33Sosyoloji Sözlüğü

BİLİM

 

BİLİM

 

Geniş anlamda bilim
“bilmek”, “öğrenmek” anlamına gelir ve her tür bilgi ya da
öğrenme­yi içerecek biçimde kullanılır. (Arapçadaki el-ilm ve Latincedeki scive
kelimeleri ‘bilmek’ anlamındadır.) Fakat daha dar anlamda, Özel­likle
İngilizcedeki Science kelimesinin etkisiy­le bilim, tabiata ait disiplinli
bilgiyi içerir ve beşeri ve sosyal bitimleri kapsamı dışında bıra­kır. Bu da
bilim literatüründe tabiat (fen) bi­limleri ve sosyal bilimler diye bir ayrımın
orta­ya çıkmasına yol açmıştır. Tabiat bilimleri ta­biattaki kanun ve
düzenlilikleri keşfetmeye ça­lışırlarken, sosyal bilimciler de toplumların,
toplumsal değişmelerin kanunlarını bulmaya Çalışırlar. Bilim felsefesindeki
genel eğilim ise, sosyal bilimlerin bir bilim olduklarının tar­tışmalı olduğu
şeklindedir.

Gerçekten evrende
hemen herşeyin sürekli bir oluş, akış, değişim ve belirsizlik içinde gö­rülmesi
ve algılanması sözkonusudur. Olayla­rı kavramak, duygularımızı bir düzene ve
sıra­ya koymak, yani sürekli bir kargaşadan kurtul­mak amacıyla evrensel
oluşumu ve değişimi sağlayan düzenin (kanunun) ne olduğunun bu­lunmasıyla ve
anlaşılır kılınmasıyla mümkün olabilir. Sözgelimi tabiat kanunları, nedensel­lik
ilkesi gibi bilimin temel değerleri böyledir. Bilimde çeşitli kanunlar
bulunabilse de, sonuç­ta bunların tümü tek ve aynı kanuna
indirgc-nebilmektcdir. Francis Bacon olayların ve ol­guların bilimsel yönden
bilinmelerini, neden­lerinin bilinmesine bağlayan yönde bir açıkla­ma yapar. Bu
açıklamada nedenden maksat, en geniş anlamda tabiat kanunudur. Aristote­les
ise, çok daha önceden şu düşünceyi ileri sürmüştür: “Bilim duyum
organlarımızın bizi varlıklarından ve değişimlerinden haberdar kıldıkları
nesnelerden ve olaylardan hareket ederek, zihnimizin bulabildiği kanunların
ifadesiyle sonuca varır.”

İnsanlık tarihinin
bilinebildiği dönemlerin­den itibaren bilimin ortaya çıkışı, oluşumu, ge-liŞİmİ
ve süreci, muhteva ve işlevleri sürekli değişime uğramış, toplumdaki öteki
kurumlar ile İlişkisi zaman İçinde farklılıklar göstermiş­tir. Böyle bir süreç
içinde bilimin ortak ve sü­reklilik arzeden niteliği genel olarak tabiatın ve
olaylarının bilgisi şeklinde açıklığa kavuştu-rulabilir. Bundan dolayıdır ki,
bilim ve düşün­ce tarihçileri bilimin gelişim sürecini daha çok pozitif
bilimlere indirgeme eğilimi duymuşlar­dır. Ne var kt, bilim denildiğinde sadece
pozi­tif bilimlerin anlaşılması gerçekçi bir yaklaşım olarak görülemez. Çünkü
insanı ve onun her türden davranışlarını toplumsal ve kültürel yanlarıyla
İnceleyen bilim dalları da bulun­maktadır ki, bunlara “insan
bilimleri”, “beşeri bilimler” ya da “sosyal bilimler”
adı verilmekte­dir.

Tabiatta meydana gelen
olayların dikkatli in­celenmesiyle elde edilen tabii düzen ve bunun akü
nedenlerle açıklanmasının bilgisi olarak bilimin ortaya çıkışını yazının
bulunuşundan önceki tarihi zamana götürmek mümkündür. Gerçekten bulunan mağara
resimleri, kemik ve boynuzlara çizilmiş resimlere bakıldığında görülen düzgün
çizgiler de bu dönem insanla­rının tabiattaki bazı olayları bildiğini ortaya
koymaktadır. Nitekim arkeoloji, antropoloji ve prehistorya gibi bitim
dallarının günümüz­de ulaştıkları ortak kanaat tarih öncesi ilk uy­garlık veya
kültür ortamlarının Dicle ve Fırat, yani Mezopotamya’da, Nil, İndus, Sarı Irmak
(Huang He) ve Yangtzc gibi büyük nehir kıyı­larında kurulduklarıdır. Kuşkusuz
bilimin ge-Çİrdiğİ süreç dikkate alındığında bilim veya bi­limler alanındaki
gelişme neden ve etkenleri uygarlığın evrimini gerçekleştiren oldukça çe­şitli
ve karmaşık tarihi ve toplumsal şartlar ve ortamlar İle yakından İlişkilidir.
Yerleşim ba­kımından jeopolitik etkenlerden başlayıp ik­lim şartlarına,
iktisadi duruma, toplum yapısı­na, toplumun bireyleri ya da zümre veya sınıf­ları
arasınaki huzur, güven ve refah derecesi­ne, tarihi birikimine vb. kadar
genişleyen bi­rinci derecede etkenlerin önemi ortaya çık­maktadır. Nevar ki,
bütün bunlara rağmen bİ-Umde mutlaka sürekli bir gelişmenin kesin bir Şekilde
olacağı da ileri sürülemez. Çünkü mut­lak surelte insana bağlı olan bilim,
gelişimi ya da evrimi açısından insanın içinde bulunduğu Şartlar yanında onun
sahip olduğu imkanlarla da yakından ilişkilidir.

