Tarihi Eserler

Çağlayan Kasrı Tarihçesi, Mimari, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Çağlayan Kasrı, İstanbul Kâğıthane deresi kıyısında Sâdâbâd’da XIX. yüzyıla ait kasır.

Sultan III. Ahmed devrinde (1703-1730) Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın Kâğıthane deresi kıyısında inşa ettirdiği Sâdâbâd Sarayı’nın yerinde kurulmuştur. Ünlü şair Nedim’in şiirlerin­de güzelliğini Övdüğü dere, kıyılar ve bu­radaki saray 1730’da Patrona İsyanı sı­rasında tahribe uğramış, fakat yıktırıl­mam işti. Ayaklanma bastırıldıktan son­ra Sâdâbâd Sarayı tamir edilerek daha bir yüzyıl kadar kullanılmıştır. Sultan II. Mahmud artık eskimiş olan, ayrıca zev­kine de uygun bulmadığı bu ahşap sa­rayı yıktırarak yerinde “yeni resim üze­rine” daha değişik bir saray yapılmasını istemişti. Dere üzerinde kazıklara otu­ran çıkmalara sahip ikinci Sâdâbâd Sarayı’nın inşasına 1224’te (1809) başlan­mış, yapı 1229 Rebîülâhirinde tamamlanmıştır. Bu sarayın mimarı Balyan ailesinden Kirkor Kalfa­dır. Ancak Sultan Abdülmecid sarayı pek sevmemiş olacak ki buraya hemen he­men hiç gelmemiştir. Bu sebeple bakım­sız kalan ikinci Sâdâbâd Sarayı da harap olmuştur.

Tahta çıktıktan sonra Sultan Abdülaziz’in isteği üzerine Mimar Sarkis Bal­yan tarafından Sâdâbâd Sarayı’nın yerinde üçüncü bir saray inşa edilmiştir ki bu bina Çağlayan Kasrı olarak tanınır. Abdülaziz tahta geçtiğinde baba Gara­bet Amira Balyan hassa miman bulun­duğuna göre sarayın yeniden inşası ba­basının nezâreti altında oğluna havale edilmiş olmalıdır. Sarkis genellikle kar­deşi Agop ile birlikte çalışmıştır. Padi­şahın tahta çıkışının hemen arkasından Sultan Mahmud Kasn yıktırılarak tama­men Batı Avrupa saraylarının mimari ba­kımdan benzeri olan Çağlayan Kasrı ya­pılmış. 1279’dan (1862-63) 1282″ye (1865-66) kadar içinin döşenmesi sürmüştür.

Yeni Çağlayan Kasrı yapılırken yine de­re kıyısında çayırda eski İmrahor (Mîrâhur) Kasrı’nın yenilenmesi uygun görülerek bu da Avrupa mimarisi üslûbunda yapılmıştır. Kâğıthane mesiresinin son canlılık döneminde Abdülaziz in sık sık Çağlayan’a geldiği bilinmektedir. II. Abdülhamid de şehzadeliği yıllarında Mas­lak ve Çağlayan kasırlarında kalıyordu. Padişah olduktan sonra Yıldız Sarayı’nda yaşamayı tercih etmişse de arada Çağ­layan’a gitmeyi ihmal etmemiş, salta­natının ilk yıllarında cuma selâmlığından çıkışında Kâğıthane’ye uğramaya özen göstermiştir. Bu sebeple burada bazı köşkler yaptırdığı gibi orduya alınan ye­ni tip tüfekleri denemek için bir de atış poligonu kurdurarak bunun önüne pa­dişaha mahsus olmak üzere Poligon Kasrı’nı inşa ettirmiştir. Poligon, Çağlayan Kasnnın biraz aşağısında derenin sol tarafında bulunuyordu.

