Türk Edebiyatı

Boğaziçi Mehtapları Kitap Özeti, Konusu, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın geçmiş yaşayışı ile Boğaziçi’ni yepyeni bir değerlendiriş açısından canlandıran eseri.

Boğaziçi Mehtapları, sanatkârın ço­cukluk ve ilk gençlik yıllarının hâtıraları içinden, büyük mûsiki fasılları ile birlik­te teşrifatlı mehtap âlemlerinin yaşan­dığı eski Boğaziçi hayatını zengin bir şiir üslubuyla anlatan çok orijinal bir nesir eseridir. Günümüze kendisinden artık bir şey kalmamış olan bu hayatı yazar, fikir dünyamıza getirdiği “Boğaziçi me­deniyeti” görüşünden hareketle değer­lendirmektedir. Bu, Bizans çağının tanı­madığı, ancak fetihten bu yana asırla­rın birikimi içinde meydana gelmiş, pey­zaj ile mimarinin uyuştuğu, her sınıftan insanının birbiriyle uyum halinde yaşa­dığı, ahlâk, terbiye, sevgi, nezaket, say­gı gibi manevî güzellikler de taşıyan ve her tarafından millî ruhun aksettiği man­zarası ile tamamen Türk’e has bir ha­yat üslûbunun ifadesi demektir. Yaza­rın anlatışıyla, “Bu, terkibine su, meh­tap, bülbül sesi ve saz karışan nazik bir medeniyetti. Bu, âhirete, ebediyete inanan, dünyevî olduğu kadar dinî ve uhrevî bir medeniyetti”.

Artık tarihe karışmış ve hâtıraları da kendisiyle birlikte yok olacak bu haya­tın tamamıyla unutulmuşluğa düşmesi­ne razı olmayan A. Ş. Hisar, eserinde o bir daha geri gelmeyecek zamanı sanat­la yeniden yaşatmak, geçmiş güzellikler içinden bir mazi şuuru ve sevgisi uyan­dırmak ister.

Esasını hâtıralar teşkil etmekle bera­ber eser alışılmış hatırat kitaplarına ben­zemez. Onda bir hatıratta bulunması ta­bii, hatta zaruri olan bir vak’a tarafı ol­madığı gibi böyle bir vak’alar dizisi için­de ön planda şahıslar, kahramanlar da görülmez. Yazar bu hâtıralarda bir ha­reketin sahibi, bir vak’anın faili hüviye­tinde olmayıp etrafında yaşanana işti­rak eden ve onu anlatan bir sanatkâr tanık durumundadır. Burada, vak’aların etrafında döndüğü herhangi bir kahra­man veya belli şahıslar olmaksızın geç­mişteki o hayatı kendisiyle hep birlikte yaşadığı bir topluluk vardır. Pek az yer­de ortaya çıkan yazar kendini mümkün olduğu kadar silmiş, yerine adına ko­nuştuğu bir kollektiviteyi, yani bütün bir Boğaziçi insanını geçirmiştir. Çocukluk zamanı ile iç içe olmasına rağmen ailesi dahi anne ve anneannesini bir iki yerde anıp geçişi dışında bu hâtıralarda pek hissedilmez. Bunlarda asıl kahraman ola­rak kendisi ve ailesi yerine anonim ve kollektif planda her sınıftan bir Boğazi­çi insanı hâkim olmuştur. Böylece eser sadece bir ferdin hatıratı olmaktan çok, aynı devri yaşamış insanların ortak hâtıraları şekline girmiştir. Bu hâtıralarda bunun ötesinde mutlaka bir kahraman aranırsa o, eser boyunca sahneyi terket-meyen mehtabın doğrudan doğruya ken­disiyle, Boğaziçi’nin mehtaplı suları üs­tünde alay olmuş büyük bir sandal ve kayık kafilesinin eşliğinde yüzen mûsiki ve üzerlerine ay vurmuş körfez ve yalı­larıdır. Vak’a diye görülecek tek şey de fasıl heyetinin yerleştiği bir sandalın et­rafını sarmış yüzlerce kayıklık bir kafi­lenin, gelenek olmuş bir programla Bo­ğaziçi’nin belirli köşeleri arasında yaptı­ğı mehtap ve mûsiki gezişidir. Bu çer­çeve içinde ay, deniz, saz, kayık ve yalı bu mehtap sahnesinin mükemmel bir orkestrasyonla aslî şahısları hükmüne girer.