Demek oluyor ki,
toplumların başlangıcın­dan ve bu bağlamda kültürün ortaya çıkışın­dan
itibaren, en ilkel olarak tanımlanan uygar­lıklarda bile, evren konusunda bir
söylem (dis-course) oluşmuş, dolayısıyla tabiat ve evrene İlişkin çalışmaları
belirleyen bir bilgiler bütü­nü meydana getirilmiştir. Nitekim efsanelerin
amacını bu bağlam çerçevesinde değerlendir­mek gerekir. Kaldı ki, her bilgi
sistemi mutla­ka bilimsel değildir, hatta bilimsel niteliği ka­zanmaya da
yönelmemiş bulunabilir. Gerçek­ten efsanelerin bilimsel ölçüler açısından doğ­ru
olmadıklarını ileri sürmek, onların mahiyet­leri ve işlevleri konsunda bize
belli bir bilgi vermeyebilir. Fakat yine de kültürün içinde yer alırlar. Bu
açıdan bilimin özel bir kültür ol-gusuolduğu ve belli bir uygarlık Örneğine bağ­lı
bulunduğu yargısına varmak mümkündür. Sözgelimi, bu bakımdan, Batı biliminin
Balı uygarlığına bağlı Özel bir olgu olduğu İfade edilebilir. Aynı şekilde, bir
dîn olma yanında bir uygarlığı da ifade eden İslam’ın kendine Özgü bir bilim
anlayış ve sisteminin bulundu­ğu rahatça ileri sürülmclidir.

Şimdi kısaca bilim
tarihini gözden geçirelim:

 

Hind’de Bilim:

 

Hindistan’ın bilim
alanındaki kalıcı etkileri sınırlı olmuştur. Hindistan’da güneş ve ayın
hareketleri, ışığın kaynağı sayıldıklarından, bi­rinci derecede önemliydiler.
Bütün tabiat güç­leri birer Tanrı olarak kabul edilirdi. Nitekim Hint
inanışında canlı olan ile olmayan, yani “şey” ile “özne”
arasında herhangi bir fark gö­rülmezdi. Sözgelimi Budacılıkta evren birlik
içinde bir akış olarak tanımlanır. Buna göre evren psişik ve fiziksel
unsurlardan oluşur (Drahma). Ancak Budacılık nesnenin gerçek­liğini belirleyen
maddeyi reddeder. Tabiatta oluş ve yok oluş sonsuzdur ve varoluş sürekli

ve kesintisiz bir
oluştur. Lokayata ya da Carva-ka öğretilerine göre dünya maddi bir yapı olup
su, hava, ateş ve topraktan, yani dört un­surdan (car. dört, vak: söz, Catvaka:
dört söz) meydana gelmiştir. Canlı varlıklar ve özellikle insan da bu maddi
unsurların parçacıklarıdır­lar. Carvaka öğretisini benimseyenlerin bilgi
teorisi ve mantıkla ilgilendikleri sanılmakta­dır. Onlara göre gerçeğin, yani
bilginin kayna­ğı duyumlar, yani algılardır. Duyumlarla elde edilen bilgilerin
tümü gerçektir. Dolayısıyla mantıksal akıl yürütme bilginin kaynağı ola­maz,
çünkü akıl yürütme genel ilkeleri kapsar ve bunlar da duyumların konusu
olamazlar.

Kısacası Hindistan’da
Hint geometri ve cebi-ri belli bir gelişim göstermiştir. Buna tıbbı da eklemek
gerekir, özellikle Hint matematiği­nin numaralama sisteminin elverişli olması
ve yaklaşık IX. yüzyılda müslümanlann “Gubar-ı Hint” denilen bu bilim
dalını bilimde devrim sayılacak nitelikte geliştirmeleri, bu rakamla­rın Batıya
geçmesinde ve gelişmesinde etkili olacaktır.

