) itikadı görüşlerinden oluşan mezhebe ve bu mezhebi benimseyenlere verilen ad.

İslâm âleminde ilk ortaya çıkan fırka­lardan biri olan Cehmiyye, Muattıla ve Cebriyye-i Hâlisa adlarıyla da anıldığı gi­bi bazılarınca zenâdıka’dan sayılmıştır. Ayrıca ilk dönemlerde kelâm ve felsefe ile meşgul olanlar için de Cehmiyye ta­biri kullanılıyor, bununla genel olarak fikir hareketlerine katılan, özel olarak da yabancı fikirlere İlgi duyan kimseler kastediliyordu. Cehmiyye’nin, kurucusu Cehm b. Safvân’dan başka önemli bir si­ması tanınmamaktadır. Bununla birlik­te İslâm dünyasında felsefî eserlerin ter­cümesinden sonra gelişen fikir muhiti içinde Bişr b. Gıyâs el-Merîsi”nin (ö. 218/ 833) Cehmiyye’nin görüşlerini savunan­lardan biri olduğu bilinmektedir. Cehmiy­ye’nin Allah’ın sıfatları, kader, irade hür­riyeti, âhiret âleminin fâni olup olmadı­ğı gibi önemli meselelerde Müşebbihe ve Mücessimeye bir tepki olarak doğdu­ğunu söylemek mümkündür. Ancak ortaya çıktığı andan itibaren bu ekolü şid­detle tenkit eden hadisçilere ve müctehid imamlara göre Cehmiyye’nin doğ­masında, Hint felsefesi kaynaklı Süme-niyye ile diğer felsefî akımların yanı sı­ra İslâm akidesini bozmaya çalışan yahudi ve hıristiyanların da tesiri olmuş­tur.

Cehmiyye’ye ait görüşler sadece tabakat kitapları ile mezhepler tarihi ala­nındaki kitaplarda ve muhaliflerinin ten­kit maksadıyla yazdığı eserlerde yer al­maktadır. Ayrıntıya dair bilgilerle değer­lendirmelerde kaynakların tamamen ta­rafsız olduğu söylenemezse de mezhe­bin temel görüşleri hakkında verilen bil­gilerin doğruluğundan şüphe edilmesi için hiçbir sebep yoktur. Müteşâbihatın te’viline ilk defa başvuran Cehmiyye akıl­la naklin çelişebileceğini iddia etmiş ve naklin akılla te’vil edilmesi gerektiğini savunmuştur. Cehmiyye, bazı durumlar­da aklın nassın zahiri mânasını terketmeyi gerektiren kuvvetli bir bilgi kay­nağı olduğunu kabul eder. Ebü’l-Hüseyin el-Malatî, bu ilkeden hareket eden Cehmiyye’ye ait itikadı görüşleri benimseyenlerin sekiz sınıf teşkil ettiğini söy­lemektedir.

Cehmiyye’nin görüşlerini şöylece özet­lemek mümkündür:

1- Varlığı ancak akıl yoluyla idrak edilebilen Allah, benzeri bulunmayan, duyu organlarıyla ihata edi­lemeyen, ulûhiyyetiyle göklerde ve yer­de mevcut olan yüce bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, yaratıklara nisbet edilen alîm, hay, semî basîr gibi hiçbir sıfatla nitelendi­rilemez. Böyle bir tavsif teşbihe yol aça­bileceği gibi araz olan sıfatların zât-ı ilâ-hiyyeye nisbeti, O’nun hadis varlıklara mahal teşkil etmesi neticesini doğurur. Ancak Allah’a kadir, halik ve fail dene­bilir. Çünkü yaratıkların hiçbirinde bu vasıflar yoktur. Allah’ı arş gibi belli bir mekâna veya cihete nisbet etmek müm­kün değildir; zira O daima kullarıyla be­raberdir. Nitekim, “Allah’ın göklerde ve yerde olanları bildiğini görmez misin! Üç kişi gizli konuşmaz ki dördüncüsü Allah olmasın: beş kişi gizil konuşmaz ki altıncısı Allah olmasın. Bundan daha az olsun veya daha çok olsun, nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah onların yanındadır”(Mücâdile 58/7) mealin­deki âyet bunun açık bir delilidir. İsti­va âyetinin asıl mânası ise Allah’ın ar­şa hâkim olmasıdır. Her yerde mevcut olan sınırsız varlığın bir yere inmesinden de (nüzul) elbette söz edilemez. Kur’an ve hadislerde Allah hakkında geçen “yed”. “vech”, “hicâb” vb. tabirlerin zahirî mâ­nalarında alınmayıp akılla te’vil edilme­leri gerekir. Zihinde canlanan bütün şe­killerden münezzeh bulunduğu için Al­lah’a “şey” de denemez.

