BİLİM
Geniş anlamda bilim
“bilmek”, “öğrenmek” anlamına gelir ve her tür bilgi ya da
öğrenmeyi içerecek biçimde kullanılır. (Arapçadaki el-ilm ve Latincedeki scive
kelimeleri ‘bilmek’ anlamındadır.) Fakat daha dar anlamda, Özellikle
İngilizcedeki Science kelimesinin etkisiyle bilim, tabiata ait disiplinli
bilgiyi içerir ve beşeri ve sosyal bitimleri kapsamı dışında bırakır. Bu da
bilim literatüründe tabiat (fen) bilimleri ve sosyal bilimler diye bir ayrımın
ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tabiat bilimleri tabiattaki kanun ve
düzenlilikleri keşfetmeye çalışırlarken, sosyal bilimciler de toplumların,
toplumsal değişmelerin kanunlarını bulmaya Çalışırlar. Bilim felsefesindeki
genel eğilim ise, sosyal bilimlerin bir bilim olduklarının tartışmalı olduğu
şeklindedir.
Gerçekten evrende
hemen herşeyin sürekli bir oluş, akış, değişim ve belirsizlik içinde görülmesi
ve algılanması sözkonusudur. Olayları kavramak, duygularımızı bir düzene ve
sıraya koymak, yani sürekli bir kargaşadan kurtulmak amacıyla evrensel
oluşumu ve değişimi sağlayan düzenin (kanunun) ne olduğunun bulunmasıyla ve
anlaşılır kılınmasıyla mümkün olabilir. Sözgelimi tabiat kanunları, nedensellik
ilkesi gibi bilimin temel değerleri böyledir. Bilimde çeşitli kanunlar
bulunabilse de, sonuçta bunların tümü tek ve aynı kanuna
indirgc-nebilmektcdir. Francis Bacon olayların ve olguların bilimsel yönden
bilinmelerini, nedenlerinin bilinmesine bağlayan yönde bir açıklama yapar. Bu
açıklamada nedenden maksat, en geniş anlamda tabiat kanunudur. Aristoteles
ise, çok daha önceden şu düşünceyi ileri sürmüştür: “Bilim duyum
organlarımızın bizi varlıklarından ve değişimlerinden haberdar kıldıkları
nesnelerden ve olaylardan hareket ederek, zihnimizin bulabildiği kanunların
ifadesiyle sonuca varır.”
İnsanlık tarihinin
bilinebildiği dönemlerinden itibaren bilimin ortaya çıkışı, oluşumu, ge-liŞİmİ
ve süreci, muhteva ve işlevleri sürekli değişime uğramış, toplumdaki öteki
kurumlar ile İlişkisi zaman İçinde farklılıklar göstermiştir. Böyle bir süreç
içinde bilimin ortak ve süreklilik arzeden niteliği genel olarak tabiatın ve
olaylarının bilgisi şeklinde açıklığa kavuştu-rulabilir. Bundan dolayıdır ki,
bilim ve düşünce tarihçileri bilimin gelişim sürecini daha çok pozitif
bilimlere indirgeme eğilimi duymuşlardır. Ne var kt, bilim denildiğinde sadece
pozitif bilimlerin anlaşılması gerçekçi bir yaklaşım olarak görülemez. Çünkü
insanı ve onun her türden davranışlarını toplumsal ve kültürel yanlarıyla
İnceleyen bilim dalları da bulunmaktadır ki, bunlara “insan
bilimleri”, “beşeri bilimler” ya da “sosyal bilimler”
adı verilmektedir.
Tabiatta meydana gelen
olayların dikkatli incelenmesiyle elde edilen tabii düzen ve bunun akü
nedenlerle açıklanmasının bilgisi olarak bilimin ortaya çıkışını yazının
bulunuşundan önceki tarihi zamana götürmek mümkündür. Gerçekten bulunan mağara
resimleri, kemik ve boynuzlara çizilmiş resimlere bakıldığında görülen düzgün
çizgiler de bu dönem insanlarının tabiattaki bazı olayları bildiğini ortaya
koymaktadır. Nitekim arkeoloji, antropoloji ve prehistorya gibi bitim
dallarının günümüzde ulaştıkları ortak kanaat tarih öncesi ilk uygarlık veya
kültür ortamlarının Dicle ve Fırat, yani Mezopotamya’da, Nil, İndus, Sarı Irmak
(Huang He) ve Yangtzc gibi büyük nehir kıyılarında kurulduklarıdır. Kuşkusuz
bilimin ge-Çİrdiğİ süreç dikkate alındığında bilim veya bilimler alanındaki
gelişme neden ve etkenleri uygarlığın evrimini gerçekleştiren oldukça çeşitli
ve karmaşık tarihi ve toplumsal şartlar ve ortamlar İle yakından İlişkilidir.