 

Çin ‘de Bilim:

 

M.Ö. yaklaşık iki bin
yıl önceleri bürokrasi­ye dayalı devlet kurumu oluşturan Çin, bilim alanında da
önemli gelişmelere sahne oldu. Çinliler evrenin yapısı ve düzeni konusunda dini
ya da mitolojik açıklamalar yerine, bu ya­pı ve düzenin insan tarafından ortaya
çıkarıla­bileceği, dolayısıyla bundan yararlanabileceği kanaatini taşıyorlardı.
Nitekim, devletin de destek ve özendirmesiyle Çinli bilginlerin bir takvim yılı
yaptıkları ve takım yıldızlarının gökteki konumlarını belirledikleri anlaşılmak­tadır.
Devlet ve yöneticiler bu bakımdan astro­nomi, astroloji gibi bilgi dallarından
yararlan­dıkları gibi, öteki dalların gelişimine de pratik kullanımlarının
önemi dolayısıyla önayak ol­dular. Gerçekten kimya (aynı zamanda sim­ya), tıb,
jeoloji, coğrafya ve teknoloji alanların­daki incelemeler ve çabalar pratik
bilgi ihtiya­cım karşılama düşüncesiyle devlet tarafından teşvik edilip
desteklenmiştir.

Hindistan ve Çin
bilimleri eski çağlarda önemli gelişmeleri içlerinde barındırmakla birlikte
kaynak ve tarihi süreç bakımından ge­rek Hint, gerekse Çin matematik ve astrono­mi
bilim dallarının Mezopotamya’dan etkilen­diğini gösteren belirtiler vardır.

 

Mısırve
Mezopotamya’da Bilim:

 

Mısır ve Mezopotamya
uygarlıklarının M.Ö.3000 yılından daha önceye uzandığı bilin-mekteyse de, bu
uygarlıklarda bilimsel çalış­maların varlığını kanıtlayan belgeler en çok M.ö.
2000 yılı dolayına kadar uzanır. Bu de­mektir ki, bilimsel çalışmaların kaynağı
daha gerilere dayanmaktadır. Bu uygarlıklardaki bi­limin ilk ortaya çıkışının,
tarımsal faaliyetlerin ve kurulan kent ve kasabaların varlığına bağlı olduğu
Öne sürülebilir. Mısır’da uzun süren bir Firavunlar sülalesinin hakimiyetine
karşı­lık, Mezopotamyada aralıklarla devam eden çeşitli sülale ve kavimlerin
hakimiyeti söz ko­nusu olmuştur. Sözgelimi Sümerler uygarlık bakımından bir
yeniden doğuş çağından sonra ortadan kaybolmuşlar, arkasından Eski Babil dönemi
başlamıştır. Gerçekten Susa ve Elam’da yapılan kazılarda eski Babil dönemi­ne ait
bir kısım matematikle ilgili tabletler or­taya çıkartılmıştır ki, bunların
bilimsel değeri vardır. Yine astronomi çalışmalarına bu dö­nemde rastlanmakla
birlikte, asıl olarak astro­nomi alanındaki gelişme Asurlular dönemine tekabül
etmektedir. Bunun yamnda Sümerle-rin ateşte belli bazı madenleri bakıra dönüş­türdükleri
ve bakıra çeşitli şekiller verebildik­leri, bakır ve kalay alaşımından
dayanıklı ve kaynaşmaya elverişli bronzu elde ettikleri bi­linmektedir, öte
yandan ihtiyaç maddelerinin alışverişinin belli bir düzene bağlanması, alıp
verilen miktarların fırınlanmış toprak tabletle­re işaretlendiğini; bu işlemin
zamanla 60 ta­banlı konumsal bir sayı sistemiyle sonradan ideogram biçimine
dönüşen, bir resim-İşaret yazı sistemini doğurduğu sanılmaktadır. Bu gelişim
süreci matematik, astronomi, tıp, ta­rih, mitoloji ve din ile ilgili geniş bir
literatü­rün oluşmasmı sağlamıştır. Çarpım tablosunu da kullanan Sümerler alan
ve hacim hesapları-

nı yapıyorlar, daire
alanıyla silindir hacmini bulmada (pi) değeri olarak 3.124’i alıyorlardı.
Babilliler ise matematik ve astronomide ilerle­me yaptıkları gibi, temel bazı
geometrik kav­ramlar da ortaya koydular; Sümerlerin geliştir­dikleri tam sayı
sistemini kesirlere uyguladı­lar. Kare kök, küp kök alma, ikinci ve üçüncü
dereceden denklemler ile ilgili problemleri çö­zen tablolar geliştirdiler.
Yarım bîr dairede çi­zilen üçgenin dik açılı olduğunu, Pİsagor teo­remi olarak
bilinen dik açılı üçgenlerle İlgili te­oremi, dairenin 360 derece, bir saatin
60 daki­ka, bir dakikanın 60 saniyeye bölündüğünü bi­liyorlardı.

Matematik ve geometri
alanında olduğu gi­bi astronomi alanında da deneye dayalı geliş­melerin
Babillİlerce gerçekleştirildikleri açık­tır. Çünkü toprağın İşlenmesi, ekim ve
hasat dönemlerinin belirlenmesi, kutsallık izafe edi­len gök cisimlerinin doğru
hareketlerinin ve yönlerinin tesbiti astronomiyle yakından İlişki­liydi.
Sözgelimi yılın uzunluğunu 4,5 dakikalık bîr yanılma payıyla
hesaplayabiliyorlardı.

