Edebiyat

Cavidname Kitabı, Bölümleri, Konusu, Özeti, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Câvîdname, Muhammed Ikbal’in (ö. 1938) felsefî-tasavvufî mahiyetteki Farsça manzum eseri.

Aruzun reme! bahriyle yazılmış 1965 beyittik bir mesnevi olan Câvîdname (ezelîlik kitabı), müellifinin deyimiyle “mi’ra-an bir çeşit felsefesi” mahiyetindedir. Bu felsefenin gerisinde ise İslâm inancı­nın evrenselliği yatar. İkbal kitabın son bölümünde adı Câvid olan oğluna seslen­mekte, eseri ona ithaf etmekte ve onun şahsında sonsuza doğru akıp giden İs­lâm gençliğine bu dinin ezelî mesajını duyurmak istemektedir.

Câvîdnâme, gerçek peşinde koşan maneviyat yolcusunun bir tür mi’racını terennüm etmektedir. Bu yolcu sema­ları dolaşan “zerre”dir. Fakat onun kal­bi çeşitli duygu, düşünce ve tasalarla ya­nıp tutuşmaktadır. O, “gönlünü kimse­ye kaptırmamış olan hür” insandır. Şüp­hesiz ki yolcu İkbal’in kendisidir. Onu Çemâleddîn-i Efgâni’ye takdim eden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir.

Câvîdnâme’nin ana “senaryosu’nu İkbal’in bizzat kendisi özet halinde bir hay­ranına yazdırmıştır. Eser klasik edebî geleneğe bağlı olarak bir münâcât ile başlar. Bunu altı feleğe yapılan yolculuk takip eder ve kitap felekler ötesi âlem-ele karşılaşılan olayların tasviriyle son fculur.

Münâcât esere -ve yolculuğa- bir baş­langıçtır. Vakit akşamdır; şair deniz ke­narında Mevlânâ’dan beyitler okumak­tadır. Sonunda gerçek rehber Mevlânâ ‘mâna âleminde kendini gösterir. Şair böyök bir edep içinde mürşidi soru yağ­muruna tutar. Bunların bir kısmı mi’ra-on esrarı İle ilgilidir. Asıl öğrenmek is-ıtediğl de insan ruhunun zaman ve me­kânın ötesine nasıl geçebildiğidir. Bura­da zaman – mekân kavramları Zarvan (Zurvan) adı altında kişi leştir i İmi ştir. Zar­van (eski İran’da zaman ilâhı) şaire zaman-jmekân kaydından kurtulmanın şart olduğunu anlatır. Bir müddet sonra şair. Mevlânâ’nın refakatinde göklere doğru yükselmeye başlar. Bu yolculuk esnasın-da sırasıyla şu feleklerden geçilir:

1- Ay feleği. Manevî yolculuğun bu ilk yasamağında bir Hint arifi olan Cihan Itost İle karşılaşılır. Tefekkür ve teem­mül üzere olan Cihan Dost, Mevlânâ’dan yeni gelenin kim olduğunu öğrenip onun­la tanıştıktan sonra şaire çeşitli sorular sorar. Maksat onun ruhanî tekâmül se­viyesini ölçmektir. Şair bu mülakattan basan ile çıkar. Daha sonra adı Yarga-mîd olan “tavasın deresi”ne ulaşılır. Bu­rada Buda. Zerdüşt, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in “tâsînler”iyle, yani bu kişile­ri ve onların İnsanlığa getirdiklerini öz­lü biçimde anlatan “levhalarla karşıla­şılır. İkbal bu levhaları tasvir etmekte, onların arasında karşılaştırmalar yap­maktadır. Bu dört büyük levha ile dört büyük sima. dört büyük medeniyetin temsilcileri durumundadır. İkbal gerek burada gerekse daha sonraki bölümler­de adı geçen medeniyetleri ciddi bir eleş­tiriye tâbi tutarak manevî yolculuğuna devam eder.