Yerleşim bakımından jeopolitik etkenlerden başlayıp iklim şartlarına,
iktisadi duruma, toplum yapısına, toplumun bireyleri ya da zümre veya sınıfları
arasınaki huzur, güven ve refah derecesine, tarihi birikimine vb. kadar
genişleyen birinci derecede etkenlerin önemi ortaya çıkmaktadır. Nevar ki,
bütün bunlara rağmen bİ-Umde mutlaka sürekli bir gelişmenin kesin bir Şekilde
olacağı da ileri sürülemez. Çünkü mutlak surelte insana bağlı olan bilim,
gelişimi ya da evrimi açısından insanın içinde bulunduğu Şartlar yanında onun
sahip olduğu imkanlarla da yakından ilişkilidir.
Demek oluyor ki,
toplumların başlangıcından ve bu bağlamda kültürün ortaya çıkışından
itibaren, en ilkel olarak tanımlanan uygarlıklarda bile, evren konusunda bir
söylem (dis-course) oluşmuş, dolayısıyla tabiat ve evrene İlişkin çalışmaları
belirleyen bir bilgiler bütünü meydana getirilmiştir. Nitekim efsanelerin
amacını bu bağlam çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, her bilgi
sistemi mutlaka bilimsel değildir, hatta bilimsel niteliği kazanmaya da
yönelmemiş bulunabilir. Gerçekten efsanelerin bilimsel ölçüler açısından doğru
olmadıklarını ileri sürmek, onların mahiyetleri ve işlevleri konsunda bize
belli bir bilgi vermeyebilir. Fakat yine de kültürün içinde yer alırlar. Bu
açıdan bilimin özel bir kültür ol-gusuolduğu ve belli bir uygarlık Örneğine bağlı
bulunduğu yargısına varmak mümkündür. Sözgelimi, bu bakımdan, Batı biliminin
Balı uygarlığına bağlı Özel bir olgu olduğu İfade edilebilir. Aynı şekilde, bir
dîn olma yanında bir uygarlığı da ifade eden İslam’ın kendine Özgü bir bilim
anlayış ve sisteminin bulunduğu rahatça ileri sürülmclidir.
Şimdi kısaca bilim
tarihini gözden geçirelim:
Hind’de Bilim:
Hindistan’ın bilim
alanındaki kalıcı etkileri sınırlı olmuştur. Hindistan’da güneş ve ayın
hareketleri, ışığın kaynağı sayıldıklarından, birinci derecede önemliydiler.
Bütün tabiat güçleri birer Tanrı olarak kabul edilirdi. Nitekim Hint
inanışında canlı olan ile olmayan, yani “şey” ile “özne”
arasında herhangi bir fark görülmezdi. Sözgelimi Budacılıkta evren birlik
içinde bir akış olarak tanımlanır. Buna göre evren psişik ve fiziksel
unsurlardan oluşur (Drahma). Ancak Budacılık nesnenin gerçekliğini belirleyen
maddeyi reddeder. Tabiatta oluş ve yok oluş sonsuzdur ve varoluş sürekli
ve kesintisiz bir
oluştur. Lokayata ya da Carva-ka öğretilerine göre dünya maddi bir yapı olup
su, hava, ateş ve topraktan, yani dört unsurdan (car. dört, vak: söz, Catvaka:
dört söz) meydana gelmiştir. Canlı varlıklar ve özellikle insan da bu maddi
unsurların parçacıklarıdırlar. Carvaka öğretisini benimseyenlerin bilgi
teorisi ve mantıkla ilgilendikleri sanılmaktadır. Onlara göre gerçeğin, yani
bilginin kaynağı duyumlar, yani algılardır. Duyumlarla elde edilen bilgilerin
tümü gerçektir. Dolayısıyla mantıksal akıl yürütme bilginin kaynağı olamaz,
çünkü akıl yürütme genel ilkeleri kapsar ve bunlar da duyumların konusu
olamazlar.
Kısacası Hindistan’da
Hint geometri ve cebi-ri belli bir gelişim göstermiştir. Buna tıbbı da eklemek
gerekir, özellikle Hint matematiğinin numaralama sisteminin elverişli olması
ve yaklaşık IX. yüzyılda müslümanlann “Gubar-ı Hint” denilen bu bilim
dalını bilimde devrim sayılacak nitelikte geliştirmeleri, bu rakamların Batıya
geçmesinde ve gelişmesinde etkili olacaktır.
Çin ‘de Bilim:
M.Ö. yaklaşık iki bin
yıl önceleri bürokrasiye dayalı devlet kurumu oluşturan Çin, bilim alanında da
önemli gelişmelere sahne oldu. Çinliler evrenin yapısı ve düzeni konusunda dini
ya da mitolojik açıklamalar yerine, bu yapı ve düzenin insan tarafından ortaya
çıkarılabileceği, dolayısıyla bundan yararlanabileceği kanaatini taşıyorlardı.