Mısır’da bilim
alanındaki gelişme Mezopo­tamya’ya göre biraz yavaş gelişmiş görünmek­le
birlikte, aradaki farkın çok büyük olduğu düşünülmemelidir. Mısır’daki
pramitlerin ya­pımı, Nil deltasında tanm faaliyetinin verimli şekilde
yürütülmesi matematik, geometri ve astronomi gibi bilim alanlarında belli bir
geli­şimin olduğunun işaretleridir. Fakat tıp ala­nında Mısır’da önemli bir
gelişmenin varlığı da açıktır.

Kısaca Mısır ve
Mezopotamyada biri diğe­rinden biraz farklılık gösterse de, gerçekte bir­birine
yakın bir uygarlığın oluştuğu ve bu uy­garlıktaki bilimsel gelişmelerin de
birbirinden Çok uzak olmadıkları söylenmelidir. Ancak ge­lişen bilim dallarının
pragmatik özellikler taşı­dıkları hemen belirtilmelidir. Başka bir ifadey­le
anlatmak gerekirse mühendislik, mimarlık, çeşitli teknoloji türlerinin
gelişimi, insanların kasaba ve kentlere yerleşerek iş bölümünü esas alan belli
oranda karmaşık bir hayatı ya­şamalarının doğal bir sonucu olarak ortaya
Çıkmıştır.

 

Yunan Bilimi:

 

Yunanlılar İle bilim
bir değişime uğradı. Yu­nanlılar felsefeyle birlikte bilime yeni bir yön ve
anlam vermişler; kaynak, mahiyet ve işlevi­ni farklı biçimlerde tanımlamaya
çaba göster­mişlerdir. Bilmek, anlamak ve açıklamak gibi üç ortak kaygıdan
doğan Yunan bilim ve felse­fesi, bilimden pratik yarar beklemeksizin salt
evreni ve özünü kavramak ihtiyacı taşryan bir düşünceden hareket eder. Yani
tabiatı salt bir bilgi tutkusuyla anlamak ve kavramak isteyen bir insanın
çabasına kendisine temel alır. Ger­çekten Batı biliminin İlk temsilcileri de
olan eski Yunan filozoflarının evreni anlamak için başvurdukları çözümleme
nesneleri, tabiatta­ki olay ve olgulardır. Tabiatı, tabiatta olup bi­tenleri,
tabiattaki varlık türlerini mitik ve dini inanış ve değerlendirmeler alanından
çıkartıp insanın yetenek ve güçlerine dayanarak anla­maya çalışmışlardır. Bu
olgunun öncelikle ba­tı Anadolu’da, İyonya’da M.Ö. yaklaşık 6000 yıllarında
Thales ile başladığı ve bunun İyon-ya okulu adını alarak Batı biliminin de
kayna­ğını oluşturduğu görülecektir. Aristoteles’in “Fizikçiler”
şeklinde tanımladığı ve Sofistlere kadar ulaşan dönem düşünürlerinin genellik­le
matematik, geometri, astronomi, coğrafya ve biyoloji gibi çeşitli bilim
dallarıyla İlişkili ol­dukları bilinmektedir. Bunlar, tabiatı ilkeleri ve
nedenleri bakımından, incelemeye çalışır­larken, akıl yürütme ve deney ve
gözlem gibi bilimsel yöntemleri de gözönünde tutmaya ça­ba gösterdiler. Ayrıca
Mısır, Ortadoğu, yani eskiden beri sürüp gelen Mezopotamya bili­minden de,
kişisel ilişkiler sonucu olsa gerek, geniş bir şekilde yararlanma imkanı bulmuş
ol­dukları anlaşılmaktadır. Sözgelimi Thales’in çok küçük bir yanılma payıyla
güneş tutulması­nı haber vermesi, Mısır ve Mezopotamya kül­tür çevreleriyle
ilişkide bulunmuş olmasını dü­şündürmektedir. Yine matematiksel ifadeyle
gemilerin kıyıdan uzaklığını hesap edebiliyor­du ki, bu ve benzer bilgileri
Mısır’a yaptığı ge­ziyle İyonya’ya getirmiş olması mümkündür. O, evrenin ana
esasının (arkhe) sudan oluştu­ğunu, evrendeki varoluş ve yok oluşun, suyun
değişimiyle ilgili olduğunu ileri sürecektir. Bü­tün tabiat olayları, tabiattaki
varlıkların tür ve nitelikleri, katı, sıvı ve gaz halinde bulunabi­len bu ana
esasın, yani suyun değişimine bağlı­dır. Evrendeki düzen ve uyum da bununla
açıklanabilir. İşte gerek tabiattaki olayları, ge­rek varlık türlerini ve
gerekse evrendeki dü­zenliliği ve rasyonelliği suya göre açıklamak mümkündür.
Çünkü bununla evrensel bir ilke­ye ve nedene ulaşmak sözkonusudur. Tha­les’in
dostu ve öğrencisi olan Anaksimandros ana esasın su olamayacağına, onun yerine
“bi­linmeyen şeyin” (apeiron) ana esas kabul edil­mesini ileri sürdü.
Böylece Thales ile başlayan bu açıklama süreci yaklaşık iki yüz yıl sonra dört
unsur öğretisi şeklinde ortaya çıktı. Yani evrenin ana esasının su, hava, ateş
ve toprak olduğu kabul edildi. Ana esas olarak havayı Anaksimenes, ateşi
Herakleitos ve bu üç unsu­ra toprağı da ekleyerek dört unsur halinde ka­bul
eden ise Empedokles olacaktır. Empedok-les’e göre evrendeki bütün varlıklar bu
dört unsurun değişik oranlarda birleşmesiyle mey­dana gelir. Unsurların
birleşmesi ve ayrılması ise sevgi ve nefret güçleriyle gerçekleştirilir. Evren,
tabiat ve varlıkların oluşumu ve yok oluşu bu iki gücün çarpışması sonucunda
rast­lantıyla olur. yine Empedokles ayın ışığını gü­neşten aldığını, güneş ve
ayın dünya etrafında döndüğünü, ayın güneş ve dünya arasından geçmesiyle güneş
tutulmasının meydana geldi­ğini ileri sürmüştür.