Âdeta bir mehtap ve mûsiki âyini gibi yaşanan bu âleme ait hâtıra ve intiba­lar, eserde dağınık ve tesadüfi” bir şekil­de değil roman kurgusuna benzer bir tertiple bir mehtap alayının duyuluş, ha­zırlanış, büyüyüş ve sonra dağılışındaki yürüyüşü veren, değişik ana başlıklar al­tında sekiz fasıl ve bunlar içinde de muh­tevalarını mânalandıran birer ara başlık taşıyan yirmi beş kısım etrafında topla­yan bir sıralanışa konulmuştur.

“Hazırlanış” adlı ilk fasıl, eseri sonra­ki bahislerde anlatılacaklara açan bir gi­riştir. Eserin üzerine temellendirildiği Boğaziçi medeniyeti düşüncesini açıkla­yan, tabiatın ve geleneklerin belirlediği bir çerçeve içinde onun var oluş şartla­rını anlatan bu fasılda A. Ş. Hisar Boğa­ziçi insanının hayatında iki ayrılmaz te­mel olarak tabiat ve mûsiki zevkinin tuttuğu yeri gösterir. “Toplanış” eserin mih­veri olan mehtap alaylarının nasıl hazır­landığını, nasıl safha safha büyüyüp şe­killendiğini tasvir eder. Bundan sonraki gelişmeyi veren “Mûsiki Faslı”, ilk top­lanma durağı Kalender’deki buluşma ile meydana gelen büyük sandal kafilesi­nin, artık cünbüşüne başlamış fasıl he­yetinin gâh kayığı çevresinde, gah peşin­de Boğaziçi’nin sularında mehtabı takip ederek körfezden körfeze yer değiştire değiştire yaptığı mûsiki gezisini dile ge­tirir. Kalender’den başlayıp İstinye ön­lerine, oradan Kanlıca koyuna ve Bebek’e kıyılar, yalılar önünden geçit yaparak uzanan, mûsiki ve ay ışığının iç içe ol­duğu mehtap âlemi burada bütün şa­şaası ile canlandırılmaktadır. “Sükût” fas­lında ise bu büyük gezide mûsikiye ara verilen dinlenme anlarında Boğaziçi’nin insanda âdeta başka bir mûsikiymiş his­sini uyandıran kendisine mahsus tatlı sessizlik atmosferi ve “Boğaziçi cenne­ti” diye adlandırdığı, mehtap altında Bo­ğaziçi’nin insana ürperti veren güzellik­leriyle muhteşem dekoru ve ona ayrıca bir mâna katan yalıların, görünüşleri­ne göre bir bir yorumdan geçirilerek bir şahsiyet gibi hüviyetlendirilişi, zirvesine yükselmiş bir şiir duygusu ile ifadesini bulur. Onu da varılması olağan bir neti­ce gibi “Aşk Faslı” takip eder. Bu fasıl­da konuşan, mehtabın pırıltıları içinde geceye mahsus giyim ve süsleriyle bir kat daha güzelleşen ve sadece bu meh­tap âlemlerine tanınmış hoşgörürlükle büyük sandal kafilesinin akışı sırasında kendilerine yakınlaşmak, göz göze gel­mek mümkün olan kadın çehreleri kar­şısında mûsikinin davet ettiği aşk hale­tidir.