2- Utârid (Merkür) feleği. Burada bir yandan Cemâleddîn-i Efgânî, Said Ha­lim Paşa gibi İslâm dünyasının ünlü fi­kir ve aksiyon adamlarıyla, bir yandan da Cüneyd-i Bağdadî, Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyük sûfîlerle karşılaşılır. Bu du­rum İkbale İslâm medeniyetini bir süz­geçten geçirme fırsatı verir. Efgânî Rus halkına bir mesaj gönderir ve emperya­lizmin gayri insanî yönlerini gördüğü için Marks’ı över; ancak “meteksiz bir pey­gamber” (dinsiz ve ateist) olduğu için de onu yerer. Said Halim Paşa ile konuşu­lacak en önemli konu, İslâm’ın Batı dün­yasına doğru hızla koşmasının ortaya çı­kardığı problemlerdir. Özellikle hızla Ba­tıcı bir yol takip eden Türk toplumunun bir temsilcisini orada bulmak şair için son derece önemli bir hadisedir.

İkbal bu âlemden itibaren artık Mev-lânâ’nın kendisine verdiği “Zinderûd” (ya­şayan ırmak) adıyla bilinecektir[49]. Irmak sembolü Goethe’nin “Mahomets Gesang” (Muhammed’İn nağmeleri) adlı şi­irinde de kullanılmıştır. Orada Hz. Pey­gamber bu pınardan çıkan ve daha son­ra bütün öteki akarsulan sinesinde top­layarak ilâhî ummana ulaşan ırmağa benzetilmiştir. Irmak sembolü aynı an­lamda İslâm literatüründe de kullanıl­mıştır.

3- Zühre (Venüs) feleği. Burası eski İran tanrısı Marduh ve Araplar’ın tanrısı Baal gibi putların diyarıdır. Zulmün büyük temsilcileri firavunlar, Lord Kitchener’ler de[50] burada ikamet etmektedir­ler. Putlar memnundurlar, çünkü insan­lar yeniden “görünen”e tapmaya başla­mışlardır. Firavunların, yani kudret sar­hoşu olup gaybı hesaba katmayanların sayısında da bir artış vardır. Bu âlemde hâkim olan zihniyet, “Fesat çıkar, böl ve hâkim ol” zihniyetidir. Şair burada İslâm dünyasının böyle bir siyasete mâruz kal­dığını belirtir ve ırkçılık, maddî gelişme, makam ve şöhret gibi “putlar” uğruna muhteşem iman ve ahlâk binasının fe­da edilmekte olduğundan yakınır.

4- Merih (Mars) feleği. İkbal manevî yol­culuğunun bu safhasında, bugün Batı âleminde görülen teknoloji ağırlıklı me­deniyetten çok üstün bir medeniyetle karşılaşır. Buranın sakinleri henüz ruh­larını  bedenlerine satmamışlardır.  Fa­kat onların da başlarında büyük bir be­lâ vardır. Şeytan (Farmarz) İngiltere’den bir kadın kaçırmış ve “siyaset” adı altın­da ne kadar hile ve kurnazlık varsa hep­sini ona öğretmiştir. Kadın peygamber­lik iddiasındadır. Ona göre dünyaya ka­dın hâkim olmadıkça, hatta erkeklerin dünyaya gelmesi önlenmedikçe huzur ol­mayacaktır. “İki vücudun birleşmesinden kurtulmak kadının tevhidi” olacaktır[51]. Mevlânâ burada Zinderûd’a şöyle der: “Bu yeni âyinli asrın mezhe­bine bak; dinsizlik terbiyesinin mahsu­lünü gör”[52]. Câvîdnöme’nin bu kısmında aslında faydalı olan bilim ve teknolojinin kurnaz ve hilekâr siya­set yüzünden yıkıcı hale sokulduğu an­latılır ve özellikle Mevlânâ’nın diliyle Ba­tı medeniyeti derin bir tahlil ve tenkit­ten geçirilir.

5- Müşteri (Jüpiter) feleği. Şair burada Hallâc, “Gâlib” mahlasıyla tanınan Türk asıllı İranlı şair Mirza Eseduliah Han ve 18S2’de İran’da idam edilen Kurretülayn Tâhire gibi büyük sûfî ve şairlerle karşı­laşır. Gâlib ile şiir üstüne konuşulur. Hal­lâc, ayağının altında ateş bulunan âşık­ların önderidir. Onlara cennette emin bir yer teklif edilmiş, fakat onlar kâinatın sonsuzluğu içinde daimî bir hareket ha­lini tercih etmişlerdir. Allah’ın âyetleri­nin sonsuz olduğu bir âlemde âşık bir yerde nasıl kapanıp kalabilir! Bu arada şeytanla karşılaşılır; onun da derdi, bü­yük bir kolaylıkla zafer üstüne zafer ka­zanmanın getirdiği  bıkkınlıktır.  İnsan­lar artık onu yormamakta, her istediği­ni yapmaktadırlar. Şeytan derdini şöyle anlatır: “Boynumu bükecek yiğit istiyo­rum; her emrimi yerine getiren kullar­dan bıktım”. İkbal’in bu âlemi anlatırken işlediği tema, acı çekmenin benliğin id­rak ve takviyesi üzerindeki derin etkile­ridir.

