Bilim (Bilim Felsefesi)

felsefe/bilim12 BİLİM

Geniş anlamda bilim “bilmek”, “öğrenmek” anlamına gelir ve her tür bilgi ya da öğrenmeyi içerecek biçimde kullanılır. (Arapçadaki el-ilm ve Latincedeki scine kelimeleri ‘bilmek’ anlamındadır.) Fakat daha dar anlamda, Özel­likle İngilizcedeki Science kelimesinin etkisiy­le bilim, tabiata ait disiplinli bilgiyi içerir ve beşeri ve sosyal bitimleri kapsamı dışında bıra­kır. Bu da bilim literatüründe tabiat (fen) bilimleri ve sosyal bilimler diye bir ayrımın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tabiat bilimleri tabiattaki kanun ve düzenlilikleri keşfetmeye çalışırlarken, sosyal bilimciler de toplumların, toplumsal değişmelerin kanunlarını bulmaya çalışırlar. Bilim felsefesindeki genel eğilim ise, sosyal bilimlerin bir bilim olduklarının tartışmalı olduğu şeklindedir.

Gerçekten evrende hemen herşeyin sürekli bir oluş, akış, değişim ve belirsizlik içinde görülmesi ve algılanması sözkonusudur. Olayla­rı kavramak, duygularımızı bir düzene ve sıra­ya koymak, yani sürekli bir kargaşadan kurtul­mak amacıyla evrensel oluşumu ve değişimi sağlayan düzenin (kanunun) ne olduğunun bu­lunmasıyla ve anlaşılır kılınmasıyla mümkün olabilir. Sözgelimi tabiat kanunları, nedensellik ilkesi gibi bilimin temel değerleri böyledir. Bilimde çeşitli kanunlar bulunabilse de, sonuçta bunların tümü tek ve aynı kanuna indirgenebilmektedir. Francis Bacon olayların ve olguların bilimsel yönden bilinmelerini, nedenlerinin bilinmesine bağlayan yönde bir açıklama yapar. Bu açıklamada nedenden maksat, en geniş anlamda tabiat kanunudur. Aristoteles ise, çok daha önceden şu düşünceyi ileri sürmüştür: “Bilim duyum organlarımızın bizi varlıklarından ve değişimlerinden haberdar kıldıkları nesnelerden ve olaylardan hareket ederek, zihnimizin bulabildiği kanunların ifadesiyle sonuca varır.”

İnsanlık tarihinin bilinebildiği dönemlerinden itibaren bilimin ortaya çıkışı, oluşumu, geliŞimi ve süreci, muhteva ve işlevleri sürekli değişime uğramış, toplumdaki öteki kurumlar ile İlişkisi zaman İçinde farklılıklar göstermiş­tir. Böyle bir süreç içinde bilimin ortak ve sü­reklilik arzeden niteliği genel olarak tabiatın ve olaylarının bilgisi şeklinde açıklığa kavuştu-rulabilir. Bundan dolayıdır ki, bilim ve düşünce tarihçileri bilimin gelişim sürecini daha çok pozitif bilimlere indirgeme eğilimi duymuşlardır. Ne var kt, bilim denildiğinde sadece pozitif bilimlerin anlaşılması gerçekçi bir yaklaşım olarak görülemez. Çünkü insanı ve onun her türden davranışlarını toplumsal ve kültürel yanlarıyla inceleyen bilim dalları da bulunmaktadır ki, bunlara “insan bilimleri”, “beşeri bilimler” ya da “sosyal bilimler” adı verilmekte­dir.