Tamamen Avrupa üslûbunda iki katlı bir yapı olan Çağlayan Kasn, bilindiğine göre. yapıldıktan bir süre sonra kışın ta­şan derenin suları altında kaldığından 1 m. kadar yükseltilmiştir. Sonraları bu­raya Çağlayan Kasn denilmesine rağmen o devirde hâlâ Sâdâbâd Kasr-ı Hümâyu­nu olarak anılıyor ve padişahın sadece günü birlik gelip kaldığı “biniş kasn”n-dan çok “sayfiye sarayı” mahiyetinde bulunuyordu. Zaten mimarisi de onun kasırdan ziyade bir saray olduğunu gös­termekteydi. 14 Zilhicce 1279 tarihli bir masraf defteri, buranın bütün dairelerinin döşenmesinin hayli uzun sürdüğünü ve bunun için büyük para harcandığını gösterir. Topkapı Sa­rayı Arşivi’ndeki çeşitli vesikalarda alı­nan eşyanın listesi ve ödenen paranın miktan kaydedilmiştir. Nitekim 1281 (1864-65) tarihli bir yazıda. “Sâdâbâd Kasn İle civarındaki Yeni Kasır ve Kâğıt­hane’de şehzadeler dairelerinin ve Kasr-ı Hümâyun’da valide sultan, başkadınefendi, Şehzade Burhâneddin Efendi, Şeh­zade Abdülhamid Efendi vesair dairele­rin tefrişi için” alınan eşya ve mefruşat ile bunun masrafı ayrıntılı olarak kay­dedilmiştir. Masraf defterleri, döşenme işlerinin 1282 (1866) yılına kadar sürdü­ğünü gösterir. Bu belgelerden, aynı za­manda sarayda valide sultan ve şehza­delerden başka padişah zevcelerinin, çe­şitli saray hademeleriyle harem müstah­deminin daire ve odaları bulunduğu da anlaşılmaktadır. Sultan II. Abdülhamid döneminde 1306’da (1888-89) kasır yeniden elden geçirilerek dışı boyanmış­tır. Fakat II. Meşrutiyet’ten sonra bina tekrar ihmal edilmiş. Sultan Reşad an­cak bir defa buraya gelebilmiştir. I. Dünya Harbi’nİ takip eden mütareke yılla­rında. Fransızlar 19 Kânunusâni 1335’te bir general ile 400 suba­yın oturması için bazı sarayları istediklerinde Beylerbeyi Sarayını kurtarmak için Validebağı Köşkü ile Çağlayan Kasrı teklif edilmiştir. Fakat Fransızlar bu tek­lifi olumlu karşılamamışlardır. Kasır iş­gal yıllarında yetim kız çocukları için yurt yapılmış ve 1923 yılına kadar bu iş için kullanılmıştır.

Çağlayan Kasrı bundan sonra kendi haline terkedilmiş, bu arada büyük pa­ralar harcanarak yapılan döşeme ve eş­yası tamamen boşaltılmıştır. Bir bekçi­nin nezaretinde kalan Çağlayan Kasrı bu bakımsızlık yıllarında tabiat şartların­dan zarar görmeye başlamıştır. İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni 1930-lardan itibaren, çok az bir harcama ile kurtarılması mümkün olan Çağlayan Kasrı’nın ele alınması için bir lâyiha ile bir­likte proje ve keşif hazırlatarak ilgili ma­kamlara göndermiş, 31 Mart 1934 ta­rihli yazıyla binanın korunmasını iste­miştir. İstanbul Belediyesinin bu konu ile ilgilenmemesi üzerine encümen, “bu tarihî mamureden bir eser kalmayaca­ğı” düşüncesiyle kurtarılması için son bir gayret göstermiştir. Bunun netice­sinde Maarif Vekâleti’nin 15 Mart 1940 tarihli yazı ile yapılmasını istediği yeni inceleme sürerken aynı bakanlığın 5 Mart 1940 tarihli yazısı ile Maliye Vekâleti tarafından kasır, çocukları koruma yurdu yapılmak üzere İstanbul Belediyesi’ne devredilmiştir. Halbuki kasnn kurtarıl­ması için Millî Emlâk Müdürlüğü 25 Ha­ziran 1941’de bir keşif yaptırmış ve bi­nanın 35.000 liraya esaslı bir tamirinin mümkün olduğu anlaşılmıştı. Maarif Vekâleti’nin 23 Ağustos 1941 tarihli yazı­sından öğrenildiğine göre bu para Mali­ye Vekâleti”nden sağlanmış, fakat İhale tasdik edilmediğinden işe başlanama­mıştı. Bu arada ihaleyi alan müteahhidin tahsisatı arttırmak istemesi ve harca­manın yan işler de katılarak 300.000 li­raya yükseltilmesi üzerine Maarif Vekâ­leti kasrın kurtarılmasından vazgeçerek sadece bazı parçaların sökülüp başka saraylara taşınmasını, Çadır Köşkü’nün ihyası ile derenin, çağlayanların düzene sokulmasını yeterli görmüştür. Fakat ertesi yıl İstanbul kumandanı Orgeneral Fahrettin Altayın emriyle çatısı çökmüş olan kasır tamamen yıktırılmış, hatta başka sarayların tamirlerinde kullanıl­mak üzere sökülen işlenmiş parçaların Topkapı Sarayı Müdürlüğüne teslimi hu­susundaki karara rağmen her şey yok edilmiştir. Arsası bir süre boş durmuş ve 1950’li yılların başında aynı yerde İs­tihkâm Okulu’nun inşasına başlanarak yapı 1953’te tamamlanmıştır. Ayrıca za­man zaman buradaki bazı unsurların korunup yaşatılması düşünülmüşse de bunların hiçbiri gerçekleşmemiştir. Kas­nn Sütlüce yolu tarafındaki bahçe du­varları da kaldırılmış, 1956 kışından iti­baren, derenin akışını kolaylaştırmak için mermer çağlayanlar bile sökülmüş­tür. İstihkâm Okulu da yakın yıllarda burayı boşaltınca binası göçmen misafir­hanesi olmuş, böylece Çağlayan Kasrı İs­tanbul tarihinden bütünüyle silinmiştir.

