Kimdir

Boethius kimdir? Hayatı ve eserleri

Anicius Boethius kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (480-524) Romalı filozof ve devlet adamı. Eklektik Platoncu görüşü benimseyerek Aristoteles ile Platon’u uzlaştırmaya çalışmıştır. Anicius Manlius Boethius Roma’da doğdu. Mila­no yakınlarında Pavia’da öldü. Aristokrat ve saygın bir ailedendir. Babası 487’de konsül seçilmişti. Özenli bir eğitim gördü. Sonra öğrenimini sürdürmek için Atina’ya gitti, 510 yılında Roma’yı ele geçiren Ostro- got Kralı Teodorik’i karşılama konuşması yapmakla görevlendirildi. Hükümdarı çok etkileyen Boethius o vıl konsül ve senato prensi oldu. 522’de ise oğulları­nın da bu göreve yükselmelerini sağladı. Kısa bir süre sonra Bizans imparatoru yararına çalıştığı savıyla sürgüne gönderildi. Bu savın geçersiz olduğu kimi kaynaklarda belirtilir, gerçek neden Katolik Boethius’ un, o sıralar sevilmeyen Ortodoks Teodorik’e karşı olmasıdır.

Bir süre Pavia’da tutuklu kaldıktan sonra işkence edilerek öldürüldü. Teodorik’in hükümdarlık yılla­rında (455-526) Germen uluslarının askeri-politik örgütlenmeleri ile Roma Imparatoriuğu’nun kültürel geleneği arasında bir bağdaşma dönemi başlamıştı. Bu yeni kültürün oluşmasında, Teodorik’ın danışmanı olduğu sırada, politika ile felsefenin uzlaşmasını sağlayan Boethius’un katkısı büyüktür. Özgün bir düşünce getirmeyen Boethius’un önemi Latin dili ve mantığına Yunan özelliklerini katınasındadır.

Hellenistik Dönem’deki sorun ve konuları, yeni anlamlar kazandırarak, ortaçağa aktaran düşünür, ortaçağ kültürünün gerçek kurucularından biri olarak nitelenir. Yeni-Platoncu bir anlayışla Aristoteles ve Platon’un tüm yapıtlarını çevirip yaymaya ve ikisi arasındaki temel bağı göstermeye çalıştı. Kendi yorum­larıyla birlikte Aristoteles’in “Organon”unun büyük bir bölümünü, Porplıyrıos’un “Fisagoge”sini, Euklei- des’in aritmetik ve müzik üzerine yapıtlarını, Platon’ un “Tirnaious”unu, Cicero ve Seneca’nın yapıtlarını yeniden düzenledi.

Bu yapıtlar, skolastik felsefenin başlangıçta ya­rarlanabildiği az sayıdaki bilim ve felsefe kaynaklarını oluşturdular.

Boethıus’un en önemli yapıtı, hapiste iken yazdığı Consolatio Phiiosophıae (“Felsefenin Avunması”) dır. Ortaçağ boyunca temel kitap olarak kullanılan bu yapıt beş bölümden oluşmuş ve yarı düzyazı, varı şiir türünde yazılmıştır.

Birinci kitap, felsefenin ona doğru ve gerçeği duyurmasından dolayı yarattığı üzüntüyü ve o dö­nemdeki durumunu anlatan bir giriş niteliğindedir.

İkinci kitapta, felsefenin işlevi ve mutluluk konu­ları işlenir. Mutluluk, insanın kendine yetebileceği ve içinde korkunun bulunmadığı bir durumdur. Üçüncü kitap, böyle yorumlanan bir mutluluğun temel kura­mını içerir. Bu tür mutluluk ise, insanın daha yücesini kavrayamayacağı, Tanrı’da bulunur.

Dördüncü kitapta, Tanrı’nın evreni hangi koşul­lar altında yönettiği araştırılır.