Empedokles ile
birlikte Anaksagoras, Leu-cippus ve Demokritos’un İlk çağ atomculuğu olarak
nitelendirilen öğretiyi hazırlayıp oluş­turdukları görülmektedir. Buna göre,
evrende her şey, bölünemeyen en küçük parçacıklar (a-tom)dan meydana gelmiştir.
Sonsuz sayıda ve nicelik özelliklerine sahip olan atomlar boş uzayda sürekli
hareket ederek evreni ve varlık­ları meydana getirirler. Atomların hareketleri
zorunlu ve mekaniktir, dolayısıyla evrende, ta­biatta ve varlığın hareket ve
değişiminde zo­runluluk ve mekanik ilkeler hakimdir.

Öte yandan evrende ve
varlıktaki hareketi, değişmeyi ve bunlara bağlı olarak oluşu, ana esas olarak
kabul edilen ateşe dayandıran Herakleitos, devamlı birvar olma ve yok olma sü­reci
şeklinde tanımlamıştır. Herakleitos’un ana esas kabul ettiği ateş, XX. yüzyılda
ato­mun parçalanmasından sonra yeniden tartışı­lacak ve ateş ile kastedilenin
gerçekte enerji olduğu yorumlan yapılacaktır. Demokri-tos’un atomcu Öğretisi de
XVI-XVII. yüzyıl­da, özellikle Gassendi gibi düşünürler tarafın­dan İki bin yıl
sonra yeniden canlandırılacak ve Yeni Çağlardaki bilim alanında başlayan
gelişmede temel sayılacaktır.

 

Yeni Çağda
Bilim

 

Başlangıçta bilim ve
felsefe arasında bir bü­tünlük söz konusuydu. Bilimin gelişimi de, fel­sefi
akımların gelişimiyle birlikte oldu. Ancak bilim ile felsefe arasında ayrım da
bu arada gi­derek ortaya çıktı. Daha sonra, Yeni Çağlar­da, felsefeyle bilim
karşı karşıya geleceklerdir. Bu anlamda Batı düşüncesinde bilim ile felse­fenin,
bütün çabalara rağmen, karşı karşıya gelme tehlikesi daima kendini duyurmuştur.
Aslında felsefeyle bilimin karşı karşıya gelme­si bilgi teorisinde açık bir
biçimde gözlemlcne-bilmektedir. Felsefe, genel olarak bilimin ve özellikle de
bilimsel disiplinlerin mahiyetini ve konusunu kendi öz İmkanlarıyla belirle­mektedir.
Buna karşılık bilim, kendi gerçek gelişimiyle kendini Önceden sınırlamaya kalkı­şan
her girişimden kesin olarak kaçınmaktadır.

Orta Çağ’ın Vll.yy.
ortalarına kadarki ilk de­virlerinde bilimde bir duraklama, hatta gerile­me
olmuş, 750ılerden sonra, özellikle Bağdad okulunun önderliğinde, büyük bir
hızla, ilk çağların büyük mirası üzerinde bilim yeniden itibar gören bir
disiplin haline gelmiştir. He­men aynı yüzyıllarda Endülüs’teki gelişmenin de
bu konulardaki büyük payı unutulmamalı­dır.

XVI.yy.dan itibaren,
özellikle Batı Avru­pa’da çok geniş ölçüde bir yayılma, derinleş­me ve
genişleme gösteren çeşitli bilimsel ko­nular XIX. yy. sonlarından itibaren
yoğun ve yepyeni bir yönde bir yükselme dönemine gir­miştir. Bu gelişme daha
sonra insanlık için atom ve hidrojen bombasının, silah sanayinin kullanılması
gibi bir tehlike de oluşturacaktır.