Nitekim, devletin de destek ve özendirmesiyle Çinli bilginlerin bir takvim yılı
yaptıkları ve takım yıldızlarının gökteki konumlarını belirledikleri anlaşılmaktadır.
Devlet ve yöneticiler bu bakımdan astronomi, astroloji gibi bilgi dallarından
yararlandıkları gibi, öteki dalların gelişimine de pratik kullanımlarının
önemi dolayısıyla önayak oldular. Gerçekten kimya (aynı zamanda simya), tıb,
jeoloji, coğrafya ve teknoloji alanlarındaki incelemeler ve çabalar pratik
bilgi ihtiyacım karşılama düşüncesiyle devlet tarafından teşvik edilip
desteklenmiştir.
Hindistan ve Çin
bilimleri eski çağlarda önemli gelişmeleri içlerinde barındırmakla birlikte
kaynak ve tarihi süreç bakımından gerek Hint, gerekse Çin matematik ve astronomi
bilim dallarının Mezopotamya’dan etkilendiğini gösteren belirtiler vardır.
Mısırve
Mezopotamya’da Bilim:
Mısır ve Mezopotamya
uygarlıklarının M.Ö.3000 yılından daha önceye uzandığı bilin-mekteyse de, bu
uygarlıklarda bilimsel çalışmaların varlığını kanıtlayan belgeler en çok M.ö.
2000 yılı dolayına kadar uzanır. Bu demektir ki, bilimsel çalışmaların kaynağı
daha gerilere dayanmaktadır. Bu uygarlıklardaki bilimin ilk ortaya çıkışının,
tarımsal faaliyetlerin ve kurulan kent ve kasabaların varlığına bağlı olduğu
Öne sürülebilir. Mısır’da uzun süren bir Firavunlar sülalesinin hakimiyetine
karşılık, Mezopotamyada aralıklarla devam eden çeşitli sülale ve kavimlerin
hakimiyeti söz konusu olmuştur. Sözgelimi Sümerler uygarlık bakımından bir
yeniden doğuş çağından sonra ortadan kaybolmuşlar, arkasından Eski Babil dönemi
başlamıştır. Gerçekten Susa ve Elam’da yapılan kazılarda eski Babil dönemine ait
bir kısım matematikle ilgili tabletler ortaya çıkartılmıştır ki, bunların
bilimsel değeri vardır. Yine astronomi çalışmalarına bu dönemde rastlanmakla
birlikte, asıl olarak astronomi alanındaki gelişme Asurlular dönemine tekabül
etmektedir. Bunun yamnda Sümerle-rin ateşte belli bazı madenleri bakıra dönüştürdükleri
ve bakıra çeşitli şekiller verebildikleri, bakır ve kalay alaşımından
dayanıklı ve kaynaşmaya elverişli bronzu elde ettikleri bilinmektedir, öte
yandan ihtiyaç maddelerinin alışverişinin belli bir düzene bağlanması, alıp
verilen miktarların fırınlanmış toprak tabletlere işaretlendiğini; bu işlemin
zamanla 60 tabanlı konumsal bir sayı sistemiyle sonradan ideogram biçimine
dönüşen, bir resim-İşaret yazı sistemini doğurduğu sanılmaktadır. Bu gelişim
süreci matematik, astronomi, tıp, tarih, mitoloji ve din ile ilgili geniş bir
literatürün oluşmasmı sağlamıştır. Çarpım tablosunu da kullanan Sümerler alan
ve hacim hesapları-
nı yapıyorlar, daire
alanıyla silindir hacmini bulmada (pi) değeri olarak 3.124’i alıyorlardı.
Babilliler ise matematik ve astronomide ilerleme yaptıkları gibi, temel bazı
geometrik kavramlar da ortaya koydular; Sümerlerin geliştirdikleri tam sayı
sistemini kesirlere uyguladılar. Kare kök, küp kök alma, ikinci ve üçüncü
dereceden denklemler ile ilgili problemleri çözen tablolar geliştirdiler.
Yarım bîr dairede çizilen üçgenin dik açılı olduğunu, Pİsagor teoremi olarak
bilinen dik açılı üçgenlerle İlgili teoremi, dairenin 360 derece, bir saatin
60 dakika, bir dakikanın 60 saniyeye bölündüğünü biliyorlardı.
Matematik ve geometri
alanında olduğu gibi astronomi alanında da deneye dayalı gelişmelerin
Babillİlerce gerçekleştirildikleri açıktır. Çünkü toprağın İşlenmesi, ekim ve
hasat dönemlerinin belirlenmesi, kutsallık izafe edilen gök cisimlerinin doğru
hareketlerinin ve yönlerinin tesbiti astronomiyle yakından İlişkiliydi.