Ancak bu güzelliklerin kemale erip zirveleştiği merhale kalıcı değildir. Sırada varlık için mukadder olan, herşeyin kay­bolmaya gittiği fânilik faslı vardır; o ge­lir. İşte sonunda Boğaziçi’nin o eski ge­celerinde bütün bu yaşananları bekle­yen kaçınılmaz son buluş ve yok oluşu “Dağılış Faslı” anlatmaktadır. Kısımları “Fânilikler”, “Sönüş”, “Ayrılış”, “Unutu­luş” diye perde perde adlanan ve yaza­rın bedbin bir zaman murakabesine gir­diği bu fasıl kaybolan mesut geçmişe bir mersiyedir. Burada, yaşı on dört on dokuz sularında iken Boğaziçi insanı ile hep birlikte yaşadığı mehtap gecelerin­de bir devrin bir daha geri gelmemek üzere kapanmakta ve kendilerine veda etmekte olduğunun farkına varamayış-larının esefleri konuşur. Eskilerce. kendi zamanlarına nisbetle sönük ve önce­kilerin son demleri sayılan o şaşaalı meh­tap geceleri ve mûsiki fasıllarının kendi yetişme çağlarında zihniyet ve zevkte alafrangalığın anlayışsızlığı ile karşılaşışı. artık içine girilmiş bir dağılma dev­resinin o vakit işaretini sezemedikleri bir habercisi olur. “Fânilikler” ve “Sönüş”ü takip eden “Ayrılış” kısmının an­lattığı, Boğaziçi’nin mehtaplı suları üze­rinde saatler boyu dolaşıştan sonra saz seslerinin susup yorgun sandal kafilesi­nin dağılışında, her defasındakilerden biri olmak yerine aslında artık bir daha tekrarlanmamak üzere son dağılış ve bitişin bütün bir ima ve işareti vardır.

Faslın “Unutuluş” adlı son kısmı, geç­mişteki hayatımızın yazıya ve sanata ak-setmemiş oluşu ile en güzel nice taraf­larımızın unutulmuşluğa düşmesinin acı ve toplu bir muhasebesini getirir. Yük­sek ve ince bir medeniyet kurmuş Türk hayatının tarihi yazılmadığı için Boğazi­çi’nin en yakın tarihini ve hâtıralarını bi­le unuttuğumuzun sızı ve eseflerini ta­şıyan “Unutuluş”un ardından gelen ve esere son veren “Hatırlayış” faslı, bütü­nü ile başlı başına bir millî mazi felse­fesi, bir hâtıralar estetiğidir. Bu son fa­sıl, Boğaziçi Mehtapîan’na hareket nok­tası olan düşünceleri ve yazılmasındaki gayeyi tam bir açıklığa çıkarır. Bu say­falarda eserin üzerine aldığı, geçmişi­mizin güzelliklerini ve bunlardan biri olarak daha tarihi yazılmamış Boğaziçi mehtap âlemlerini unutulup hâtıraları yok olmaktan kurtarma gaye ve misyo­nu en belirgin ifadesini bulur. Burada eser artık Boğaziçi mehtaplarını anlat­mak ve canlandırmaktan da öteye, bü­tünü ile geçmişimizin millî hafızada yeri ve korunması meselesi üzerinde bir dü­şünce sistemi çapına yükselir. Bu faslı açan ve bir geçmiş zaman felsefesini temellendiren “Mazi Cenneti”nde yazar, “Milliyetçilik muarızları en evvel millî ma­ziyi unutturmak isterler. Bir millete ya­pılabilecek sinsi ve en şeytanî hücum onun vicdanından mazisini almak, hafı­zasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuv­vetini kaybetmiş olur”; “Muhayyel bir âti namına geçmişte millî ve güzel ne varsa hepsinin tahrip ve tezyif edildiği­ni gördük” şeklindeki ifadeleri tam bir tavır ortaya koymaktadır.