Son kitap, insan özgürlüğü ve Tanrı’nın geleceği görme sorunlarını işler. Önceden görme ve yazgı ilk bakışta insan özgürlüğünü engeller gibidir. Bu du­rumda özgürce seçmeye ve düşünmeye yarayan usa insanın artık gereksinmesi yoktur. Felsefenin bu soruna getirdiği çözüm, bir olayı önceden görmenin, onun kesinlikle gerçekleşeceği anlamına gelmeyeceği doğrultusundadır. Tanrı’da ne geçmiş, ne de gelecek vardır. Tanrısal bilgi zaman içinde gerçekleşen olayla­rı birdenbire kavrayan bir yeteneğin bilgisidir. Bu nedenle Tanrısal bilgi için süre söz konusu değildir.

Boethius’un bakış açısı eklektik Platonculuk’tur: Platon’daıı yüce iyilik olan kutsallık kavramını, Arıs toteles’ten Tanrı’nın devinmeyen ilk devindirici etken olma anlayışını, Stoacılardan da önceden görme ve belirleme tanımlarını alarak yeniden yorumladı, bir­leştirdi.

Boethius, Hıristiyan olmasına karşılık yaşadığı dönemde Yeni- Platoncu akımına da yabancı kalma­mıştır. Onun kişiliğinde ilkçağdan ortaçağa geçiş dile gelir. Bu bakımdan hem Roma’nın son düşünürü hem de ortaçağın ilk bilgesi olarak anılır.

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 18. cilt, Anadolu yayıncılık, 1984

Boethius kimdir? Hayatı ve eserleri: Patristik  felsefenin son döneminin oldukça önemli, baştan  sona kayda değer bir diğer  filozofu de Anicius  Manlius  Severinus  Boethius’tur.  (MS  480-524)  Onun  Hıristiyan  Ortaçağı’nın  düşünce dünyasında,  bir  teolog  ve  filozof  olarak  birkaç  yönden  büyük  bir  önem  ya  da  değer  taşıdığı söylenebilir.  Bir  kere  onun her  şeyden  önce,  felsefeden  şimdiye  büyük  ölçüde  ve  hemen  hemen yalnızca  Platonik  felsefeyi  anlayan  Ortaçağ  düşüncesine  Aristoteles’i  temelde  mantık  öğretileriyle tanıştırmış;  11.  ve  12.  yüzyıl  filozoflarına  bu  İlkçağ  filozofuyla  ilgili  olarak  sahip  olabildikleri  tüm bilgileri sağlamış olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Bu açıdan bakıldığında, Boethius’un mantık ve yöntem konusunu Hıristiyan Ortaçağ düşüncesi ya da  kültürüne  armağan  eden  kişi  olduğunu  söylemek  bir  abartı  sayılmaz.  Bu  armağanın,  mantığın kendisi kadar, mantıksal ve metafiziksel analizin kendisi için de olmazsa olmaz olduğu Ortaçağ kültürü açısından  eşsiz  bir  değer  taşıdığı  herkes  tarafından  kabul  edilir. Bu  yüzden  ve  özellikle  de  teolojik problemlerin  çözümünde  sadece  felsefi  terimleri  değil  fakat  mantıksal  argümanları  kullanması  ve hepsinden  önemlisi  inanç  ile  akıl  arasında  bir  ayrım  yapması  nedeniyle  de  Boethius’un  Skolastik yöntemin öncülerinden olduğu söylenebilir.

Boethius yine bu bağlamda,  her bilimin  kendine özgü  ilkeleri olduğu  teziyle  teolojinin özerk  bir bilim  haline  gelmesine  önemli  bir  katkı  yapmıştır.  O,  öte  yandan,  tümeller  konusunu  Ortaçağ felsefesinin  gündemine  sokan  filozof  olarak  da  geçer. Gerçekten  de  Skolastik  felsefenin  en  önemli konularından  birini  meydana  getiren  ve  birçok  bakımdan  çok  büyük  önemi  olan  ünlü  tümeller kavgasını başlatan kişi olarak Boethius, nihayet özgür irade problemini dini bir çerçeve içinde ele alıp, Tanrının olmuş, olan ve olacak her şeyi bilen yetkin bilgisiyle,  irade özgürlüğünü ilk kez olarak ciddi ve akademik bir biçimde uzlaştırma çabası vermiştir.