Sözgelimi yılın uzunluğunu 4,5 dakikalık bîr yanılma payıyla
hesaplayabiliyorlardı.
Mısır’da bilim
alanındaki gelişme Mezopotamya’ya göre biraz yavaş gelişmiş görünmekle
birlikte, aradaki farkın çok büyük olduğu düşünülmemelidir. Mısır’daki
pramitlerin yapımı, Nil deltasında tanm faaliyetinin verimli şekilde
yürütülmesi matematik, geometri ve astronomi gibi bilim alanlarında belli bir
gelişimin olduğunun işaretleridir. Fakat tıp alanında Mısır’da önemli bir
gelişmenin varlığı da açıktır.
Kısaca Mısır ve
Mezopotamyada biri diğerinden biraz farklılık gösterse de, gerçekte birbirine
yakın bir uygarlığın oluştuğu ve bu uygarlıktaki bilimsel gelişmelerin de
birbirinden Çok uzak olmadıkları söylenmelidir. Ancak gelişen bilim dallarının
pragmatik özellikler taşıdıkları hemen belirtilmelidir. Başka bir ifadeyle
anlatmak gerekirse mühendislik, mimarlık, çeşitli teknoloji türlerinin
gelişimi, insanların kasaba ve kentlere yerleşerek iş bölümünü esas alan belli
oranda karmaşık bir hayatı yaşamalarının doğal bir sonucu olarak ortaya
Çıkmıştır.
Yunan Bilimi:
Yunanlılar İle bilim
bir değişime uğradı. Yunanlılar felsefeyle birlikte bilime yeni bir yön ve
anlam vermişler; kaynak, mahiyet ve işlevini farklı biçimlerde tanımlamaya
çaba göstermişlerdir. Bilmek, anlamak ve açıklamak gibi üç ortak kaygıdan
doğan Yunan bilim ve felsefesi, bilimden pratik yarar beklemeksizin salt
evreni ve özünü kavramak ihtiyacı taşryan bir düşünceden hareket eder. Yani
tabiatı salt bir bilgi tutkusuyla anlamak ve kavramak isteyen bir insanın
çabasına kendisine temel alır. Gerçekten Batı biliminin İlk temsilcileri de
olan eski Yunan filozoflarının evreni anlamak için başvurdukları çözümleme
nesneleri, tabiattaki olay ve olgulardır. Tabiatı, tabiatta olup bitenleri,
tabiattaki varlık türlerini mitik ve dini inanış ve değerlendirmeler alanından
çıkartıp insanın yetenek ve güçlerine dayanarak anlamaya çalışmışlardır. Bu
olgunun öncelikle batı Anadolu’da, İyonya’da M.Ö. yaklaşık 6000 yıllarında
Thales ile başladığı ve bunun İyon-ya okulu adını alarak Batı biliminin de
kaynağını oluşturduğu görülecektir. Aristoteles’in “Fizikçiler”
şeklinde tanımladığı ve Sofistlere kadar ulaşan dönem düşünürlerinin genellikle
matematik, geometri, astronomi, coğrafya ve biyoloji gibi çeşitli bilim
dallarıyla İlişkili oldukları bilinmektedir. Bunlar, tabiatı ilkeleri ve
nedenleri bakımından, incelemeye çalışırlarken, akıl yürütme ve deney ve
gözlem gibi bilimsel yöntemleri de gözönünde tutmaya çaba gösterdiler. Ayrıca
Mısır, Ortadoğu, yani eskiden beri sürüp gelen Mezopotamya biliminden de,
kişisel ilişkiler sonucu olsa gerek, geniş bir şekilde yararlanma imkanı bulmuş
oldukları anlaşılmaktadır. Sözgelimi Thales’in çok küçük bir yanılma payıyla
güneş tutulmasını haber vermesi, Mısır ve Mezopotamya kültür çevreleriyle
ilişkide bulunmuş olmasını düşündürmektedir. Yine matematiksel ifadeyle
gemilerin kıyıdan uzaklığını hesap edebiliyordu ki, bu ve benzer bilgileri
Mısır’a yaptığı geziyle İyonya’ya getirmiş olması mümkündür. O, evrenin ana
esasının (arkhe) sudan oluştuğunu, evrendeki varoluş ve yok oluşun, suyun
değişimiyle ilgili olduğunu ileri sürecektir. Bütün tabiat olayları, tabiattaki
varlıkların tür ve nitelikleri, katı, sıvı ve gaz halinde bulunabilen bu ana
esasın, yani suyun değişimine bağlıdır. Evrendeki düzen ve uyum da bununla
açıklanabilir. İşte gerek tabiattaki olayları, gerek varlık türlerini ve
gerekse evrendeki düzenliliği ve rasyonelliği suya göre açıklamak mümkündür.