“Bizimle Birlikte Yaşayan Hâtiralar”da, beraberlerinde devam etmekte oluşu ile en çok uzamışı olduğu kadar en çok yaşamış da bulunduğumuz zamanı sak­layan hâtıralarımızın estetik bir bakışla değerlendirmesine giren A. Ş. Hisar, bu hâtıraların bağlı bulundukları zaman çer­çevesinden uzaklaşırken bizim olgunlaş­mamızla birlikte yeni mânalar ve zengin­likler kazandığını ince tahlillerle göste­rir. Buna göre kendimizle beraber geç­miş zamanlarımız da değişir. Bundan do­layı her çağın hâtıralara ayrı ayrı bakışı ve onları anlayış tarzı vardır. Eserinde tasvir ettiği Boğaziçi’ndeki eski hayatın âdet ve hususiyetlerini takdir edecek ol­gunluktan uzak kalan gençlik çağında, terbiyesini aldığı alafrangalığın tesirin­den kendisini kurtarıp millî değerleri­mizi Öğretecek bir kılavuz bulamamış olması dolayısıyla o sazlı mehtap âlem­lerine sevgisiz, hevessiz ve tenkitçi göz­lerle bakarken şimdi o hayatı yüceltip “estetize” edişine, insanın çocukluk dev­resinde gördüklerinin değer ve mânası­nı senelerden sonra anlayıp farkedebildiği ve şuur altına giren, habersizce to­hum halinde hafızaya yerleşen hâtırala­rın bizimle birlikte yaşayıp olgunlaştığı ve billûrlaştığı cevabını getirir. Ufku çok daha geniş bir medenî sorumluluk görü­şüne yükselerek eski Türk cemiyetinin Boğaziçi’ndeki huzurlu ve güzelliklerle dolu hayatını hâtıraları ile yaşatabilmek için yaptığı işi, inşan yaşayışında belirli gelişme ve ilerlemelere bir defa erişil­dikten sonra hâtıralarının zamanla unu­tulup hafızalardan silinmelerine kayıt­sız kalmak yerine mâna ve değerlerini anlayıp korumaya çalışmanın bir mede­niyet gereği ve gayesi olduğu düşünce­sine bağlar.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın anlattığı Bo­ğaziçi hayatını mehtaplı geceleri ve mû­siki fasılları ile yaşayanlar, bazılarınca sanıldığı gibi sadece varlıklı ve imtiyazlı bir tabaka değil bütünü ile her sınıftan Boğaziçi halkı ve kısmen de İstanbul in­sanıdır. Sular üstündeki mûsiki fasılla­rının tertipçisi her defasında bir yaîı sa­hibi olurken yazarın belirttiği üzere sınıf ayırımı olmaksızın herkesin birer kayık­la katıldığı büyük mehtap kafilesi masrafsızca meydana gelir; iştirak edenlere herhangi bir maddî külfet getirmeyen bu büyük ve saltanatlı eğlenceden sınıfı ne olursa olsun herkes çok demokratik ve ucuz bir şekilde hissesini alırdı. Bu mehtap kafilesi daima herkesin ortak eseri olurdu.

Millî an’anelerinden haberdar edilme­yen genç nesillerin içinde yetiştikleri me­deniyete ihanetle naşı! yabancılaştıklarını belirten, mûsikimizin ikinci millî lisa­nımız ve maziden bize miras kalan duy­guların bir mahfazası olduğunu ifade eden satırlarında eserin günümüze ge­tirmek istediği mesaj daha da bütünleş­mektedir.

A. Ş. Hisar, kendi gençliğinin hâtıra ve intibalarını işlerken eserinde aynı zaman­da Boğaziçi mehtap gecelerinin ve mû­siki fasıllarının kapanış devri tarihini de yazmış oluyordu. Eseri ferdî hâtıraları yanında XIX. asrın bitiş yılları ile XX. as­rın başında Boğaziçi’nin mehtap âlem­lerinde “mehtap” denilen deniz üstün­de yüzlerce kayıklık mûsiki alaylarının, bütün halkı ile Boğaziçi örfünün bir ta­rihidir. Meydana getirdiği eser, üzerle­rinden bir kırk sene geçtikten sonraki çağda yalnız o zamanı yaşamış, o meh­tapları görmüş olanların hafızalarında var oian ve kendisinden artık maddî iz kalmamış bir maziyi tamamıyla unutul­maktan, asıl deyimiyle ölümden kurtar­mıştır. İleride Boğaziçi tarihi yazıldığın­da tarihçinin ortada hemen hemen tek kaynak olarak Boğaziçi Mehtapları’ndan öğreneceği, o âlemleri yazıya geçi-rebilmiş biricik şahit sıfatıyla kendisin­den nakledeceği çok şey vardır.

A. Ş. Hisar’a kadar şiirimizde ve nes­rimizde sadece küçük zikirler ve dağı­nık temaslar halinde görülebilen, Yahya Kemal, Ruşen Eşref gibi kalemlerde ise ancak makalelik bir çapa yükselebilmiş olan Boğaziçi onun eseriyledir ki bek­lenmedik bir muhteva genişliği ve muh­teşem ifade kudretiyle Türk edebiyatın­da gerçek yerini bulabilmiştir. Kendisin­den öncekilerin Boğaziçi’nde göremedik­leri, duysalar bile tam söyleyemedikleri hemen her şeyi eserinde fevkalâde zen­gin ve seçkin bir üslûpla A. Ş. Hisar ifa­de sahasına getirebilmiştir.