Tabiatta meydana gelen olayların dikkatli incelenmesiyle elde edilen tabii düzen ve bunun akü nedenlerle açıklanmasının bilgisi olarak bilimin ortaya çıkışını yazının bulunuşundan önceki tarihi zamana götürmek mümkündür. Gerçekten bulunan mağara resimleri, kemik ve boynuzlara çizilmiş resimlere bakıldığında görülen düzgün çizgiler de bu dönem insanla­rının tabiattaki bazı olayları bildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim arkeoloji, antropoloji ve prehistorya gibi bitim dallarının günümüzde ulaştıkları ortak kanaat tarih öncesi ilk uygarlık veya kültür ortamlarının Dicle ve Fırat, yani Mezopotamya’da, Nil, İndus, Sarı Irmak (Huang He) ve Yangtzc gibi büyük nehir kıyılarında kurulduklarıdır. Kuşkusuz bilimin geçirdiği süreç dikkate alındığında bilim veya bilimler alanındaki gelişme neden ve etkenleri uygarlığın evrimini gerçekleştiren oldukça çeşitli ve karmaşık tarihi ve toplumsal şartlar ve ortamlar ile yakından İlişkilidir. Yerleşim ba­kımından jeopolitik etkenlerden başlayıp iklim şartlarına, iktisadi duruma, toplum yapısına, toplumun bireyleri ya da zümre veya sınıfları arasınaki huzur, güven ve refah derecesine, tarihi birikimine vb. kadar genişleyen bi­rinci derecede etkenlerin önemi ortaya çık­maktadır. Nevar ki, bütün bunlara rağmen bİ-Umde mutlaka sürekli bir gelişmenin kesin bir Şekilde olacağı da ileri sürülemez. Çünkü mut­lak surelte insana bağlı olan bilim, gelişimi ya da evrimi açısından insanın içinde bulunduğu Şartlar yanında onun sahip olduğu imkanlarla da yakından ilişkilidir.

Demek oluyor ki, toplumların başlangıcından ve bu bağlamda kültürün ortaya çıkışından itibaren, en ilkel olarak tanımlanan uygarlıklarda bile, evren konusunda bir söylem (discourse) oluşmuş, dolayısıyla tabiat ve evrene İlişkin çalışmaları belirleyen bir bilgiler bütü­nü meydana getirilmiştir. Nitekim efsanelerin amacını bu bağlam çerçevesinde değerlendir­mek gerekir. Kaldı ki, her bilgi sistemi mutlaka bilimsel değildir, hatta bilimsel niteliği kazanmaya da yönelmemiş bulunabilir. Gerçekten efsanelerin bilimsel ölçüler açısından doğ­ru olmadıklarını ileri sürmek, onların mahiyetleri ve işlevleri konsunda bize belli bir bilgi vermeyebilir. Fakat yine de kültürün içinde yer alırlar. Bu açıdan bilimin özel bir kültür olgusu olduğu ve belli bir uygarlık Örneğine bağlı bulunduğu yargısına varmak mümkündür. Sözgelimi, bu bakımdan, Batı biliminin Balı uygarlığına bağlı Özel bir olgu olduğu İfade edilebilir. Aynı şekilde, bir dîn olma yanında bir uygarlığı da ifade eden İslam’ın kendine Özgü bir bilim anlayış ve sisteminin bulunduğu rahatça ileri sürülmelidir.

Şimdi kısaca bilim tarihini gözden geçirelim:

Hind’de Bilim:

Hindistan’ın bilim alanındaki kalıcı etkileri sınırlı olmuştur. Hindistan’da güneş ve ayın hareketleri, ışığın kaynağı sayıldıklarından, bi­rinci derecede önemliydiler. Bütün tabiat güç­leri birer Tanrı olarak kabul edilirdi. Nitekim Hint inanışında canlı olan ile olmayan, yani “şey” ile “özne” arasında herhangi bir fark gö­rülmezdi. Sözgelimi Budacılıkta evren birlik içinde bir akış olarak tanımlanır. Buna göre evren psişik ve fiziksel unsurlardan oluşur (Drahma). Ancak Budacılık nesnenin gerçekliğini belirleyen maddeyi reddeder. Tabiatta oluş ve yok oluş sonsuzdur ve varoluş sürekli

ve kesintisiz bir oluştur. Lokayata ya da Carvaka öğretilerine göre dünya maddi bir yapı olup su, hava, ateş ve topraktan, yani dört un­surdan (car. dört, vak: söz, Catvaka: dört söz) meydana gelmiştir. Canlı varlıklar ve özellikle insan da bu maddi unsurların parçacıklarıdır­lar. Carvaka öğretisini benimseyenlerin bilgi teorisi ve mantıkla ilgilendikleri sanılmakta­dır. Onlara göre gerçeğin, yani bilginin kayna­ğı duyumlar, yani algılardır. Duyumlarla elde edilen bilgilerin tümü gerçektir. Dolayısıyla mantıksal akıl yürütme bilginin kaynağı olamaz, çünkü akıl yürütme genel ilkeleri kapsar ve bunlar da duyumların konusu olamazlar.