Başka  bir  deyişle, Boethius  tüm  bilgi  paradoksunu,  yani  Tanrının  her  şeyi  bilmesinin,  geleceğe ilişkin  bilgiyi  de  kapsayan  mutlak  bilgisinin,  insanın  irade  özgürlüğüyle  uzlaştırılamayacağını  dile getiren,  O’nun  geleceğe  ilişkin  bilgisinin,  kudretli  Tanrının  her  şeyi  bildiği  ve  istediği  şekliyle yaratmasına ve her şeyin Tanrının bildiği ve istediği şekilde ortaya çıkmasına neden olduğunu, bunun da insanın özgürlüğüyle bağdaştırılamayacağını ortaya koyan paradoksu açık ve seçik bir biçimde ifade etmekle  kalmayıp  paradoksa  çözüm  getirmeye  kalkışan  ilk  filozoftur.  Çözümü,  üstelik  Boethius konuya  nedensellik  açısından  değil  de mantıksal  bir  açıdan  yaklaştığı  içindir  ki  farklı  ve  özgün  bir çözüm olarak gelişir. İşte bu yüzden, Boethius’un paradoksla ilgili çözümü Ortaçağda klasik bir çözüm haline gelmiştir. Ve nihayet, o felsefenin  insana neler sağlayabileceğini, söz konusu düşünüş  tarzının hakiki değerini gözler önüne sermek suretiyle, Hıristiyan kültürünün felsefeyi kendisinden gereği gibi yararlanacak şekilde almasına veya alımlamasına önemli bir katkı yapmıştır.

Aristoteles mantığını Hıristiyan düşüncesine sokan ve dolayısıyla Ortaçağ mantığının temelini atan; Platon  ve  Aristoteles’in  eserlerini  tercüme  ettikten  başka,  bunlar  üzerine  yorumlar  kaleme  almak suretiyle Ortaçağın  en önemli mantık  öğretmeni  haline  gelen Boethius’un mantık  ve  bununla  ilintili metafizik  problemler  açısından  esas büyük  önemi Ortaçağın  ünlü  tümeller  kavgasını  başlatmasından kaynaklanır.

Felsefede “tümeller kavgası” olarak bilinen meşhur tartışma, bir koluyla ilk kez Platon’un kavram ya  da  radikal  realizmiyle  başlamış  olsa  da  esas  Aristoteles  mantığı  tarafından  ortaya  konan  ama çözülmeden  bırakılan  temel  bir  problemin,  mantıkçının  kullandığı  terim  ve  kavramlarla  gerçeklik arasındaki  ilişki  probleminin  bir  sonucu  olarak  ortaya  çıkmıştı.  Kategoriler  dilin  mi  yoksa  gerçek dünyanın mı bölmeleridirler? Cinsler ve  türler sınıfladıkları duyu yoluyla algılanabilir şeyler dışında, ayrı bir gerçek varlıklar kümesi oluştururlar mı? Sözcükler ve sözcüklerden meydana gelen  tümce ya da önermeler gerçekliği nasıl, ne şekilde temsil ederler?

Problem açıktır ki  genel  kavramlarımızın  dış gerçeklikte, genel varlıklara,  yani  tümellere,  tür ve cinslere karşılık gelip gelmediği problemidir. Başka bir deyişle, problem,  tümellerin, eşdeyişle  tür ve cinslerin  gerçek  tözler  mi  olduğu,  yoksa  genel  kavramlar  olarak  yalnızca  zihinde  mi  var  olduğu problemidir. Söz  konusu  her  iki  alternatifte  de  filozof belli güçlüklerle karşılaşır. Buna göre,  birinci alternatifin kabul edilmesi durumunda, filozof, bu türden genel varlıkların  tam tamına ne oldukları ve nasıl  varoldukları  sorularını  cevaplamak  durumundadır. Buna  göre, gerçek  tözler,  zihinden bağımsız gerçeklikler olarak tümeller, cisimsel varlıklar mıdır, yoksa cisimsel olmayan gerçeklikler midir? Onlar somut  duyusal  varlıklardan,  bireylerden  bağımsız  olarak  mı  varolurlar,  yoksa  bireylerin,  duyusal varlıkların bileşensel ve özsel öğeleri midirler? Buna karşın, ikinci alternatifin, yani genel kavramların dış  gerçeklikte  bir  şeye  karşılık  gelir  görünmeyen  zihinsel  yapımlar  olduğunun  kabul  edilmesi durumunda,  filozof bu kez dış dünyaya  ilişkin genel bilgimizin  imkânsız hale gelmesi güçlüğüne bir çözüm bulmak durumunda kalır.