Kısacası, Yeni
Çağlarda biüm alanında ge­rek metod, gerekse yeni bilim dallarının
ba-ğımsızlaşmasıyla hızlı bir gelişme dönemine gi­rildi, özellikle Röncsansın
XV. yüzyılda uyan­dırdığı yeni İnsan anlayışına bağlı olarak eşya tabiat gök
cisimleri ve toplum yeniden değer­lendirilmiş ve yorumlanmıştır. Rönesansın ge­tirdiği
bu yeni anlayış bilimi belli bir zümre­nin (ruhbanın) tekelinden çıkartarak
geniş halk kitlesi içinde yer alan çeşitli mesleklere mensup insanların Önüne
sermekteydi, örne­ğin Leonardo da Vinci (1452-1519) böyledir. Bilginin kesin
niteliğini ileri süren Vinci, tek­nik bilimler alanında buluş ve deneyleriyle
de Önemli bir görev üstlenmiştir. Uçan makine, paraşüt, helikopter ve çeşitli
silahlar hususun­da tasarımlar yapmıştır. Anatomi üzerindeki incelemeleri,
kanın İşlev ve hareketleri üzerin­deki fizyolojik incelemeleri, yerküresinin
öte­ki gezegenler gibi bir gezegen olduğu görüşüy­le astronomi alanındaki
çalışmaları önemli­dir. Fizik, mekanik ve kurucusu sayıldığı yerbi­limi
(jeoloji) dallarında yaptığı çalışmalar da aynı şekilde önem arzetmektedir.
Nitekim as­tronomi, fizik ve mekanik alanlarında yaptığı çalışmalar Kopernik’in
bilimsel devriminin kaynaklarından biridir.

Aristoteles fiziğine
dayanan Batlamyus as­tronomisinin yıkılmasıyla gerçekleşen bilim­sel devrimin
özü Kopernik’in Güneş merkezli sistemine dayanmaktadır. Fakat Kopcrnik ka­dar
Tycho Brahe’nİn, Johannes Kepler’in ve Galİleo Galilei’nin çalışmaları da bu
konuda önemlidir. Bütün bunlardan sonradır ki, New-ton’la birlikte yerçekimi
yasası ve gök mekani­ği bir sisteme kavuşabilmiştir.

Aynı şekilde kimya,
tıp ve biyoloji alanların­da da yeni gelişmeler olacaktır. Paracelsus
Du-bois’in tıbba kimyayı uygulaması; Andreas Ve-salius (1515-1564)’un modern
anlamda anato­miyi kurması bu arada zikredilmelidir. Ancak tıp alanında gerçek
bilimsel buluşu William Harvey (1578-1657) gerçekleştirecektir. Har-vey insan
vücudundaki kanın dolaşımı yanın­da kalbin çalışma düzeni ve embriyoloji
alanında da başarılı çalışmalar ortaya koyar. Kim­ya alanındaki gelişmenin
Lavoisİer tarafından başarıldığını belirtmek gerekir.

Bilim alanındaki
gelişmeler günümüze kadar devam etti. Ancak bu gelişmenin insana ve in­sanlığa
getirdiği yararlar yanında, ortaya çıkar­dığı sorunların çeşitliliğini de
gözönünde bu­lundurmak gerekmektedir. Sözgelimi doğa­nın tahribiyle bozulan
dengenin nasıl kurula­cağı, teknik bilimlerin giderek insanın iradesi­ni
bağımlı hale getirmekle özgürlüğünü sınır­landırması, hatta yokedici bir
nitelik kazanma­sı, savaşlardaki insan öldürmelerinin bir kıyım boyutuna
ulaşması, doğal kaynakların aşırı tü­ketimi ve insanların lüks ve konfora aşırı
düş-künlükleriyle ortaya çıkan ruhsal sorunlar vb. bilimin amacı konusunda
yeniden bir değer­lendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bunun yanın­da bilimin
insanın manevi dünyası ve kişiliği­ni, tıpkı bir nesne olarak araştırmaya çalışma­sı,
bilimin kullanım alanında bulunması şart olan insani yönü gözardı etmesi hatta
yok et­mesi sonucunu da getirmiştir, denebilir. Yani bilim ve bilimsel yöntemin
ulaştığı ilkeler, in­sanın manevi dünyasını besleyen temel değer­lerin yerine
konulmak istenmiştir ki, bu tutum bizzat bilimin amacını aşmış, onu bir tabu
hali­ne dönüştürmüştür. Dolayısıyla İnsanın geliş­mesini manevi yönden
zenginleşmesini amaç­layan bilim, bu kez bu sürecin önünü kesen sed olmuştur.