Çünkü bununla evrensel bir ilkeye ve nedene ulaşmak sözkonusudur. Thales’in
dostu ve öğrencisi olan Anaksimandros ana esasın su olamayacağına, onun yerine
“bilinmeyen şeyin” (apeiron) ana esas kabul edilmesini ileri sürdü.
Böylece Thales ile başlayan bu açıklama süreci yaklaşık iki yüz yıl sonra dört
unsur öğretisi şeklinde ortaya çıktı. Yani evrenin ana esasının su, hava, ateş
ve toprak olduğu kabul edildi. Ana esas olarak havayı Anaksimenes, ateşi
Herakleitos ve bu üç unsura toprağı da ekleyerek dört unsur halinde kabul
eden ise Empedokles olacaktır. Empedok-les’e göre evrendeki bütün varlıklar bu
dört unsurun değişik oranlarda birleşmesiyle meydana gelir. Unsurların
birleşmesi ve ayrılması ise sevgi ve nefret güçleriyle gerçekleştirilir. Evren,
tabiat ve varlıkların oluşumu ve yok oluşu bu iki gücün çarpışması sonucunda
rastlantıyla olur. yine Empedokles ayın ışığını güneşten aldığını, güneş ve
ayın dünya etrafında döndüğünü, ayın güneş ve dünya arasından geçmesiyle güneş
tutulmasının meydana geldiğini ileri sürmüştür.
Empedokles ile
birlikte Anaksagoras, Leu-cippus ve Demokritos’un İlk çağ atomculuğu olarak
nitelendirilen öğretiyi hazırlayıp oluşturdukları görülmektedir. Buna göre,
evrende her şey, bölünemeyen en küçük parçacıklar (a-tom)dan meydana gelmiştir.
Sonsuz sayıda ve nicelik özelliklerine sahip olan atomlar boş uzayda sürekli
hareket ederek evreni ve varlıkları meydana getirirler. Atomların hareketleri
zorunlu ve mekaniktir, dolayısıyla evrende, tabiatta ve varlığın hareket ve
değişiminde zorunluluk ve mekanik ilkeler hakimdir.
Öte yandan evrende ve
varlıktaki hareketi, değişmeyi ve bunlara bağlı olarak oluşu, ana esas olarak
kabul edilen ateşe dayandıran Herakleitos, devamlı birvar olma ve yok olma süreci
şeklinde tanımlamıştır. Herakleitos’un ana esas kabul ettiği ateş, XX. yüzyılda
atomun parçalanmasından sonra yeniden tartışılacak ve ateş ile kastedilenin
gerçekte enerji olduğu yorumlan yapılacaktır. Demokri-tos’un atomcu Öğretisi de
XVI-XVII. yüzyılda, özellikle Gassendi gibi düşünürler tarafından İki bin yıl
sonra yeniden canlandırılacak ve Yeni Çağlardaki bilim alanında başlayan
gelişmede temel sayılacaktır.
Yeni Çağda
Bilim
Başlangıçta bilim ve
felsefe arasında bir bütünlük söz konusuydu. Bilimin gelişimi de, felsefi
akımların gelişimiyle birlikte oldu. Ancak bilim ile felsefe arasında ayrım da
bu arada giderek ortaya çıktı. Daha sonra, Yeni Çağlarda, felsefeyle bilim
karşı karşıya geleceklerdir. Bu anlamda Batı düşüncesinde bilim ile felsefenin,
bütün çabalara rağmen, karşı karşıya gelme tehlikesi daima kendini duyurmuştur.
Aslında felsefeyle bilimin karşı karşıya gelmesi bilgi teorisinde açık bir
biçimde gözlemlcne-bilmektedir. Felsefe, genel olarak bilimin ve özellikle de
bilimsel disiplinlerin mahiyetini ve konusunu kendi öz İmkanlarıyla belirlemektedir.
Buna karşılık bilim, kendi gerçek gelişimiyle kendini Önceden sınırlamaya kalkışan
her girişimden kesin olarak kaçınmaktadır.
Orta Çağ’ın Vll.yy.
ortalarına kadarki ilk devirlerinde bilimde bir duraklama, hatta gerileme
olmuş, 750ılerden sonra, özellikle Bağdad okulunun önderliğinde, büyük bir
hızla, ilk çağların büyük mirası üzerinde bilim yeniden itibar gören bir
disiplin haline gelmiştir. Hemen aynı yüzyıllarda Endülüs’teki gelişmenin de
bu konulardaki büyük payı unutulmamalıdır.
XVI.yy.dan itibaren,
özellikle Batı Avrupa’da çok geniş ölçüde bir yayılma, derinleşme ve
genişleme gösteren çeşitli bilimsel konular XIX. yy. sonlarından itibaren
yoğun ve yepyeni bir yönde bir yükselme dönemine girmiştir. Bu gelişme daha
sonra insanlık için atom ve hidrojen bombasının, silah sanayinin kullanılması
gibi bir tehlike de oluşturacaktır.