Problem,  Plotinos’un  öğrencisi  olan  Porpyrhos’un, Boethius’un Latinceye  tercüme  etmiş  olduğu İsogoji  adlı  eserinde  ortaya  konmuştur.  Buna  göre  Porpyrhos,  eserinde  önce,  sıradan  okuyucu  için anlaşılması oldukça güç olan kimi konuları ele almayacağını, belli soruları gündeme getirmeyeceğini söyledikten sonra, beş tümel konusunu, cins, tür, ayrım, türsel ayrım ve ilinek kavramlarını sistematik bir tarzda incelemiştir. Porpyrhos’un, ele almadığı sorular, sırasıyla cins ve türlerin gerçek varlıklar mı yoksa salt zihinsel yapımlar mı olduğu, onların gerçekseler eğer, cisimsel mi yoksa cisimsel olmayan bir yapıda mı oldukları ve nihayet, duyusal varlıklardan ayrı olarak mı, yoksa duyusal varlıklarda mı var oldukları sorularıdır.

Ortaçağ felsefesinde, Boethius’tan başlayarak kendilerine son derece karmaşık cevapların verildiği bu  sorular  söz  konusu  olduğunda,  temelde  üç  tavır  alınmış  ya  da  üç  farklı  yanıt  ortaya  konmuştur. Bunlardan birincisi, Platon’dan gelen ve Patristik felsefeye damgasını vuran realist görüş ya da kavram realizmidir. Kavram  realizmine  göre,  türlerin  ve  cinslerin  hem  insan  zihninden  bağımsız ve  hem  de duyusal varlıkların meydana getirdiği fenomenler dünyasından ayrı bir varoluşları vardır. Söz konusu görüş, gerçek değil de yalnızca bir görünüşten ibaret olan bireylerden meydana gelen duyusal dünyayı, felsefi bilginin konusu olmaktan çıkarır ve rasyonalist bir bilgi teorisiyle sonuçlanır. Onun Ortaçağdaki, özellikle  de  Patristik  felsefedeki  versiyonu  tümelleri  Tanrının  zihnine  veya  ayrı  bir  tinsel  dünyaya yerleştiren  anlayıştır. Görüşün  din  ve  teoloji  açısından  büyük  bir  önemi  ve  değeri  olmakla  birlikte, onun yarattığı en büyük güçlük dikkatleri duyusal dünyadan uzaklaştırıp, deneysel bilimin gelişmesini neredeyse imkânsız hale getirmesidir.

Bu görüşün, yani kavram  realizminin  tam karşısında  ise yalnızca bireyin gerçek olduğunu, genel kavramların,  tanımların  ve  genel  olarak  da  dillerin,  varolan  şeylere  gerçekten  ve  doğrudan  doğruya işaret etmekten  çok, bizim  şeylere verdiğimiz  isim veya  terimlerle  ilgili olduklarını  ileri  süren görüş olarak nominalizm yer almaktadır. Buna göre, cins-tür ayrımlarını gösteren bütün  tikel ve  tüm genel kolektif terimlerin yalnızca isimler, yapay ve keyfi simgeler olup, onlara karşılık gelen şeyin nesnel ve gerçek  bir  varoluştan  yoksun  olduğunu  öne  süren  nominalizm,  yalnızca  tikellerin,  “şu”  diye gösterdiğimiz bireysel varlıkların var olduğunu, soyutlamaların, tümellerin, İdeaların, özlerin, dilimizin ve  gerçekliği  anlama  tarzımızın  yarattığı  ürünlerden  başka  bir  şey  olmadığını,  söz  konusu  genel kavramların bize gerçekliğin nasıl olduğunu hiçbir zaman bildiremeyeceğini belirtir.