 

İslâm ‘da
Bilim

 

Vahye dayanmakla birlikte
zaman içinde bu özelliklerini büyük ölçüde kaybeden Yahudi­lik ve
Hıristiyanlıktan farklı olarak İslâm dini, bilgiye, bilime önem vermekle
onlardan ayrı­lır. Bilginin elde edilmesinde cins ayrımını bi­le yapmayan, yani
erkek ve kadının ilim öğren­mesini teşvik eden İslam dini, bilginin kaynağı
bakımından da bir ayrım getirmez. Başka söy­leyişle bilginin müslüman
olmayanlara da baş­vurulmak suretiyle öğrenilmesi teşvik edilmiş­tir.
Hz.Peygambcr (s.a.v) İlmin “Çin”debilc ol­sa alınması gerektiğini her
bir müslümpna tav-

siye etmesi ve
buyurması önemli bir özellik ar-zeder. Ayrıca bilim adamının her türden faali­yeti,
yani bilgi ve bilim uğrunda sarf ettiği bü­tün çabalar ibadet olarak
nitelendirilerek onun önemi vurgulanmıştır. Yaklaşık VII. yüzyıldan itibaren
müslümanla-nn özellikle Şam, Mısır, Kuzey Afrika, Orta Asya gibi bölgelerde
hızlı bir fetih hareketiyle çeşitli kültür birikimleriyle karşılaştıkları bilin­mektedir.
İslam’ın oluşturduğu canlı, engin ruh ve bilinç gücüyle yoğrulmuş müslümanlar
bu yüzyıldan itibaren bilgi, bilim ve düşünce alanında sadece İslam dünyasıyla
sınırlı kalma­yacak ve özellikle XI. ve XII. yüzyıl Avrupa Orta Çağında derin
etkiler meydana getire­cek bir faaliyeti başlatacaklardır. Nitekim Do­ğuda
kurulan Nizamiye Medreseleri, bilimin ve düşüncenin bütün bir İslâm dünyasında
yaygınlaşmasını sistemli hale getirdiği gibi, Ba­tıda bilgi ve sınırlı bilim
anlayışının bölgesel mekanları olan manastırların işlevlerini de et­kisiz hale
getirecek, üniversitelerin kurulması­na öncülük edecektir. Sözgelimi X.
yüzyıldan itibaren başta İtalya’da olmak üzere kurulan Bologna, Padua
Üniversitelerini, XII. yüzyıl­da Paris’te Sorbonnc, Montpellier, İngilte­re’de
Oxford, Almanya’da Köln üniversiteleri gibi üniversiteler, mimari tarzları
yanında, uzun yıllar takib edecekleri müfredat prog­ramları bakımından da
Nizamiye medresesi ve onu örnek almış öteki medreseleri izleye­ceklerdir.

İslâm dininin,
özellikle Hıristiyanlıktan farklı olarak İnsanı ruh-beden bütünlüğü içinde kav­raması
ve dünyanın da ahireti, yeni ebedi ha­yatın mekanı olarak nitelenen ölümden
sonra­ki hayatın yaşanılacağı dünyayı tamamlar şe­kilde nitelendirmesi, dünya
hakkında doğru ve kesin bilgilerin elde edilmesi eğilimini güç­lendirmiştir.
Dolayısıyla müslüman bilginler ebedi hayatın kavranılması bakımından dün­ya,
dünyadaki nesnelerin gerçek mahiyet ve nedenlerinin anlaşılmasına
çalışmışlardır. Ruh ve beden gibi, hayat da, hayatın yaşamldı-ğı bu dünya ve
nesneler de Allah’ın insana ih­san etliği değerli emanetlerdir. Gerçek bir kul olmak
İle yükümlü bulunan her müslüman fert kendisine verilen bu değerli emanetlerin
mahiyetine nüfuz ederek kavramak, onlardan ibret almak, nedenlerini çözmek
durumunda­dır. Bundan dolayıdır ki, İslâm düşünce bilimi dünyanın ve eşyanın
(daha genel olarak da ‘Varlık’m) objektif bir şekilde incelenerek
kavranılmasını öngörür. Buna bağlı olarak İs­lam kültüründe bilim bir bütünlük
içinde olu­şacaktır. Yani dint bilimler ile pozitif bilimler incelenme
fonksiyonu bakımından ayrıma ta­bi tutulsalar da, bilgi ve bilimin özü bakımın­dan
bir ayrım sözkonusu edilmeyecektir. Kal­dı ki, dinin hakikatinin anlaşılması ve
kavranıl­ması, ibadetlerin İfası bile pozitif bilimlerin ge­liştirilmesini
adeta zorunlu kılacaktır. Mesela İslâm Hukukunun bir çok kuralı ve kurumu­nun
matematikten astronomiye kadar bir çok pozitif bilim alanıyla ilişkilidir. IX.
yüzyıldan itibaren İslâm bilimi matema­tik, astronomi, fizik, mekanik, tıb,
kimya, ecza­cılık gibi pozitif bilimler yamnda sosyal bilim­ler ve felsefe
alanında hızlı bir gelişme göster­di. Ayrıca bilimsel yöntem konusunda da
müs-lüman bilginlerin önemli katkıları oldu. İlk­çağ tabiat filozoflarının
görüşlerini daha yön-temli bir şekilde genişletip geliştiren, eksiklik­lerini
tamamlayan ve yanlışlarım düzelten müslüman bilgin ve düşünürlerin oluşturduk­ları
İslâm bilim birikimi Orta Çağ Skolastiği­nin kendi içinde tartışılmasını ve
yıkılmasını hazırladığı gibi, Rönesans ile birlikte Yeni Çağ biliminin kuruluş
ve gelişimini de belli bir sınıra kadar hazırlamıştır, özellikle Kindi, Farabi,
İbn Sina, İbn Rüşd gibi bilgin ve düşü­nürlerin akıl ve bilim
sınıflandırmalarıyla Aris-totoles ve Platon felsefelerim yorumlayıp de­ğerlendirmeleri;
İbn Heysem, İbn Bacce, Ebu-bekir Razi, Harezmi, Ömer Hayyam, Biruni, İbn
Hayyan, Ebu Kasım Allaf, Ebu Zekeriya el-Avam, Ebu’l Ferec, Muhammed b. Cabir
el-Battani, Ali b. Abdurrahman b. Yunus, Ebi Alı Hassen, Gazali, İbn Haldun,
İbn Tufeyl gi­bi birçok bilgin ve düşünürün çeşitli bilim alanlarıyla felsefe
ve kelam konularındaki gö­rüşleri Batıda bilimin yeniden doğuşunda etki­li de
olmuştur. Müslüman bilginlerin bilim alanındaki katkıla-