Bir yalısında doğup büyüdüğü Rumelihisar’ından soyadını dahi aldığı Boğa­ziçi’ni bütün yönleri ve her türlü güzel­likleriyle, en ince nüanslara kadar inen zengin intibalarla yaşadığından A. Ş. Hi­sar onu dışarıdan ve sonradan görebil­miş olan edebiyatçılardan çok daha iyi tanıma talihine erişmiştir. Herkesten ön­ce kendisiyle aynı çağda, aynı muhit ve aynı dekor içinde o hayatı yaşamış ön­de gelen kalem sahiplerimiz Boğaziçi’ni anlatmayı ona vergi bir kabiliyet kabul etmişlerdir. Çocukluklarını ve ilk gençlik yıllarını aynı senelerde Boğaziçi’nde geçirmiş Ercümend Ekrem Talu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hamdullah Subhi Tannöver, Ruşen Eşref Ünaydın, Re­şat Nuri Darago gibi yaşıtları, kendileri­nin Boğaziçi’nde farkına varamadıkları­nı, keşfedemediklerini yahut sezip de ifade edemediklerini onun görüp dile getirdiğini belirtirler. Abdüihak Şinasi Hisar, eseriyle Boğaziçi’nin güzellikleri­ni görmeyi ve hayatını yaşamayı öğre­ten müstesna bir sanatkâr olarak se­lâmlanır.

Bu büyük hâtıralar sanatkârı, başka­larında bir paragraflık yer alabilecek ya­hut en genişinde birkaç sayfada tükenebilecek mehtap gibi bir konuyu Boğa­ziçi Mehtapları’nda şaşırtıcı bir görüş, duyuş, kültür, tahlil ve ifade zenginliğiyle kitap hacminde bir dolgunluk ve iş-lenmişliğe yükseltmiştir. Onun kitabı Bo­ğaziçi’ni mehtabı ile iç içe, böyle sayfa­lar boyunca anlatan, Boğaziçi’nin haya­tını ve güzelliklerini bir görünüşler ve duyuşlar silsilesi halinde mehtabın .et­rafında toplayan ve Örneği önceden ta­savvur edilemeyecek bir eser olarak ede­biyatımızda kendi başına bir fasıl teşkil etmektedir.

Bütün kitap, mehtap üzerinde devam­lı gelişen, zenginleşen, yeni unsurlar ala­rak yürüyen varyasyonlardan örülmüş­tür. Önce söylediklerini tekrara düşmeden, her defasında mehtabı bir başka görünüş ve duyuşla tasvir eden, değişik değişik izlenimlerle ifadeye getiren eser­de hayrete düşürücü bir anlatma serve­ti vardır. Nüansları yakalama ustası bir üslûpçu elinde en ifadeye gelmez duy­guları en ince ve kaçıcı gözlemlere bağ­layan, dokunduğu şeyleri alelâdelikle­rinden çıkarıp bir şiir ve rüya haline çeviriveren, kelimelerin beklenmedik karşılaşma ve buluşmaları ile yeni ifade im­kânları peşinde bir nesir sanatı ortaya koyan Boğaziçi Mehtapları, Türkçe’nin kendisinde eriştiği estetik değerler iti­bariyle de takdir konusu olmuş hususi bir ehemmiyete sahiptir.

Boğaziçi Mehtapları, mehtap temi­ni, bu konuyu geliştiren ince tahlilleri, oryinal dikkatleri ve şiirleştiren üslûp örgüsüyle, çok dolgun kitap hacmine çı­karmış zengin ve geniş bir çerçeve için­de işleyen eser olmak bakımından yal­nız Türk edebiyatı için değil dünya ede­biyatında da eşine kolay rastlanamaya-cak müstesna bir örnek olmak imtiyazı­nı taşımaktadır. Bir pasaj olmaktan çok öteye varıp mehtap ve onunla ilgili duy­gulan Boğaziçi Mehtapları derecesin­de zenginlikle vermiş başka bir örnek aranacak olduğunda onun dünya edebi­yatında bile nâdir ve pek seçkin bir ye­re sahip olduğu anlaşılır.