Skolastiğin  gerileme  döneminde,  Ortaçağın  sonlarına  doğru  ortaya  çıkan  ve  Ockhamlı William tarafından  savunulan  nominalizmin  en  önemli  avantajı,  bir  ontolojik  tasarruf  sağlayıp,  var  olanların sayısını çoğaltmaması ve dikkatleri başka bir dünyaya değil de bu dünyaya çevirmesi, ampirik bilimin doğuşuna  zemin  hazırlamasıdır.  Nitekim  14.  yüzyılda  William  ve  çevresindekilerin  nominalizmi, Batı’nın  modernlik  ölçütü  açısından,  eskinin  kavram  realizmiyle  belirlenen  via  antiquasıyla karşılaştırıldığında, via modernayı yani modern görüşü temsil eder.

Üçüncü  tavır  ise  kavram  realizmi  veya  radikal  realizmle  nominalizmin  bir  sentezini  yapan  ve tümellerin,  genel  kavramların  tikel  şeylerde  onların  özleri  olarak  var  olduklarını,  asla  onlardan  ayrı olarak var olmadıklarını fakat zihnin özleri, tümelleri tikel şeylerden soyutladığını, onlar için isimler ve semboller  yarattığını  savunan  kavramcılıktır.  Var  olan  her  şeyin  bireysel  olduğunu  iddia  eden kavramcılık,  genelliğin  hem  deneyimin  ve hem  de dilin  çok  temel  bir  yönü olduğunu  vurgulayarak, kavramların zihin tarafından nasıl oluşturulduğu ve deneyimin  tikel verilerinden hareketle oluşturulan kavramların  nasıl olup da genel  olabildikleri  sorularını  yanıtlamaya  çalışmıştır. Buna  göre,  tümeller, tikellere,  bireysel  nesnelere  ilişkin  duyu-deneyi  sonucunda,  bireysel  varlıklar  tarafından  paylaşılan ortak  niteliğin  zihin  tarafından  soyutlanması  suretiyle  oluşturulan  kavramlar,  idelerdir. Tümeller,  bir dile, bireysel nesnelere  ilişkin duyu–deneyiminden sonra dahil edilen kavramlar olarak var olurlar ve tümellerin bilgisine, kavramsallaştırılan bir deneyimden önce, asla sahip olunamaz.

Porpyrhos’un  söz  konusu  tavırların  temelindeki  soruları,  herkesin  anlayamayacağı  gerekçesiyle sormayacağını söylemiş olduğu eserini, yani İsagoji’yi çeviren Boethius’un, onun söz konusu meydan okuyuşuna  kayıtsız  kalması,  hiç  kuşku  yok  ki  düşünülemez. Boethius,  bu  konuda  işe  öncelikle,  bir tümel  tanımı  vererek  başlar;  onun  tanımı  elbette  bu  konudaki  ilk  tanım  değildir.  Buna  göre, Aristoteles’in  “tümelle,  çokluğa yüklenmeye uygun olanı” anlatmak  istediği yerde, Boethius,  tümelle birçok  şey  tarafından,  (i)  örneğin,  bir  tepsi  böreğin,  ondan  bir  dilim  alan  herkes  tarafından paylaşılmasında  olduğu  gibi,  parça  parça  değil  de  bir  bütün  olarak,  (ii)  kelepir  bir  evin  birçok  el değiştirmesinde  olduğu  gibi,  art  arda  değil  de  aynı  anda  ve  (iii)  çok  sayıda  insanın  halka  açık  bir toplantı ya da törene katılmasında olduğu gibi, dışsal ya da arızi bir biçimde değil de ondan pay alan şeylerin metafiziksel oluşumuna katkıda bulunacak şekilde paylaşılan ya da pay alınan bir şeyi, genel bir yapıyı anlatmak istemiştir.

Söz  konusu  tümel  tanımından,  ilk  bakışta,  Boethius’un  realist  bir  tümel  görüşüne  sahip  olduğu sonucu  çıkarılabilmekle  birlikte,  onun  başkaca  açıklamalarından,  kendisinin  daha  çok  kavramcılığa yöneldiği  anlaşılmaktadır.  Boethius’a  göre  tümeller  tözler  olarak  var  olamazlar.  Onların  salt  birer düşünce olmaları gerekir. Yani, o  tümellerin gerçek olduklarını, zihinden bağımsız bir varoluşa sahip bulunduklarını  kabul  etmez  fakat  bir  yandan  da  bu  durumun  dünyaya  ilişkin  genel  bilgimiz  için  bir tehlike meydana getirmediğini öne sürer. Tümeller, ona göre, dış gerçeklikte birtakım genel varlıklara karşılık  gelmeseler  bile,  gerçeklikte  temellenir,  dış  gerçekliğe  dayanırlar. Aksi  takdirde,  onların  boş olmaları gerekecektir. O,  işte bu güçlüğe bir çözüm getirmek, yani gerçekliğe  ilişkin genel bilgimizin mümkün olduğunu göstermek için bir soyutlama teorisi geliştirmiştir.