Kısacası Hindistan’da Hint geometri ve cebiri belli bir gelişim göstermiştir. Buna tıbbı da eklemek gerekir, özellikle Hint matematiği­nin numaralama sisteminin elverişli olması ve yaklaşık IX. yüzyılda müslümanlann “Gubar-ı Hint” denilen bu bilim dalını bilimde devrim sayılacak nitelikte geliştirmeleri, bu rakamla­rın Batıya geçmesinde ve gelişmesinde etkili olacaktır.

Çin ‘de Bilim:

M.Ö. yaklaşık iki bin yıl önceleri bürokrasiye dayalı devlet kurumu oluşturan Çin, bilim alanında da önemli gelişmelere sahne oldu. Çinliler evrenin yapısı ve düzeni konusunda dini ya da mitolojik açıklamalar yerine, bu yapı ve düzenin insan tarafından ortaya çıkarılabileceği, dolayısıyla bundan yararlanabileceği kanaatini taşıyorlardı. Nitekim, devletin de destek ve özendirmesiyle Çinli bilginlerin bir takvim yılı yaptıkları ve takım yıldızlarının gökteki konumlarını belirledikleri anlaşılmaktadır. Devlet ve yöneticiler bu bakımdan astronomi, astroloji gibi bilgi dallarından yararlandıkları gibi, öteki dalların gelişimine de pratik kullanımlarının önemi dolayısıyla önayak oldular. Gerçekten kimya (aynı zamanda simya), tıb, jeoloji, coğrafya ve teknoloji alanlarındaki incelemeler ve çabalar pratik bilgi ihtiyacım karşılama düşüncesiyle devlet tarafından teşvik edilip desteklenmiştir.

Hindistan ve Çin bilimleri eski çağlarda önemli gelişmeleri içlerinde barındırmakla birlikte kaynak ve tarihi süreç bakımından gerek Hint, gerekse Çin matematik ve astronomi bilim dallarının Mezopotamya’dan etkilendiğini gösteren belirtiler vardır.

Mısır ve Mezopotamya’da Bilim:

Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının M.Ö.3000 yılından daha önceye uzandığı bilinmekteyse de, bu uygarlıklarda bilimsel çalışmaların varlığını kanıtlayan belgeler en çok M.ö. 2000 yılı dolayına kadar uzanır. Bu demektir ki, bilimsel çalışmaların kaynağı daha gerilere dayanmaktadır. Bu uygarlıklardaki bi­limin ilk ortaya çıkışının, tarımsal faaliyetlerin ve kurulan kent ve kasabaların varlığına bağlı olduğu öne sürülebilir. Mısır’da uzun süren bir Firavunlar sülalesinin hakimiyetine karşılık, Mezopotamyada aralıklarla devam eden çeşitli sülale ve kavimlerin hakimiyeti söz konusu olmuştur. Sözgelimi Sümerler uygarlık bakımından bir yeniden doğuş çağından sonra ortadan kaybolmuşlar, arkasından Eski Babil dönemi başlamıştır. Gerçekten Susa ve Elam’da yapılan kazılarda eski Babil dönemine ait bir kısım matematikle ilgili tabletler ortaya çıkartılmıştır ki, bunların bilimsel değeri vardır. Yine astronomi çalışmalarına bu dönemde rastlanmakla birlikte, asıl olarak astronomi alanındaki gelişme Asurlular dönemine tekabül etmektedir. Bunun yamnda Sümerlerin ateşte belli bazı madenleri bakıra dönüştürdükleri ve bakıra çeşitli şekiller verebildik­leri, bakır ve kalay alaşımından dayanıklı ve kaynaşmaya elverişli bronzu elde ettikleri bilinmektedir, öte yandan ihtiyaç maddelerinin alışverişinin belli bir düzene bağlanması, alıp verilen miktarların fırınlanmış toprak tabletle­re işaretlendiğini; bu işlemin zamanla 60 tabanlı konumsal bir sayı sistemiyle sonradan ideogram biçimine dönüşen, bir resim-işaret yazı sistemini doğurduğu sanılmaktadır. Bu gelişim süreci matematik, astronomi, tıp, tarih, mitoloji ve din ile ilgili geniş bir literatürün oluşmasmı sağlamıştır. Çarpım tablosunu da kullanan Sümerler alan ve hacim hesaplarını yapıyorlar, daire alanıyla silindir hacmini bulmada (pi) değeri olarak 3.124’i alıyorlardı. Babilliler ise matematik ve astronomide ilerleme yaptıkları gibi, temel bazı geometrik kavramlar da ortaya koydular; Sümerlerin geliştirdikleri tam sayı sistemini kesirlere uyguladılar. Kare kök, küp kök alma, ikinci ve üçüncü dereceden denklemler ile ilgili problemleri çözen tablolar geliştirdiler. Yarım bîr dairede çizilen üçgenin dik açılı olduğunu, Pİsagor teoremi olarak bilinen dik açılı üçgenlerle ilgili teoremi, dairenin 360 derece, bir saatin 60 dakika, bir dakikanın 60 saniyeye bölündüğünü biliyorlardı.