Kısacası, Yeni
Çağlarda biüm alanında gerek metod, gerekse yeni bilim dallarının
ba-ğımsızlaşmasıyla hızlı bir gelişme dönemine girildi, özellikle Röncsansın
XV. yüzyılda uyandırdığı yeni İnsan anlayışına bağlı olarak eşya tabiat gök
cisimleri ve toplum yeniden değerlendirilmiş ve yorumlanmıştır. Rönesansın getirdiği
bu yeni anlayış bilimi belli bir zümrenin (ruhbanın) tekelinden çıkartarak
geniş halk kitlesi içinde yer alan çeşitli mesleklere mensup insanların Önüne
sermekteydi, örneğin Leonardo da Vinci (1452-1519) böyledir. Bilginin kesin
niteliğini ileri süren Vinci, teknik bilimler alanında buluş ve deneyleriyle
de Önemli bir görev üstlenmiştir. Uçan makine, paraşüt, helikopter ve çeşitli
silahlar hususunda tasarımlar yapmıştır. Anatomi üzerindeki incelemeleri,
kanın İşlev ve hareketleri üzerindeki fizyolojik incelemeleri, yerküresinin
öteki gezegenler gibi bir gezegen olduğu görüşüyle astronomi alanındaki
çalışmaları önemlidir. Fizik, mekanik ve kurucusu sayıldığı yerbilimi
(jeoloji) dallarında yaptığı çalışmalar da aynı şekilde önem arzetmektedir.
Nitekim astronomi, fizik ve mekanik alanlarında yaptığı çalışmalar Kopernik’in
bilimsel devriminin kaynaklarından biridir.
Aristoteles fiziğine
dayanan Batlamyus astronomisinin yıkılmasıyla gerçekleşen bilimsel devrimin
özü Kopernik’in Güneş merkezli sistemine dayanmaktadır. Fakat Kopcrnik kadar
Tycho Brahe’nİn, Johannes Kepler’in ve Galİleo Galilei’nin çalışmaları da bu
konuda önemlidir. Bütün bunlardan sonradır ki, New-ton’la birlikte yerçekimi
yasası ve gök mekaniği bir sisteme kavuşabilmiştir.
Aynı şekilde kimya,
tıp ve biyoloji alanlarında da yeni gelişmeler olacaktır. Paracelsus
Du-bois’in tıbba kimyayı uygulaması; Andreas Ve-salius (1515-1564)’un modern
anlamda anatomiyi kurması bu arada zikredilmelidir. Ancak tıp alanında gerçek
bilimsel buluşu William Harvey (1578-1657) gerçekleştirecektir. Har-vey insan
vücudundaki kanın dolaşımı yanında kalbin çalışma düzeni ve embriyoloji
alanında da başarılı çalışmalar ortaya koyar. Kimya alanındaki gelişmenin
Lavoisİer tarafından başarıldığını belirtmek gerekir.
Bilim alanındaki
gelişmeler günümüze kadar devam etti. Ancak bu gelişmenin insana ve insanlığa
getirdiği yararlar yanında, ortaya çıkardığı sorunların çeşitliliğini de
gözönünde bulundurmak gerekmektedir. Sözgelimi doğanın tahribiyle bozulan
dengenin nasıl kurulacağı, teknik bilimlerin giderek insanın iradesini
bağımlı hale getirmekle özgürlüğünü sınırlandırması, hatta yokedici bir
nitelik kazanması, savaşlardaki insan öldürmelerinin bir kıyım boyutuna
ulaşması, doğal kaynakların aşırı tüketimi ve insanların lüks ve konfora aşırı
düş-künlükleriyle ortaya çıkan ruhsal sorunlar vb. bilimin amacı konusunda
yeniden bir değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bunun yanında bilimin
insanın manevi dünyası ve kişiliğini, tıpkı bir nesne olarak araştırmaya çalışması,
bilimin kullanım alanında bulunması şart olan insani yönü gözardı etmesi hatta
yok etmesi sonucunu da getirmiştir, denebilir. Yani bilim ve bilimsel yöntemin
ulaştığı ilkeler, insanın manevi dünyasını besleyen temel değerlerin yerine
konulmak istenmiştir ki, bu tutum bizzat bilimin amacını aşmış, onu bir tabu
haline dönüştürmüştür. Dolayısıyla İnsanın gelişmesini manevi yönden
zenginleşmesini amaçlayan bilim, bu kez bu sürecin önünü kesen sed olmuştur.