Buna  göre,  bir  türün  her  üyesi  türün  diğer  üyeleriyle,  zihnin,  tek  tek  bütün  bireysel  üyeler arasındaki  farklılıkları bir kenara bırakmak suretiyle algılayabildiği bir benzerlik sergiler.  İşte zihinde ele alınan ve doğru tasarlanan bu benzerlik, türü meydana getirir; aynı şekilde cins de zihnin cinsin tür üyeleri arasındaki benzerliği algılamasının bir sonucu olmak durumundadır. Cinsler ve türler, şu halde duyusal olarak algılanabilir şeylerde, duyusal olarak algılanabilir bir tarzda var olurlar fakat bir yandan da  “onların bir  varlığa başka  şeylerde  sahip oldukları  değil de kendilerinde  var oldukları, kendinden kaim oldukları düşünülür”.

Ortaçağın hemen tüm filozoflarını meşgul eden kötülük problemi söz konusu olduğunda, Boethius keskin mantıkçı bakışını buraya da uygulamış ve irade özgürlüğü konusunda Aquinalı Thomas’a kadar etkisini  sürdürecek  önemli  bir  katkı  sağlamıştır.  Başka  bir  deyişle,  sıra  Tanrının  sadece  olmuş  ve olmakta olanı değil fakat aynı zamanda olacak olan her şeyi bilmesiyle ilgili olan tümbilgi paradoksuna geldiğinde, Boethius, Augustinus’un yaptığı gibi, dünyadaki kötülükten, mutlak  iyi Tanrının değil de insanın özgür  iradesinin sorumlu  tutulması durumunda,  insanın  irade özgürlüğünün, Tanrının mutlak bilgisiyle,  yani  yaratıklarının  gelecekte  nasıl  davranacaklarını  bildiği  olgusuyla  uyumlu  kılınması gerektiğini  düşünmüştür.  Buna  göre,  Tanrı  bir  insanın  nasıl  davranacağını  biliyorsa  ve  bu  bilgiyle insanların  davranışları  arasında  nedensel  bir  ilişki  varsa,  yani  insan  gelecekte  Tanrının  öngördüğü şekilde  davranacaksa,  insanın  nasıl  olup  da  özgür  olduğu,  irade  özgürlüğüne  sahip  bulunduğu söylenebilir?  Yani,  Tanrı  benim  yarın  sabah  kahvaltıda  süt  mü  yoksa  çay  mı  içeceğimi  önceden biliyorsa  ve  davranışım  O’nun  bilgisine  uygun  olarak  gerçekleşiyorsa,  bu  takdirde  benim  özgür olduğumu ve eylemlerimden sorumlu tutulabileceğimi söylemek mümkün olur mu?

Boethius  bu  konuda,  problemin  bir  nedensellik  problemi  olmadığını,  yani  Tanrının  insan eylemleriyle ilgili olarak önceden sahip olduğu bilginin zorunlulukla bu eylemlere yol açmadığını fakat onun  yalnızca  zorunluluk,  zaman  ve  bilgi  arasındaki mantıksal  bir  ilişkiyle  ilgili  bir  konu  olduğunu söylemiştir. Ona göre, Tanrının bilgisinden değil de insanın geleceğe ilişkin bilgisinden hareket edecek olursak, benim geleceğe ilişkin bilgimin zorunlu olana ilişkin bilgiyle sınırlandığını söyleyebiliriz. Ben, bugünden  itibaren  tam bir yıl  sonra,  yağmur  yağıp yağmayacağını  bilemem  fakat  yalnızca,  aynı gün yağmurun ya yağacağını ya da yağmayacağını bilebilirim. Bu durum genellenebilir. Tanrı da gelecek söz konusu olduğunda,  ancak mantıksal  açıdan  zorunlu olanı bilebilir. Bu, Boethius’a göre, Tanrının gücüyle, mutlak  iktidarıyla  ilgili  bir  şey  olmayıp, mantıksal  bir  konudur.  Zira mantıksal  bakımdan imkânsız olanı ortaya koymak, bir kudret işi değildir. O, işte bu noktada bir adım daha atarak, Tanrıyı zamanın dışına çıkarır. Tanrı, bizim yaptığımız gibi, olayları, birbiri ardı sıra ortaya çıkarken görmez.