2- Allah’ın ilmi hadistir; bu sebeple bir varlığı yaratma­dan önce onun hakkında bilgi sahibi de­ğildir, çünkü ma’dûm’u bilmek İmkân­sızdır. “Şey”, varlık sahasına çıkmış ci­sim anlamına geldiğine göre henüz mev­cut olmayana “şey” denemez, dolayısıy­la ma’dûm bilgiye konu teşkil edemez. Cenâb-ı Hak önce bilip sonra yaratmış olsaydı bilgisinde değişiklik olması ge­rekirdi. Zira bir şeyi “yaratacağını” bil-mesiyle “yarattığını” bilmesi arasında mahiyet bakımından fark vardır. Bu iki bilginin ilkinden ikincisine geçişte bir de­ğişiklik söz konusudur, değişiklik ise ya­ratılmış varlıklar için düşünülebilir. Eğer Allah’ın, varlığı yaratmadan önceki bil­gisiyle yarattıktan sonraki bilgisi aynı kalmışsa yarattığını bilmiyor demektir. Bu deliller Allah’ın bilgisinin hadis oldu­ğu ihtimalini güçlendirmektedir. Bu durum karşısında ilâhî bilginin herhangi bir mahalde bulunmaksızın var olduğu­nu kabul etmek gerekir. Aksi bir görüş, Allah’ın zâtının yaratılmışlara mahal teş­kil ettiği düşüncesine yol açar ki bu im­kânsızdır. İlim sıfatı ezelî farzedilecek olursa bu ilim ya Allah’ın aynı veya gay­rı olur. Gayrı İse ezeliyette ona şerik ta­nınmış olur ki bu küfürdür; eğer ilim sıfatı Allah’ın aynı ise bu da “Allah ilim­den ibarettir” sonucunu doğurur ki böy­le bir düşünce inkârla aynı anlama ge­lir. Cehmiyye, “Sizi deneyeceğiz, ta ki gayret gösterenlerinizi ve sabredenleri­nizi bilelim”(Muhammed 47/31) âyetindeki “bilelim” ifadesini Allah’ın bilgisi­nin sonradan olduğuna delil saymıştır.

3- Kelâm sıfatının Allah’a nisbet edilme­si mümkün değildir. O ezelde ve şu an­da konuşmadığı gibi gelecekte de konuş­maz. Çünkü konuşma bir organa ihtiyaç gösterir. Allah’ın Mûsâ ile konuşması, herhangi bir varlıkta ses yaratması ve bu sesi Hz. Musa’nın kulağına ulaştırma­sı şeklinde olmuştur. Bu mânada hadis bir kelâmın O’na nisbeti ise caizdir. Ceh-miyye’nin Ehl-i sünnet’e ters düşen gö­rüşlerinden biri de Kur’an’ın yaratılmış olduğu iddiasıdır. Onlara göre akıl ve nakil Kur’an’ın yaratılmış olduğunu gös­termektedir. Nitekim, “Biz onu Arapça yaptık”(Zuhruf 43/3) mealindeki âyet­te yer alan “biz onu yaptık” iba­resi “biz onu yarattık” anlamına gelmektedir. Aynca Kur’an bir “şey’dir; “her şey”in yaratılmış olduğu ise âyetle sabittir(En am 6/102). Aklî bir de­lil olarak da şöyle düşünmek mümkün­dür: Kur’an Allah’ın kendisi mi, yoksa O’ndan başka bir “şey” midir? Şüphe yok ki “Kur’an Allah’tır” demek küfrü gerek­tirir. Şu halde Kur’an Allah’tan başka bir “şey’dir. Allah’ın bir fiili olduğu için aynı zamanda bir cisimdir, dolayısıyla yara­tılmıştır.