6- Zühal (Satürn) feleği. Cehennemin bile kabul etmediği hainler ve sefiller bu felekte dolaşmaktadırlar. Bunlar ara­sında önde gelen iki kişi Mîr Sâdık ve Mîr Cafer’dir. Her ikisi de düşmanla iş birliği yapmış, vatanlarına ihanet etmiş­lerdir. Daha sonra Hindistan’ın ruhu ile karşılaşılır. İkbal burada Hint cemiyetini öne sürerek bütün Doğu topluluklarının mazilerine körü körüne bağlılıklarını ten­kit eder. Katı gelenekçilik fanuslarında-ki alevi söndürmüş ve onlara “eski ör­neklerden bir hapishane yapmıştır”[53]. Onlar kendi sırlarını (imkân ve kabiliyetlerini) unuttukları için artık ken­di sazlarını çalama maktadırlar. “Sabır ve cebir* onlann hayat felsefesi olmuştur.

Felekler ötesi. Burada karşılaşılan en önemli sima, kalbi mümin kafası kâfir olan Alman filozofu Nietzsche’dir. O “da­rağacı olmayan Hallâc’dır[54]. Bu filozof her şeyi akılla ölçen, aşkı ka­pıdan içeri sokmak istemeyen, dini bile bir törenden ibaret sayan Avrupa’nın ka­fasına tokmak indirdi. Ne yazık ki İk-bal’e göre kendisi de “lâ”da kaldı ve “il-lâ”yı söyleyip tevhide varamadı. Bu onun “abdühû” makamını bilmemesinden ile­ri geliyordu.

Daha sonra cennet-i fırdevse hareket edilir. Şair burada mâna âleminin uzun bir tasvirini yapar; akıl (kıyas) ile kalbi (derıınî tecrübe) karşılaştırır. Bu arada Şe-refünnisâ’nın (Keşmir halkının manevî ön­deri ve’Lahor Valisi Abdüssamed Han’ın kızı) sarayına gidilir ve orada Keşmir’in dertleri dile getirilir. Kılıç (maddî güç) ve Kur’an’ın birlikte bulunmasının şart ol­duğu ifade edilir. Burada ayrıca Ali He-medânî. Molla Tâhir Ganî, Nâdir Şah ve Tîpû Sultan’la da sohbet edilir. Özellikle devlet adamlarıyla yapılan konuşmalar­da Türkler, İranlılar ve Araplar’ın Batı medeniyetinin cazibesine kapılmalarının tehlikelerine işaret edilir. İkbal çok meş­hur olan şu beytini burada söyler: “Da­ha çabuk ol, vuruşun daha sert olsun; yoksa iki cihanda bedbaht olursun”. Huriler Zinderûd’dan bir süre kendileriyle kalmasını rica ederler. Ateş ve şiir sahibi Zİnderûd kalamayacağını söyler; çünkü o âşıktır ve âşık “ibn se-bîTdir (gezgin). Nihayet huzura doğru yolculuk başlar. Cebrail mi’racın son hal­kasında Hz. Peygamber’i nasıl yalnız bı-raktıysa Mevlânâ da Zinderûd’u yalnız bırakır. İnsan ilâhî huzura tek başına git­mek durumundadır. Burada cemâl’in nidasını duyar. Kendisine ilâhî tecellî, Al­lah-insan ilişkisi, insanın nasıl bir varlık olması gerektiği hususunda bilgiler ve­rilir. Sonra celâl’in tecellisine nail olur.

İkbalin iman, ahlâk, aşk ve kudrete da­yanan “ene” felsefesinin bir özeti eserin bu son kısmında yer alır.