Tanrı  tüm olayları hep birden ve aynı anda, bir  tür “ebedi şimdi”de görür. Olayların düzeni Tanrının zihninde mevcut olmakla birlikte, Tanrı olayları art arda ortaya çıkarken deneyimlemez. Şu halde, tıpkı benim halihazır daki olumsal olguları, onların olumsallıklarına hiçbir şekilde müdahale etmeden, ortaya çıktıkça  bilmem  gibi,  Tanrı  da  biz  insan  varlıklarının  gelecekteki  özgür  eylemlerini,  onların olumsallıklarına hiçbir şekilde müdahale etmeden, onlara bir zorunluluk karakteri kazandırmadan bilir. Başka bir deyişle, Boethius’a göre, insanın gelecekteki davranışlarının, Tanrı bu davranışları bildiği için  zorunlulukla ortaya  çıkacaklarını  söylemek mümkün olmadığı  gibi,  zaman  içindeki olayların ve yaratıkların yine zaman içinde gerçekleşen eylemlerinin Tanrının ezeli-ebedi bilgisinin nedenleri olma sonucu  doğabileceğinden  dolayı,  Tanrının  bu  olay  ve  eylemleri,  gelecekte  ortaya  çıkacakları  için bildiğini  söylemek  de  söz  konusu  olamaz.  Bunun  yerine,  Tanrının  bir  şeyi,  tam  ve  gerçek  anlamı içinde,  öngörmediğini,  önceden  bilmediğini  söylememiz  doğru  olur.  Tanrı  ezeli-ebedi  bir  varlıktır; O’nun bilgisi, O’nun için gelecekte olana ilişkin bir önbilgi, öngörü değil de “ebedi şimdi”nin bilgisi, Tanrıda ezeli-ebedi bir biçimde mevcut olana, halihazır da olana ilişkin bir bilgidir. Şimdiki bir olaya, halihazır da olana  ilişkin bir bilgi söz konusu olaya bir zorunluluk yüklemez; öyle ki Tanrının  insan varlığının,  insani  bakış  açısından  geleceğe  ait  olmakla  birlikte, Tanrının bakış  açısından  şimdiye  ait olan, ezeli-ebedi şimdinin bir parçası olan, özgür eylemlerine ilişkin bilgisi, bu eylemleri, insanın özgür seçimlerinin sonucu olmamak anlamında, zorunlu ve önceden belirlenmiş hale getirmez:

Boethius, Felsefenin Tesellisi adlı eserinde, kötülük problemi bağlamında, en yüksek iyi konusunu ve  insan  eylemlerinin  nihai  hedefinin  ne  olduğu  problemini  ele  alır.  Yüksek  memuriyetlerde bulunduktan  ve  uzun  yıllar  iktidarda  kaldıktan  sonra,  haksız  ithamlarla  hapse  atılıp,  büyük  bir adaletsizliğe  uğradığı  inancındadır. Hapiste  yazdığı  bu  kitapta,  durumunu,  sık  sık  aynı  adaletsizliğe yaklaşık bin yıl önce uğramış olan Sokrates’e ve bu arada Platon’la Plotinos’a geri gitmek suretiyle, gerçekte  felsefe  ya  da  hikmet  olarak  kişileştirdiği  genç  kadınla  tartışır.  İşin  doğrusu,  o,  felsefeden teselli beklemektedir. Felsefe, Boethius’un diyalog kurgusuna göre, onu belli bir hastalığa tutulmuş ya da bellek kaybından mustarip biri olarak görür. Teşhis konulduktan sonra, tedaviye geçilecektir. Buna göre,  iktidarda veya yüksek mevkilerde bulunduktan sonra, hapishanede biçare bir duruma düşmenin yarattığı büyük şok, Boethius’a daha küçük yaşlardan başlayarak felsefeden kazanmış olduğu bilgeliği unutturmuştur. Dolayısıyla,  felsefe her şeye  rağmen  evreni yöneten bir Tanrının var olduğu bilgisine sahip olan, doğanın işleyişinin rasyonel bir düzen içinde gerçekleştiğine fakat insanlar arası ilişkilerde veya  insanların meydana getirdikleri  toplumlarda, kötülüğün  iyiyi ve  iyiliği bastıracak şekilde hâkim olduğuna  inanan Boethius’a önce hafif, giderek daha  ağırlaşan dozlarda  ilaç vermeye  başlar. Felsefe ona bir dizi  delil  ya  da  argümanla,  kendi  kişisel  çöküşünün, Boethius’un  düşündüğü  gibi bir  felaket olmadığını, istikrarsızlığın talihin özünde zaten varolduğunu, zenginlik, ün, şan ve şeref gibi, yalnızca talihe bağlı bulunan iyilerin gelip geçici olduğunu gösterir.