Matematik ve geometri alanında olduğu gibi astronomi alanında da deneye dayalı gelişmelerin Babillilerce gerçekleştirildikleri açıktır. Çünkü toprağın işlenmesi, ekim ve hasat dönemlerinin belirlenmesi, kutsallık izafe edilen gök cisimlerinin doğru hareketlerinin ve yönlerinin tesbiti astronomiyle yakından ilişkiliydi. Sözgelimi yılın uzunluğunu 4,5 dakikalık bîr yanılma payıyla hesaplayabiliyorlardı.

Mısır’da bilim alanındaki gelişme Mezopotamya’ya göre biraz yavaş gelişmiş görünmekle birlikte, aradaki farkın çok büyük olduğu düşünülmemelidir. Mısır’daki pramitlerin yapımı, Nil deltasında tanm faaliyetinin verimli şekilde yürütülmesi matematik, geometri ve astronomi gibi bilim alanlarında belli bir gelişimin olduğunun işaretleridir. Fakat tıp alanında Mısır’da önemli bir gelişmenin varlığı da açıktır.

Kısaca Mısır ve Mezopotamyada biri diğerinden biraz farklılık gösterse de, gerçekte bir­birine yakın bir uygarlığın oluştuğu ve bu uy­garlıktaki bilimsel gelişmelerin de birbirinden Çok uzak olmadıkları söylenmelidir. Ancak ge­lişen bilim dallarının pragmatik özellikler taşıdıkları hemen belirtilmelidir. Başka bir ifadeyle anlatmak gerekirse mühendislik, mimarlık, çeşitli teknoloji türlerinin gelişimi, insanların kasaba ve kentlere yerleşerek iş bölümünü esas alan belli oranda karmaşık bir hayatı yaşamalarının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Yunan Bilimi:

Yunanlılar İle bilim bir değişime uğradı. Yunanlılar felsefeyle birlikte bilime yeni bir yön ve anlam vermişler; kaynak, mahiyet ve işlevini farklı biçimlerde tanımlamaya çaba göstermişlerdir. Bilmek, anlamak ve açıklamak gibi üç ortak kaygıdan doğan Yunan bilim ve felsefesi, bilimden pratik yarar beklemeksizin salt evreni ve özünü kavramak ihtiyacı taşryan bir düşünceden hareket eder. Yani tabiatı salt bir bilgi tutkusuyla anlamak ve kavramak isteyen bir insanın çabasına kendisine temel alır. Gerçekten Batı biliminin İlk temsilcileri de olan eski Yunan filozoflarının evreni anlamak için başvurdukları çözümleme nesneleri, tabiatta­ki olay ve olgulardır. Tabiatı, tabiatta olup bitenleri, tabiattaki varlık türlerini mitik ve dini inanış ve değerlendirmeler alanından çıkartıp insanın yetenek ve güçlerine dayanarak anlamaya çalışmışlardır. Bu olgunun öncelikle batı Anadolu’da, İyonya’da M.Ö. yaklaşık 6000 yıllarında Thales ile başladığı ve bunun İyon-ya okulu adını alarak Batı biliminin de kayna­ğını oluşturduğu görülecektir. Aristoteles’in “Fizikçiler” şeklinde tanımladığı ve Sofistlere kadar ulaşan dönem düşünürlerinin genellik­le matematik, geometri, astronomi, coğrafya ve biyoloji gibi çeşitli bilim dallarıyla İlişkili oldukları bilinmektedir. Bunlar, tabiatı ilkeleri ve nedenleri bakımından, incelemeye çalışırlarken, akıl yürütme ve deney ve gözlem gibi bilimsel yöntemleri de gözönünde tutmaya çaba gösterdiler. Ayrıca Mısır, Ortadoğu, yani eskiden beri sürüp gelen Mezopotamya biliminden de, kişisel ilişkiler sonucu olsa gerek, geniş bir şekilde yararlanma imkanı bulmuş oldukları anlaşılmaktadır. Sözgelimi Thales’in çok küçük bir yanılma payıyla güneş tutulmasını haber vermesi, Mısır ve Mezopotamya kültür çevreleriyle ilişkide bulunmuş olmasını düşündürmektedir. Yine matematiksel ifadeyle gemilerin kıyıdan uzaklığını hesap edebiliyordu ki, bu ve benzer bilgileri Mısır’a yaptığı ge­ziyle İyonya’ya getirmiş olması mümkündür. O, evrenin ana esasının (arkhe) sudan oluştu­ğunu, evrendeki varoluş ve yok oluşun, suyun değişimiyle ilgili olduğunu ileri sürecektir. Bütün tabiat olayları, tabiattaki varlıkların tür ve nitelikleri, katı, sıvı ve gaz halinde bulunabilen bu ana esasın, yani suyun değişimine bağlıdır. Evrendeki düzen ve uyum da bununla açıklanabilir. İşte gerek tabiattaki olayları, gerek varlık türlerini ve gerekse evrendeki düzenliliği ve rasyonelliği suya göre açıklamak mümkündür. Çünkü bununla evrensel bir ilkeye ve nedene ulaşmak sözkonusudur. Thales’in dostu ve öğrencisi olan Anaksimandros ana esasın su olamayacağına, onun yerine “bi­linmeyen şeyin” (apeiron) ana esas kabul edil­mesini ileri sürdü. Böylece Thales ile başlayan bu açıklama süreci yaklaşık iki yüz yıl sonra dört unsur öğretisi şeklinde ortaya çıktı. Yani evrenin ana esasının su, hava, ateş ve toprak olduğu kabul edildi. Ana esas olarak havayı Anaksimenes, ateşi Herakleitos ve bu üç unsu­ra toprağı da ekleyerek dört unsur halinde ka­bul eden ise Empedokles olacaktır. Empedokles’e göre evrendeki bütün varlıklar bu dört unsurun değişik oranlarda birleşmesiyle mey­dana gelir. Unsurların birleşmesi ve ayrılması ise sevgi ve nefret güçleriyle gerçekleştirilir. Evren, tabiat ve varlıkların oluşumu ve yok oluşu bu iki gücün çarpışması sonucunda rastlantıyla olur. yine Empedokles ayın ışığını güneşten aldığını, güneş ve ayın dünya etrafında döndüğünü, ayın güneş ve dünya arasından geçmesiyle güneş tutulmasının meydana geldiğini ileri sürmüştür.

Empedokles ile birlikte Anaksagoras, Leucippus ve Demokritos’un ilk çağ atomculuğu olarak nitelendirilen öğretiyi hazırlayıp oluşturdukları görülmektedir. Buna göre, evrende her şey, bölünemeyen en küçük parçacıklar (atom)dan meydana gelmiştir. Sonsuz sayıda ve nicelik özelliklerine sahip olan atomlar boş uzayda sürekli hareket ederek evreni ve varlıkları meydana getirirler. Atomların hareketleri zorunlu ve mekaniktir, dolayısıyla evrende, ta­biatta ve varlığın hareket ve değişiminde zorunluluk ve mekanik ilkeler hakimdir.