İslâm ‘da
Bilim
Vahye dayanmakla birlikte
zaman içinde bu özelliklerini büyük ölçüde kaybeden Yahudilik ve
Hıristiyanlıktan farklı olarak İslâm dini, bilgiye, bilime önem vermekle
onlardan ayrılır. Bilginin elde edilmesinde cins ayrımını bile yapmayan, yani
erkek ve kadının ilim öğrenmesini teşvik eden İslam dini, bilginin kaynağı
bakımından da bir ayrım getirmez. Başka söyleyişle bilginin müslüman
olmayanlara da başvurulmak suretiyle öğrenilmesi teşvik edilmiştir.
Hz.Peygambcr (s.a.v) İlmin “Çin”debilc olsa alınması gerektiğini her
bir müslümpna tav-
siye etmesi ve
buyurması önemli bir özellik ar-zeder. Ayrıca bilim adamının her türden faaliyeti,
yani bilgi ve bilim uğrunda sarf ettiği bütün çabalar ibadet olarak
nitelendirilerek onun önemi vurgulanmıştır. Yaklaşık VII. yüzyıldan itibaren
müslümanla-nn özellikle Şam, Mısır, Kuzey Afrika, Orta Asya gibi bölgelerde
hızlı bir fetih hareketiyle çeşitli kültür birikimleriyle karşılaştıkları bilinmektedir.
İslam’ın oluşturduğu canlı, engin ruh ve bilinç gücüyle yoğrulmuş müslümanlar
bu yüzyıldan itibaren bilgi, bilim ve düşünce alanında sadece İslam dünyasıyla
sınırlı kalmayacak ve özellikle XI. ve XII. yüzyıl Avrupa Orta Çağında derin
etkiler meydana getirecek bir faaliyeti başlatacaklardır. Nitekim Doğuda
kurulan Nizamiye Medreseleri, bilimin ve düşüncenin bütün bir İslâm dünyasında
yaygınlaşmasını sistemli hale getirdiği gibi, Batıda bilgi ve sınırlı bilim
anlayışının bölgesel mekanları olan manastırların işlevlerini de etkisiz hale
getirecek, üniversitelerin kurulmasına öncülük edecektir. Sözgelimi X.
yüzyıldan itibaren başta İtalya’da olmak üzere kurulan Bologna, Padua
Üniversitelerini, XII. yüzyılda Paris’te Sorbonnc, Montpellier, İngiltere’de
Oxford, Almanya’da Köln üniversiteleri gibi üniversiteler, mimari tarzları
yanında, uzun yıllar takib edecekleri müfredat programları bakımından da
Nizamiye medresesi ve onu örnek almış öteki medreseleri izleyeceklerdir.
İslâm dininin,
özellikle Hıristiyanlıktan farklı olarak İnsanı ruh-beden bütünlüğü içinde kavraması
ve dünyanın da ahireti, yeni ebedi hayatın mekanı olarak nitelenen ölümden
sonraki hayatın yaşanılacağı dünyayı tamamlar şekilde nitelendirmesi, dünya
hakkında doğru ve kesin bilgilerin elde edilmesi eğilimini güçlendirmiştir.
Dolayısıyla müslüman bilginler ebedi hayatın kavranılması bakımından dünya,
dünyadaki nesnelerin gerçek mahiyet ve nedenlerinin anlaşılmasına
çalışmışlardır. Ruh ve beden gibi, hayat da, hayatın yaşamldı-ğı bu dünya ve
nesneler de Allah’ın insana ihsan etliği değerli emanetlerdir. Gerçek bir kul olmak
İle yükümlü bulunan her müslüman fert kendisine verilen bu değerli emanetlerin
mahiyetine nüfuz ederek kavramak, onlardan ibret almak, nedenlerini çözmek
durumundadır. Bundan dolayıdır ki, İslâm düşünce bilimi dünyanın ve eşyanın
(daha genel olarak da ‘Varlık’m) objektif bir şekilde incelenerek
kavranılmasını öngörür. Buna bağlı olarak İslam kültüründe bilim bir bütünlük
içinde oluşacaktır. Yani dint bilimler ile pozitif bilimler incelenme
fonksiyonu bakımından ayrıma tabi tutulsalar da, bilgi ve bilimin özü bakımından
bir ayrım sözkonusu edilmeyecektir. Kaldı ki, dinin hakikatinin anlaşılması ve
kavranılması, ibadetlerin İfası bile pozitif bilimlerin geliştirilmesini
adeta zorunlu kılacaktır. Mesela İslâm Hukukunun bir çok kuralı ve kurumunun
matematikten astronomiye kadar bir çok pozitif bilim alanıyla ilişkilidir. IX.