Göklere yolculuk çok eski zamanlar­dan beri çeşitli kültürlerde edebî bir te­ma olarak kullanılmıştır. Zerdüşt geleneğinin Arda Vira/nâme’si, Arda Virafın Ahura Mazda’nın huzuruna kadar ulaş­tığı bir seyahati anlatır. Benzer eserler eski Çin, Mısır ve Yunan kültürlerinde de vardır. İslâm’daki miraç motifinin, çe­şitli müslüman müelliflerin bu konuda­ki eserleri yanında, Ebü’l-Alâ el-Maarrî ve İbnü’l-Arabfnin eserleri vasıtasıyla bu alanın en ünlü eserlerinden biri olan Dante’nin İlâhî Komedya”sına ilham kaynağı olduğu Asin Palacios ve Enrica Cerulli gibi araştırmacılar tarafından is­patlanmıştır. Goethe’nin Faust’u da bu alanın önemli eserlerinden sayılır. Câvîdnâme, bu geleneğin son ve yüksek örneklerinden biri olup göklere yükseliş, çeşitli gezegenlerde veya gök tabakala­rında iyi ve kötü ruhlarla, şeytan ve me­leklerle karşılaşıp konuşma, cennet, ce­hennem, ilâhî huzura ve en yüksek mut­luluk ülkesine kavuşma gibi türün baş­lıca ortak konulan bu eserde de vardır. Ayrıca Câvîdnâme ile İlâhî Komedya arasında meselâ Utârid, Merih, Müşteri ile ilgili müşahedelerde, yine Câvîdnâ­me ile Faust arasında özellikle Allah-İblîs diyaloguyla ilgili ifadelerde benzer­likler görülmektedir. Ancak bunlar söz konusu edebî türün geleneksel üslûbu olup Câvîdnâme”nin orijinalitesini ze­delemez.

İslâm dünyasında Farsça olarak yazıl­mış manzum eserler zincirinin çok önem­li bir halkasını oluşturan Câvîdnâme, Muhammed İkbalin şiir hayatının bir şaheseri sayılır. Eser neşredildiği zaman, İkbal daha önce kaleme al­dığı Esrâr-ı Hodî, Rumûz-ı Bîhodî, Peydm-J Meşnk, Zebûr-ı ‘Acem gibi şiir kitapları ve The Reconstruction of Religious Thought in islam gibi nesirleriyle bir mütefekkir-şair olarak ününün doruğundaydı. Ge­rek bu Farsça eserlerde, gerekse Urdu­ca yazılmış başka eserlerindeki duygu ve düşüncelerin önemli bir kısmı. Câvîdnâme’öe parlak bir dil ve tefekkür seviyesiyle tekrar ortaya konmuştur.

Câvîdnâme ilk defa Lahor’da 1932’de basılmış, sonraki yıllarda da birçok baskısı yapılmış ve İkbal’in öteki eserle­ri gibi başlıca dünya dillerine tercüme edilmiştir. Bunlardan Alessandro Bausani’nin yaptığı İtalyanca tercüme II Poema Celeste, Annemarie Schimmel’in hazırladığı Almanca tercüme Das Buch der Ewigkeit, yine Schimmel’in yaptığı açıklamalı Türkçe tercüme Câvîdnâme adlarıyla yayımlanmıştır. Eserin Fransız­ca tercümesi Le Livre de l’Eternite adıyla Muhammed Mukri ve Eva Meyerovitch tarafından yapılmıştır. Mahmud Ahmed’in İngilizce manzum tercümesi Pilgrimage of Eternity, A. J. Arberry’nin yaptı­ğı tercüme Javid Nama başlığını taşır. İn’âmullah Han Nasır ve Asgar Hüseyin Han Nâzir’in birlikte ha­zırladıkları Urduca manzum tercümeyi çeşitli Hint dillerinde daha başka manzum ve mensur tercümeler takip etmiştir. Muhammed Saîd Cemâleddin, 1972de Kahire Aynişems Üni­versitesi Edebiyat Fakültesi’nde hazırla­dığı doktora tezi içinde Câvîdnâme’nin Arapça tercümesini de yapmış ve bu ter­cümeyi daha sonra Risâleta’l-hulûd ev Câvîdnâme adıyla yayımlamıştır, Hüseyin Mücîb el-Mısrîde ese­ri manzum olarak Arapça’ya çevirmiş ve Fi’s-Semâ3 başlığıyla neşretmiştir.

Diyanet İslam Ansiklopedisi