Eski Sâdâbâd’ın “cedvel-i sîm” adı ve­rilen, iki taraftan taştan rıhtım içine alı­nan Kâğıthane deresi kenarında olan bi­nasının önünde, suyun birinden diğeri­ne akmak suretiyle süzüldüğü mermer çanakları Çağlayan Kasrı yapılırken ko­runmuştu. Ayrıca bu çağlayanların başın­da olan bir çıkma set (veya sofa) üstün­de kurulan ve eski Sâdâbâd’dan bazı de­ğişikliklerle Abdülaziz devrine kadar ge­len etrafı açık kameriye biçimindeki köşk de muhafaza edilmişti. Kasr-ı Nişâd adı verilen bu zarif yapı, ince mermer sü­tunların taşıdığı geniş saçaklı bir çatıya sahipti ve ortasında fıskiyeli bir havuz bulunuyordu. İçeriden ahşap kubbesi ve saçak altları zengin kalem işi nakışlarla bezenmişti. Sütun aralarında güneş, rüzgâr ve yağmurdan içeriyi korumak üze­re kumaş perdeler bulunuyordu. Suyun çanaklardan akışını görmek ve sesini din­lemek için yapılan bu köşkün içinde çe­peçevre sedirlere oturuluyordu. Kasr-ı Nişâd. sarayın bakımsız kaldığı yıllarda U940’a doğru) üzerine ağaçların devrilmesi sonunda tamamen yıkılmış, İstih­kâm Okulu yapılırken de diğer parçalan ortadan kaldırılmıştır.

Çağlayan Kasrı, Kasr-ı Nişâd’ın hemen yanında, biribirine 90 derecelik bir açı ile birleşen “L” biçiminde iki büyük ka­nattan meydana gelmişti. Yer yer demir parmaklıklı pencereli bodrum katının üzerinde yükselen iki ahşap katı vardı. Üstü ise alçak korkuluk duvarı ile gizle­nen kiremit kaplı bir çatı ile örtülmüş, dışarıdan girişler mermer merdivenler­le sağlanmıştı. Dere kenarındaki rıhtım üzerinde yükselen birinci blokun sadece üst katı, konsollara dayanan dört çık­ma ile hareketlendiril misti. Bu kanadın içinde boydan boya uzun bir koridor uza­nıyor ve dereye bakan bir dizi oda bu koridora açılıyordu. Bu mekânların kar­şılarında eş düzende sofalar, merdiven­ler ve bir de zengin biçimde tezyin edil­miş mermer kapiı hamam bulunuyor­du. Böylece bu kanadın harem bölümü olduğu, dereye bakan odaların kadın-efendilere ayrıldığı ve bunların korido­run karşı tarafındaki sofalar ve merdi­venlerle bağımsız birer daire teşkil et­tikleri anlaşılmaktadır. Bu kanadın ucun­daki daire ağa dairesiydi. Bu bloka biti­şik, esas cephesi parka bakan ikinci ka­nat ise mimari bakımdan daha ilgi çe­kici özelliklere sahipti. Bu kısma iki ta­raftan mermer merdivenlerle çıkılıyor ve dikdörtgen planlı büyük sofalara girili­yordu. Sofaların diplerinde yukarı kata iniş çıkış, daire kavisli büyük merdiven­lerle sağlanmıştı. Bu kanadın birbirini takip eden değişik ölçülerdeki salonları, tam ortadaki büyük beyzî bir divanha­ne sofasına bağlanıyordu. Sofanın üstü zengin nakışlı bir kubbe ile örtülmüştü. Bu blokun arkadaki iç avluya bakan ta­rafında birinin hünkâra, diğerinin vali­de sultana mahsus olduğu tahmin edi­len iki hamam vardı.

Kasrın tavanları zengin nakışlar ve yer yer muşamba üzerine yapılmış manza­ra resimleriyle bezenmişti. Çift kanatlı kapılar ceviz renginde cilâlı olup altın yaldızla zırh çekilmişti. Hamamlar da ka­bartma motiflerle süslenmişti. 1938 yılı yazında kasrın içi gezildiğinde her yer henüz sağlamdı; yalnız ikinci blokun ucundaki büyük selâmlık merdiveninin üstündeki çatı kısmen çökmüştü.