yüzyıldan itibaren İslâm bilimi matematik, astronomi, fizik, mekanik, tıb,
kimya, eczacılık gibi pozitif bilimler yamnda sosyal bilimler ve felsefe
alanında hızlı bir gelişme gösterdi. Ayrıca bilimsel yöntem konusunda da
müs-lüman bilginlerin önemli katkıları oldu. İlkçağ tabiat filozoflarının
görüşlerini daha yön-temli bir şekilde genişletip geliştiren, eksikliklerini
tamamlayan ve yanlışlarım düzelten müslüman bilgin ve düşünürlerin oluşturdukları
İslâm bilim birikimi Orta Çağ Skolastiğinin kendi içinde tartışılmasını ve
yıkılmasını hazırladığı gibi, Rönesans ile birlikte Yeni Çağ biliminin kuruluş
ve gelişimini de belli bir sınıra kadar hazırlamıştır, özellikle Kindi, Farabi,
İbn Sina, İbn Rüşd gibi bilgin ve düşünürlerin akıl ve bilim
sınıflandırmalarıyla Aris-totoles ve Platon felsefelerim yorumlayıp değerlendirmeleri;
İbn Heysem, İbn Bacce, Ebu-bekir Razi, Harezmi, Ömer Hayyam, Biruni, İbn
Hayyan, Ebu Kasım Allaf, Ebu Zekeriya el-Avam, Ebu’l Ferec, Muhammed b. Cabir
el-Battani, Ali b. Abdurrahman b. Yunus, Ebi Alı Hassen, Gazali, İbn Haldun,
İbn Tufeyl gibi birçok bilgin ve düşünürün çeşitli bilim alanlarıyla felsefe
ve kelam konularındaki görüşleri Batıda bilimin yeniden doğuşunda etkili de
olmuştur. Müslüman bilginlerin bilim alanındaki katkıla-
rı önceki bilgileri
sıkı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutmak ve yeni inceleme ve araştırmalarda
bunları değerlendirmek şeklinde ortaya çıktı. Hint kültüründe kullanılan
matematik, müslüman matematikçilerin değerlendirmeleri ve sistemli bir hale
getirmeleriyle insanlığın hizmetine sunularak evrensel bir bilgi di-İİ
özelliği kazanabildi. Bunun gibi bilimsel me-tod konusunda, özellikle tabiat
bilimleri alanında deney ve gözlem metodlan üzerinde yoğun tartışmalar
yapıldı.
Yeni Çağlarda XVII.
yüzyıldan itibaren deney metodunun sistemli bir hale gelmesinde müslüman
bilginlerin katkıları inkâr edilemez. Nitekim daha XIV. yüzyılda Roger Ba-con,
eserlerinde bu metodun gerçek bilgiye ulaşmada temel alınmasını ileri
sürecektir ve İbn Sina ve İbn Heysem’İn bu konudaki düşüncelerinin önemini
vurgulayacaktır, Ne var ki XVI. ve XVII. yüzyıllarda Batıda bilim alanında
gelişmeler sürerken, İslâm dünyasında bilimsel alanda önce duraklamanın,
arkasında da gerilemenin ortaya çıktığı görülecektir. XVIII. yüzyılda bilimin
pratik işlevinin ağırlık kazanmasıyla da ilgili olarak Sanayi Devriminin
gerçekleştirilmesi gözlenirken, İslâm dünyası bilim ve düşünce alanında sahib
olduğu bu hazineyi ve birikimi yeterince değerlendirememiştir. Çünkü XVIII.
yüzyıldan günümüze uzanan çizgide bilim, batılı insanın elinde öteki insan
toplulukları ve kültürleri için yıkıcı özellikler kazanarak kullanılacaktır.
Kapitalizmin, onun doğal uzantısı olan her türden emperyalizmin sınır
tanımayarak yaygınlaşması; bilimin amacı üzerinde de kuşkular ve tartışmaları
yoğunlaştıracaktır. Sosyal bilimlerdeki kullanımıyla İse bilim terimi deneysel
fenomenlerin sistematik ve nesnel bir incelemesi ve bunun sonucunda ortaya
çıkan bilgi birikimini ifade eder. Sosyal bilimciler kendi disiplinlerinin bu
anlamda bir bilim olduğu ve bir insan etkinliği olarak bili-min kendisinin,
sosyal bilimin araştırdığı konular arasında olduğu kanaatindedirler. Bu bağlamda
bilgi sosyolojisinin bir dalı olarak ortaya çıkan bilim sosyolojisi (sociology
of scien-ce), bilgi sosyolojisinin yaptığı gibi bilim
adamlarının sosyal
konumlarının elde ettikleri bilimsel bilgilere nasıl bir etkisi olduğunu
araştırmaya ilaveten, sosyal bilimlerde bu toplumsal etkilerin çok daha
belirgin olduğunu ortaya koyar. Genelde bilim sosyolojisi toplumsal bir
girişim olarak bilimin incelenmesine eğilmiştir.
İsmail KILLIOĞLU Bk.
Bilgi; Bilimlerin Tasnifi; Bilim Felsefesi