Öte yandan evrende ve varlıktaki hareketi, değişmeyi ve bunlara bağlı olarak oluşu, ana esas olarak kabul edilen ateşe dayandıran Herakleitos, devamlı bir var olma ve yok olma süreci şeklinde tanımlamıştır. Herakleitos’un ana esas kabul ettiği ateş, XX. yüzyılda atomun parçalanmasından sonra yeniden tartışılacak ve ateş ile kastedilenin gerçekte enerji olduğu yorumlan yapılacaktır. Demokritos’un atomcu Öğretisi de XVI-XVII. yüzyılda, özellikle Gassendi gibi düşünürler tarafından İki bin yıl sonra yeniden canlandırılacak ve Yeni Çağlardaki bilim alanında başlayan gelişmede temel sayılacaktır.


Yeni Çağda Bilim

Başlangıçta bilim ve felsefe arasında bir bü­tünlük söz konusuydu. Bilimin gelişimi de, felsefi akımların gelişimiyle birlikte oldu. Ancak bilim ile felsefe arasında ayrım da bu arada giderek ortaya çıktı. Daha sonra, Yeni Çağlarda, felsefeyle bilim karşı karşıya geleceklerdir. Bu anlamda Batı düşüncesinde bilim ile felsefenin, bütün çabalara rağmen, karşı karşıya gelme tehlikesi daima kendini duyurmuştur. Aslında felsefeyle bilimin karşı karşıya gelmesi bilgi teorisinde açık bir biçimde gözlemlenebilmektedir. Felsefe, genel olarak bilimin ve özellikle de bilimsel disiplinlerin mahiyetini ve konusunu kendi öz İmkanlarıyla belirlemektedir. Buna karşılık bilim, kendi gerçek gelişimiyle kendini Önceden sınırlamaya kalkışan her girişimden kesin olarak kaçınmaktadır.

Orta Çağ’ın Vll.yy. ortalarına kadarki ilk devirlerinde bilimde bir duraklama, hatta gerileme olmuş, 750’lerden sonra, özellikle Bağdad okulunun önderliğinde, büyük bir hızla, ilk çağların büyük mirası üzerinde bilim yeniden itibar gören bir disiplin haline gelmiştir. Hemen aynı yüzyıllarda Endülüs’teki gelişmenin de bu konulardaki büyük payı unutulmamalıdır.

XVI.yy.dan itibaren, özellikle Batı Avrupa’da çok geniş ölçüde bir yayılma, derinleş­me ve genişleme gösteren çeşitli bilimsel konular XIX. yy. sonlarından itibaren yoğun ve yepyeni bir yönde bir yükselme dönemine girmiştir. Bu gelişme daha sonra insanlık için atom ve hidrojen bombasının, silah sanayinin kullanılması gibi bir tehlike de oluşturacaktır.

Kısacası, Yeni Çağlarda biüm alanında gerek metod, gerekse yeni bilim dallarının bağımsızlaşmasıyla hızlı bir gelişme dönemine girildi, özellikle Röncsansın XV. yüzyılda uyandırdığı yeni İnsan anlayışına bağlı olarak eşya tabiat gök cisimleri ve toplum yeniden değerlendirilmiş ve yorumlanmıştır. Rönesansın getirdiği bu yeni anlayış bilimi belli bir zümrenin (ruhbanın) tekelinden çıkartarak geniş halk kitlesi içinde yer alan çeşitli mesleklere mensup insanların Önüne sermekteydi, örneğin Leonardo da Vinci (1452-1519) böyledir. Bilginin kesin niteliğini ileri süren Vinci, teknik bilimler alanında buluş ve deneyleriyle de önemli bir görev üstlenmiştir. Uçan makine, paraşüt, helikopter ve çeşitli silahlar hususunda tasarımlar yapmıştır. Anatomi üzerindeki incelemeleri, kanın işlev ve hareketleri üzerindeki fizyolojik incelemeleri, yerküresinin öteki gezegenler gibi bir gezegen olduğu görüşüyle astronomi alanındaki çalışmaları önemlidir. Fizik, mekanik ve kurucusu sayıldığı yerbilimi (jeoloji) dallarında yaptığı çalışmalar da aynı şekilde önem arzetmektedir. Nitekim astronomi, fizik ve mekanik alanlarında yaptığı çalışmalar Kopernik’in bilimsel devriminin kaynaklarından biridir.