Eskiden olsa kendisine kolaylıkla “meh-tabnâme” denilebilecek eseri, bir fante­zi gibi gözükse de “Mehtabnâme-i Os-mânî der Belde-i İstanbul”, “Mehtabnâ­me-i İstanbul fî Belde-i Tayyibe-i Boğa­ziçi”, “Mehtabnâme-i Türkî an Konstantiniyye” gibi adlar altında düşünmek onun bizim için söylediklerini ve yaptığı işi anlamaya yardım edecektir.

Boğaziçi Mehtapları daha tefrika ha­linde yayımlanmaktayken (1942), destan-laştırdığı Boğaziçi geceleri ve mehtap âlemlerini kendisiyle aynı devir ve mu­hitte yaşamış Ercümend Ekrem Talu’dan başlayarak aynı tecrübe ve hâtıra­ların sahibi olmuş kalemlerin yanı sı­ra günün öteki edebiyatçı la r in ca da bir sürpriz, bir deha eseri, Türk nesrinde bir zafer gibi karşılanarak pek yaygın bir ilgi ve sevginin merkezi haline geliver­mişti. Bu takdir dalgası eserin ikinci ba­sılışında da devam etmiş, ilk çıktığında onun için yazı yazmış olanlar ikinci ba­sımında tekrar ona dönmek ihtiyacını hissederek onu yeniden ele alan yazılar yazmaktan kendilerini alamamışlardır. Ondan birkaç yıl önce hakkındaki ma­kalelerini topladığı Boğaziçi Yakından adlı kitabı ile (1938) edebiyatımızda İs­tanbul’un bu müstesna köşesini başlı ba­şına bir konu yapar şekilde işlemekle ilk istisnayı getirmiş olan Ruşen Eşref onu tarzında ilk ve tek eser olarak selâmlar­ken fetihten bu yana 500 senelik edebi­yatımızda Boğaziçi’nin tam ve hakiki ilk ifadecisi sayılmış {E. E. Talu), edebiyatımı­zın aynasına Boğaziçi’nin ilk defa onun­la aksettiği söylenilmiş (Y. K. Karaosmanoğlu), Boğaziçi’ni eski âlemleri, meh­tapları ve yaşayışı ile ebedîleştirdiği ka­dar kendisinin de ölümsüzleşen bir eser olduğundan bahsedilmiştir. İmajları, tas­virleri ve üslûbunun şiirle bürülü yapısı, eserden söz açan hemen herkesi, onun havasına uyarak kalemlerini yalın tah­liller ve açıklamalardan çok hakkında onun imajları ile bir şiir ve rüya edebi­yatı yapmaya kaydırmıştır. Kendisini A. Ş. Hisar gibi yüksek bir sanat ve heye­canla ifade edecek bir şairini bulduğu için Boğaziçi ve onun geçmişi de ayrıca talihli sayılmıştır.

Boğaziçi Mehtapları, dilimizin lüga­tinin daralıp ifade zenginliklerinin budandığı bir erozyona sürükleniş çağının eşiğinde, Ahmed Hamdi Tanpınar’ın kı­sa bir ara ile kendisini takip edecek Beş Şehir’i ile birlikte derlediği son ifade nimetleriyle Türk dili için bir rahmet gi­bi gelmiştir. A. Ş. Hisar’in, alelade bir li­sanla anlatmak mümkün olamayacak Boğaziçi’nin güzellik ve özelliklerini mû­sikisi ve kendisine mahsus kültürü için­de dile ve ifadeye aksettirmeye çalışan eseri, üzerinde durduğu konuya uygun ve onu bütün nüansları ile karşı laya bilen bir Türkçe’yi bulmak gibi bir seçkinliğe de erişmiştir.