4- Allah’ın dünyada ve âhirette görülmesi mümkün değildir, sadece fi­illeri görülebilir. “Gözler O’nu idrak edemez”(En’âm 6/103) mealindeki âyet Allah’ın görülemeyeceğini, “Rabbine bak­madın mı. gölgeyi nasıl uzatmış!”(Furkân 25/45) mealindeki âyet ise fiille­rinin görülebileceğini ifade etmektedir. Ayrıca rü’yet âyetinden(Kıyâme 75/ 22) kastedilen de Allah’ın fiilleridir. Al­lah’ın görülmesi aklen de mümkün de­ğildir. Zira görme bir mesafeyi gerekti­rir, halbuki O’nunla yaratıkları arasında herhangi bir mesafe söz konusu değildir.

5- Kâinatta yegâne “fail” ve “mürîd” Allah’tır; insan da dahil olmak üzere bü­tün varlıklarda cereyan eden fiillerin ya­ratıcısı O’dur. Şu halde gerçek anlamda insana has bir irade hürriyetinden söz etmek mümkün değildir. Cansız varlık­larda olduğu gibi insanın fiilleri de sa­dece mecazi mânada O’na nisbet edile­bilir. İnsana irade ve istitâat adını taşı­yan bir güç verilmişse de bu, iradesi dı­şında kendisine verilmiş olan fizyolojik vasıfları gibi zaruret kanunlarına tâbi­dir.

6- İnsanın amellerini yazan özel me­lekleri yoktur; ruhu bedenden ayıran da ölüm meleği değildir. Kabir azabı, sorgu melekleri, mîzan. sırat, şefaat yok­tur. Cennet ve cehennem henüz yaratıl­mamıştır. Bunlar âhirette yaratıldıktan ve her birinin ehli içinde uzun müddet kaldıktan sonra diğer bütün varlıklarla birlikte yok olacaktır. Çünkü hiçbir ha­reket ezelî ve ebedî olamaz. Ezele doğ­ru gidilince sonlu olan varlığın ebed is­tikametinde de sonlu olması gerekir. “Rabbinin dilemesi müstesna, yer ve gök­ler devam ettiği müddetçe orada ebedî olarak kalacaklardır”(Hûd 11/107-108) mealindeki âyette geçen şart ve istisna bunu göstermektedir. Şart ve istisna­nın zikredilmediği “tahlîd” âyetlerinden(mesela, Bakara 2/25, 39) kastedi­len mâna ise uzun süre kalmadır. Ayrı­ca Allah’ın “âhir” isminin tecelli etmesi için de bütün varlıkların yok olması ge­rekir.

7- İman Allah, peygamber ve on­dan gelen bütün haberler konusunda kişide kesin bir bilginin meydana gel­mesi, inkâr ise bu bilginin teşekkül et­memesidir. Böyle bir bilgi ancak akılla elde edilebilir. Kalbin tasdiki zihnin ka­rar vermesinden başka bir şey değildir. Marifetin dışında kalan dil ile ikrar, or­ganlarla amel imandan değildir. Takıyye düşüncesiyle olmasa bile dil ile in­kâr kişiyi küfre götürmez, çünkü bilgi İnkârla ortadan kalkmaz. İmanın mahi­yeti değişmediğine göre derece itibariy­le iman ehli arasında bir farklılık yok­tur.