Aristoteles fiziğine dayanan Batlamyus astronomisinin yıkılmasıyla gerçekleşen bilimsel devrimin özü Kopernik’in Güneş merkezli sistemine dayanmaktadır. Fakat Kopernik kadar Tycho Brahe’nin, Johannes Kepler’in ve Galileo Galilei’nin çalışmaları da bu konuda önemlidir. Bütün bunlardan sonradır ki, Newton’la birlikte yerçekimi yasası ve gök mekaniği bir sisteme kavuşabilmiştir.

Aynı şekilde kimya, tıp ve biyoloji alanlarında da yeni gelişmeler olacaktır. Paracelsus Du-bois’in tıbba kimyayı uygulaması; Andreas Vesalius (1515-1564)’un modern anlamda anatomiyi kurması bu arada zikredilmelidir. Ancak tıp alanında gerçek bilimsel buluşu William Harvey (1578-1657) gerçekleştirecektir. Harvey insan vücudundaki kanın dolaşımı yanında kalbin çalışma düzeni ve embriyoloji alanında da başarılı çalışmalar ortaya koyar. Kimya alanındaki gelişmenin Lavoisier tarafından başarıldığını belirtmek gerekir.

Bilim alanındaki gelişmeler günümüze kadar devam etti. Ancak bu gelişmenin insana ve in­sanlığa getirdiği yararlar yanında, ortaya çıkardığı sorunların çeşitliliğini de gözönünde bulundurmak gerekmektedir. Sözgelimi doğanın tahribiyle bozulan dengenin nasıl kurulacağı, teknik bilimlerin giderek insanın iradesini bağımlı hale getirmekle özgürlüğünü sınırlandırması, hatta yokedici bir nitelik kazanması, savaşlardaki insan öldürmelerinin bir kıyım boyutuna ulaşması, doğal kaynakların aşırı tüketimi ve insanların lüks ve konfora aşırı düşkünlükleriyle ortaya çıkan ruhsal sorunlar vb. bilimin amacı konusunda yeniden bir değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bunun yanında bilimin insanın manevi dünyası ve kişiliğini, tıpkı bir nesne olarak araştırmaya çalışması, bilimin kullanım alanında bulunması şart olan insani yönü gözardı etmesi hatta yok etmesi sonucunu da getirmiştir, denebilir. Yani bilim ve bilimsel yöntemin ulaştığı ilkeler, insanın manevi dünyasını besleyen temel değerlerin yerine konulmak istenmiştir ki, bu tutum bizzat bilimin amacını aşmış, onu bir tabu haline dönüştürmüştür. Dolayısıyla İnsanın gelişmesini manevi yönden zenginleşmesini amaçlayan bilim, bu kez bu sürecin önünü kesen sed olmuştur.