A. Ş. Hisar’ın okuyucusundan belirli bir edebiyat ve dil seviyesi isteyen eseri yayın sahasına Önce büyük bir kısmını veren yirmi bir parçalık bir tefrika ola­rak çıkmış, tefrikanın bittiği 1943 Şubatında hemen kitap halinde basılmıştır. 1956 yılı Ağustosunda neşredilen, metin üzerinde rötüşler yü­rütülmüş ikinci baskısından sonra da gü­nümüze kadar yeni baskıları yapılmıştır.

Eser hakkında yazılmış birçok yazıdan bazıları şunlardır: Ercümend Ekrem Ta­lu, “Boğaziçi Mehtapları Dolayısiyle Ab-dülhak Şinasi Hisar’a Mektup”; Mustafa Sekip Tunç, “Boğaziçi Mehtap­ları”, Cumhuriyet, nr. 6643, 14 Şubat 1943; a.mlf., “Hâtıralar Âlemi ve Onun Bir Virtüözü”, TY, nr. 268, s. 801-803; “Boğaziçi Mehtapları”, Ulus, 28 Şubat 1943; Yaşar Nabi, “Boğaziçi Mehtapları”, Vatan, nr. 814, 1 Mart 1943; Reşat Nuri Darago, “Boğaziçi’nin Destanı”, Vakit, nr. 9007, 15 Mart 1943; a.mlf., “Geçen Zamanların Toplandığı İk­lim”, 20. Asır, nr. 207, 2 Ağustos 1956, s. 23; lsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, “Boğazi­çi Mehtapları”, Yeni Adam, nr. 430, 25 Mart 1943, s. 2; Fazıl Ahmet Aykaç, “Bo­ğaziçi Mehtapları”, Ulus, 6 Nisan 1943; Ahmet Hamdi Tanpınar, “Boğaziçi Meh­tapları”, Ülkü (yeni seri), nr. 39, 1 Mayıs 1943, s. 15-16; Cevdet Kudret, “Boğa­ziçi Mehtapları”, 7 Gün, nr. 531. 10 Mayıs 1943, s. 4; Halûk Y. Şehsüvaroğlu, “Abdülhak Şinasi’nin Boğaziçi Mek­tupları”, Tasvir-i Efkâr, 14 Mayıs 1943; Rüştü Şardağ, “Boğaziçi Mehtapları Do­layısiyle”, Varlık, XIII, nr. 237, 15 Ma­yıs 1943, s. 429-430; Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Boğaziçi Mehtapları”, Ak­şam, nr. 8854, 15 Haziran 1943; Nahid Sırrı Örik, “Boğaziçi Mehtapları İçin”, Ta-nin, 22 Eylül 1943; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Abdülhak Sinasi Hisar’ın ‘Boğaziçi Mehtapları”‘, Ulus, 1 Sonkâ-nun 1944; Ziya Osman Saba. “Boğaziçi Mehtapları”, Vakit (edebî ilâve], 1 Şubat 1944; Selâhattin Batu, “Boğaziçi Meh­tapları”, Ulus, 28 Ağustos 1944; Ruşen Eşref Ünaydın, “Abdülhak Şinasi Hisar ve Boğaziçi Mehtapları”. İstanbul Der­gisi, 11, nr. 4, Nisan 1955, s. 14-20; Fah­ri Celal, “Boğaziçi mehtablan”, Cum­huriyet, 22 Mayıs 1956; Şevket Rado. “Zaman İçinde Uzaklaşan Bir Kuyruklu Yıldız”, Akşam, nr. 13.607, 31 Ağustos 1956.

Bunlardan başka hakkında müstakil ansiklopedi maddeleri de yazılmıştır.

Yazarın sağlığında “Moonlight on the Bosphorus” adıyla Amerika’da bir vakıf tarafından basılması düşünülen İngilizce tercümesi gerçekleşmemiştir. Eserin “Bo­ğaziçi Medeniyeti” adlı kısmından iki par­ça “Lob des Bosporus” ve “Tageslauf am Bosporus” adı altında ve kitabı tanıtan bir girişle Almanca’ya tercüme edilmiş­tir (Friedrich Freiherrn von Rummel, “Ab­dülhak Şinasi Hisar’s ‘Vollmondnâchte am Bosporus'”, Serta Monacensia |Fest-schriftBabinger|,Leiden 1952, s. 136-149).

Diyanet İslam Ansiklopedisi