Felsefenin, Boethius’a  verdiği  ilaçların  nispeten  daha  ağır  dozlu  olanları  ise meselenin  can  alıcı özünü,  neyin  gerçekten  iyi  olduğunu  ortaya koyar. Felsefe  ya  da hakiki  bilgelik, ona,  insanların  salt talihe bağlı bulunan çok çeşitli iyilerin peşinden koştukları zaman, iyiyi gerçekten de istediklerini fakat iyinin doğasına  ilişkin bilgisizliğin onların  insan  için olabilecek en önemli konuda yanılmalarına yol açtığını anlatır. Buraya kadar konuşan, sanki Boethius’u karşısına alıp kendi tarzında sorguya çekmekte olan  Sokrates’tir.  Fakat  bundan  sonra  söze  dökülen  bilgelik  ise  klasik  bilgelikten  ziyade, Ortaçağın dine dayalı bilgeliğidir.

Felsefenin bildirdiğine göre, insanların esas ya da en büyük hataları, tüm diğer iyilerin kendisinden çıktığı veya kendisine bağlı bulunduğu biricik iyinin peşine düşmek yerine, bıkıp usanmadan münferit bazı iyilerin ardından koşmalarıdır. Tüm diğer iyilerin kendisinden türediği bu en yüksek iyi, hiç kuşku yok  ki  Tanrıdır.  Daha  doğru  bir  deyişle,  Boethius’un  teleolojik  etiğinde,  en  yüksek  iyi,  doğallıkla mutluluk  veya  ebedi  saadettir  (beatitudo);  Tanrı  kendisinden  daha  iyi  bir  şeyin  düşünülemeyeceği biricik varlık olduğundan, O mutlak iyi olmalıdır. Öyleyse, herkesin kendisine ulaşmaya çalıştığı fakat insanların, maddi  zenginliğin,  şan  ve  şeref  tutkusunun  gözlerini  kör  ettiği  büyük  bir  çoğunluğunun körlük  veya bilgisizliğinden  dolayı  kendisine  erişemediği  en  yüksek  iyi Tanrının bizatihi  kendisidir. Eylemlerimizin nihai hedefi  olan mutluluk,  şu  halde,  en yüksek  iyiyi bulan  insanın  yakaladığı  ebedi saadettir.

Boethius’un  düşündüğü  gibi,  iyilerin  güçsüz  ve  biçare  kalıp  ezildikleri  yerde,  kötülerin  köşe başlarını  tuttukları  için  kudretli  oldukları  doğru  değildir.  Çünkü  yine  felsefenin  bildirdiğine  göre, herkes  mutlu  olmak  istese  de  iyilerin  iyi  oldukları  için  en  yüksek  iyiye,  gerçek  mutluluğa  ulaşma gücüne sahip bulundukları yerde, kötüler onun ne nerede olduğunu bilir ne de onu bulabilme gücüne sahiptirler. Onlar sadece, sahte bir güçlülük görüntüsüyle, yanlış yerde yanlış şeye taparlar.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

İlgili Makaleler