İslâm düşünce tarihinde naslan ilk de­fa serbest bir akılcılıkla yorumlamaya çalışan bu grubun yukarıdaki görüşle­ri, özellikle Mu’tezile’nin Ahmed b. Hanbel’e karşı elde ettiği fikrî üstünlük dö­neminde şöhret bulmuş, hicrî IV. yüz­yılın başlarına kadar Tirmiz, Nihâvend ve Horasan bölgelerinde yayılmıştır. Bu fırka, mensuplarının  bir kısmının zaman içinde Eş’ariyye’ye katılmasıyla da­ğılmıştır.

Cehmiyye’nin, Allah’ı tenzih maksadıy­la da olsa nasların ifade ettiği mânala­rı aşacak derecede te’vile gitmesi, dinî konularda tek başına yeterli olmayan aklı nassa tercih etmesi ve dolayısıyla Hz. Peygamber devrinden itibaren akaid sahasında devam eden saflık ve muha­fazakârlığı bozması, özellikle sünnete bağlı Selef âlimleri arasında şiddetli tep­kilere yol açmış, hatta İslâm fırkaları dı­şında sayılmasına sebep olmuştur. Bu tepkiye daha sonra Ehl-i sünnet kelâm-cıları, Mu’tezile ve Şîa’ya bağlı âlimler de katılmıştır. Bununla beraber Cenâb-ı Hakk’ın yaratılanlara benzemekten ten­zihi ve müteşâbihatın te’vili konuların­da Ehl-i sünnet kelâmcılanna; mârifetullahın aklen vücübu konusunda Mâtürîdiyye’ye; sıfâtullahın nefyi (ta’tîP) ile rü’yctullah. kabir azabı, şefaat, mîzan ve sıratın inkârı konularında Mu’tezile’-ye; cennet ve cehennemin ebedî olma­dığı görüşünde Ebü’I-Hüzeyl el-Aİlâf’a ve iman anlayışında Mürcie’ye tesir et­tiği, en azından Cehmiyye ile bu gruplar arasında fikrî bir paralelliğin bulundu­ğu kabul edilmektedir. Esasen Malatrnin Cehmiyye’yi sekiz sınıfa ayırmasın­dan ve mezhebin itikadî sistemini bu gruplara yaymasından da anlaşılacağı gibi Cehmiyye. kökleşmiş bir itikadî mez­hep olmaktan çok hür bir akılcılıkla iman esaslarını yorumlama çığınnı açan ve çe­şitli ekollere tesir eden bir akımdır. Ceh­miyye mezhebini benimseyen belli başlı âlimlerin olmayışı da bunu göstermek­tedir.

Cehmiyye’nin görüşleri çeşitli akaid ve kelâm kitaplarında ele alınıp tenkide tâbi tutulduğu gibi müstakil kitaplarda da incelenip reddedilmiştir. Ahmed b. Hanbel’in er-Red ‘ale’z-zenâdıka ve’l-Cehmiyye’sl İbn Kuteybe’nin eî-îhtilâf fi’î-iaîz ve’r-red ‘ale’l-Cehmiyye ve’l-Müşebbihe’si, Ebû Saîd ed-Dârimrnİn er-Red “ale’l-Cehmiyye ile er-Red Cale’l-Merîsî’si, İbn Ebû Hatim er-RâzFnin er-Red Cale’l-Cehmiyye’si, İbn Kayyim el-Cevziyye’nin İçtimâ u’l-cüyûşi’l-İslâ-miyye calâ ğazvi’l-Mu’attıia ve’l-Ceh-miyye’si ve Cemâ-leddin el-Kâsımî’nin Târihu’l-Cehmiy­ye ve’l-Mu’tezile’si bunlardan bazılarıdır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

İlgili Makaleler