rı önceki bilgileri
sıkı bir şekilde değerlendir­meye tabi tutmak ve yeni inceleme ve araştır­malarda
bunları değerlendirmek şeklinde or­taya çıktı. Hint kültüründe kullanılan
matema­tik, müslüman matematikçilerin değerlendir­meleri ve sistemli bir hale
getirmeleriyle insan­lığın hizmetine sunularak evrensel bir bilgi di-İİ
özelliği kazanabildi. Bunun gibi bilimsel me-tod konusunda, özellikle tabiat
bilimleri ala­nında deney ve gözlem metodlan üzerinde yo­ğun tartışmalar
yapıldı.

Yeni Çağlarda XVII.
yüzyıldan itibaren de­ney metodunun sistemli bir hale gelmesinde müslüman
bilginlerin katkıları inkâr edile­mez. Nitekim daha XIV. yüzyılda Roger Ba-con,
eserlerinde bu metodun gerçek bilgiye ulaşmada temel alınmasını ileri
sürecektir ve İbn Sina ve İbn Heysem’İn bu konudaki dü­şüncelerinin önemini
vurgulayacaktır, Ne var ki XVI. ve XVII. yüzyıllarda Batıda bi­lim alanında
gelişmeler sürerken, İslâm dün­yasında bilimsel alanda önce duraklamanın,
arkasında da gerilemenin ortaya çıktığı görüle­cektir. XVIII. yüzyılda bilimin
pratik işlevinin ağırlık kazanmasıyla da ilgili olarak Sanayi Devriminin
gerçekleştirilmesi gözlenirken, İs­lâm dünyası bilim ve düşünce alanında sahib
olduğu bu hazineyi ve birikimi yeterince de­ğerlendirememiştir. Çünkü XVIII.
yüzyıldan günümüze uzanan çizgide bilim, batılı insanın elinde öteki insan
toplulukları ve kültürleri için yıkıcı özellikler kazanarak kullanılacaktır.
Kapitalizmin, onun doğal uzantısı olan her türden emperyalizmin sınır
tanımayarak yay­gınlaşması; bilimin amacı üzerinde de kuşku­lar ve tartışmaları
yoğunlaştıracaktır. Sosyal bilimlerdeki kullanımıyla İse bilim teri­mi deneysel
fenomenlerin sistematik ve nes­nel bir incelemesi ve bunun sonucunda ortaya
çıkan bilgi birikimini ifade eder. Sosyal bilim­ciler kendi disiplinlerinin bu
anlamda bir bi­lim olduğu ve bir insan etkinliği olarak bili-min kendisinin,
sosyal bilimin araştırdığı konu­lar arasında olduğu kanaatindedirler. Bu bağ­lamda
bilgi sosyolojisinin bir dalı olarak orta­ya çıkan bilim sosyolojisi (sociology
of scien-ce), bilgi sosyolojisinin yaptığı gibi bilim

adamlarının sosyal
konumlarının elde ettikle­ri bilimsel bilgilere nasıl bir etkisi olduğunu
araştırmaya ilaveten, sosyal bilimlerde bu top­lumsal etkilerin çok daha
belirgin olduğunu ortaya koyar. Genelde bilim sosyolojisi top­lumsal bir
girişim olarak bilimin incelenmesi­ne eğilmiştir.

İsmail KILLIOĞLU Bk.
Bilgi; Bilimlerin Tasnifi; Bilim Felsefesi