Kasrın gerek iç süslemesinde gerek dış mimarisinde Avrupa’da neo-klasik veya empire denilen üslûbun hâkim ol­duğu açıkça bellidir. Böylece bu bina, Av­rupa ve Kuzey Amerika’da XVIII. yüzyıl sonları ile XIX. yüzyıl başlannda çok mo­da olan bir sanat akımının İstanbul’da geç ve belki de son temsilcisiydi. Mer­divenlerin çok değişik bir sistemle kavis­li olarak yükselmesi, mimari bakımdan başarılı bir buluş olarak kabul edilmek­tedir, Sarayın iç süslemesinin Mimar Sar-kis’e ait olmadığı söylenebilir. Zira bu yıllarda İstanbul’da olan bazı Fransız de­koratörler, yeni yapılan sarayların iç süs­lemesi ve mefruşatı ile uğraşıyorlardı. Nitekim Dolmabahçe Sarayı’nın içi Ch. SĞchan tarafından düzenlenmişti. Çağ­layan Kasn’nın yapıldığı yıllarda İstan­bul’da olan, hatta 1865’te Sultan Abdülaziz’in Paris seyahatinde beraberindeki heyette bulunan Percheron adlı Fransız da “saraylar dekoratörü” olarak tanını­yordu. Bu sebeple kasrın iç süslemesi ve döşenişinin bu sanatçı tarafından yapıl­dığı söylenebilir.

Çağlayan Kasn’nın etrafı ve eski Sâ­dâbâd’dan kalan değerli ağaçlarla kaplı geniş korusunun çevresi bir duvarla sı­nırlanmıştı. Kasrın mutfakları bu sınırın dışında yandaki yamaca yaslanmış, için­de altı bölme bulunan ayrı bir binadır. Burada kasrın suyunu sağlayan bir de hazne bulunuyordu.

Kasrın Şişliden inen yola açılan bir bahçe kapısı vardı. Esas kapılar ise ca­miye bakan duvara açılmıştı. Bunlar ta­mamen mermer çerçeveli ve birbirin­den farklı girişlerdi. Dereye yakın olan daha sade, ötekisi daha gösterişliydi. Birinci kapı (harem kapısı I?}) yarım yu­varlak kemerli olup iki yanında birer plasterle süslenmişti. Ötekisi ise daha âbidevî olup yüksek yarım yuvarlak ke­meri iki yanda çifte mermer sütunlar tarafından taşınmaktaydı. Kemerin üs­tünde kitabe işlenmek üzere hazırlan­mış bir satıh varsa da bu gerçekleşme­miştir. Kemerin tepesinde taç biçiminde Osmanlı Devleti arması bulunmakta ve bu arma. Sultan Abdülaziz’in oval bir çer­çeve içindeki tuğrasının etrafını sarmak­tadır.

Çağlayan Kasr’nın Abdülaziz devrin­de yeniden yapılması sırasında yeni baş­tan düzenlenen önemli bir parçası da kasırdan Kâğıthane köyü istikametinde eski cedvel-i sîm boyunca uzanan büyük korudur (has bahçe). Yüzlerce ağaç dikil­miş olan korunun içinde düzenli yollar açılmış, ayrıca tam ortada bir de gölcük yapılmıştı. Suyunu dereden ayrılan em­niyet arklarından alan bu gölcüğe tabii bir biçim verilmişti. Dereden gelen ark­ların derenin taşkınlarını önlemek için birtakım emniyet kapaklarına sahip ol­duğu da tesbit edilmiştir. Bu sistemin Sâdâbâd’ın hangi devrinde yapıldığı bilin­memektedir. Fakat herhalde 1862-1864 yenilenmesinde elden geçirilmiş olmalı­dır. Derenin 1940’lardan itibaren ihmal edilmesi, emniyet kapaklarının işlemez ve arklann görev yapmaz hale getirilme­leri, yatakların doldurulması Kâğıthane deresini sel kaynağı durumuna sokarken koru ve civarının da su baskınları altın­da kalmasına sebep olmuştur.

Osmanlı devrinde İstanbul tarihinde büyük bir yer alan ve dolayısıyla Türk şehir hayatında bıraktığı derin izleri ede­biyat ve mûsikide hâlâ yaşayan eski Sâdâbâd ve Kâğıthane’nin son hâtırası olan Çağlayan Kasn’nın, bazı idarecilerin ka­sıtlı denilebilecek kayıtsızlık ve duygu­suzluğu neticesinde yok olması affedile-meyecek bir husustur.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

İlgili Makaleler