İslâm ‘da Bilim

felsefe/bilim Vahye dayanmakla birlikte zaman içinde bu özelliklerini büyük ölçüde kaybeden Yahudilik ve Hıristiyanlıktan farklı olarak İslâm dini, bilgiye, bilime önem vermekle onlardan ayrılır. Bilginin elde edilmesinde cins ayrımını bile yapmayan, yani erkek ve kadının ilim öğrenmesini teşvik eden İslam dini, bilginin kaynağı bakımından da bir ayrım getirmez. Başka söyleyişle bilginin müslüman olmayanlara da baş­vurulmak suretiyle öğrenilmesi teşvik edilmiştir. Hz.Peygamber (s.a.v) İlmin “Çin”de bile olsa alınması gerektiğini her bir müslümana tavsiye etmesi ve buyurması önemli bir özellik ar-zeder. Ayrıca bilim adamının her türden faaliyeti, yani bilgi ve bilim uğrunda sarf ettiği bütün çabalar ibadet olarak nitelendirilerek onun önemi vurgulanmıştır. Yaklaşık VII. yüzyıldan itibaren müslümanlanların özellikle Şam, Mısır, Kuzey Afrika, Orta Asya gibi bölgelerde hızlı bir fetih hareketiyle çeşitli kültür birikimleriyle karşılaştıkları bilinmektedir. İslam’ın oluşturduğu canlı, engin ruh ve bilinç gücüyle yoğrulmuş müslümanlar bu yüzyıldan itibaren bilgi, bilim ve düşünce alanında sadece İslam dünyasıyla sınırlı kalmayacak ve özellikle XI. ve XII. yüzyıl Avrupa Orta Çağında derin etkiler meydana getirecek bir faaliyeti başlatacaklardır. Nitekim Doğuda kurulan Nizamiye Medreseleri, bilimin ve düşüncenin bütün bir İslâm dünyasında yaygınlaşmasını sistemli hale getirdiği gibi, Batıda bilgi ve sınırlı bilim anlayışının bölgesel mekanları olan manastırların işlevlerini de etkisiz hale getirecek, üniversitelerin kurulmasına öncülük edecektir. Sözgelimi X. yüzyıldan itibaren başta İtalya’da olmak üzere kurulan Bologna, Padua Üniversitelerini, XII. yüzyılda Paris’te Sorbonne, Montpellier, İngiltere’de Oxford, Almanya’da Köln üniversiteleri gibi üniversiteler, mimari tarzları yanında, uzun yıllar takib edecekleri müfredat programları bakımından da Nizamiye medresesi ve onu örnek almış öteki medreseleri izleyeceklerdir.

İslâm dininin, özellikle Hıristiyanlıktan farklı olarak İnsanı ruh-beden bütünlüğü içinde kavraması ve dünyanın da ahireti, yeni ebedi hayatın mekanı olarak nitelenen ölümden sonraki hayatın yaşanılacağı dünyayı tamamlar şekilde nitelendirmesi, dünya hakkında doğru ve kesin bilgilerin elde edilmesi eğilimini güçlendirmiştir. Dolayısıyla müslüman bilginler ebedi hayatın kavranılması bakımından dün­ya, dünyadaki nesnelerin gerçek mahiyet ve nedenlerinin anlaşılmasına çalışmışlardır. Ruh ve beden gibi, hayat da, hayatın yaşamldığı bu dünya ve nesneler de Allah’ın insana ihsan etliği değerli emanetlerdir. Gerçek bir kul olmak İle yükümlü bulunan her müslüman fert kendisine verilen bu değerli emanetlerin mahiyetine nüfuz ederek kavramak, onlardan ibret almak, nedenlerini çözmek durumundadır. Bundan dolayıdır ki, İslâm düşünce bilimi dünyanın ve eşyanın (daha genel olarak da ‘Varlık’ın) objektif bir şekilde incelenerek kavranılmasını öngörür. Buna bağlı olarak İslam kültüründe bilim bir bütünlük içinde olu­şacaktır. Yani dint bilimler ile pozitif bilimler incelenme fonksiyonu bakımından ayrıma tabi tutulsalar da, bilgi ve bilimin özü bakımından bir ayrım sözkonusu edilmeyecektir. Kaldı ki, dinin hakikatinin anlaşılması ve kavranılması, ibadetlerin ifası bile pozitif bilimlerin geliştirilmesini adeta zorunlu kılacaktır. Mesela İslâm Hukukunun bir çok kuralı ve kurumunun matematikten astronomiye kadar bir çok pozitif bilim alanıyla ilişkilidir. IX. yüzyıldan itibaren İslâm bilimi matematik, astronomi, fizik, mekanik, tıb, kimya, eczacılık gibi pozitif bilimler yamnda sosyal bilimler ve felsefe alanında hızlı bir gelişme gösterdi. Ayrıca bilimsel yöntem konusunda da müslüman bilginlerin önemli katkıları oldu. İlkçağ tabiat filozoflarının görüşlerini daha yöntemli bir şekilde genişletip geliştiren, eksikliklerini tamamlayan ve yanlışlarım düzelten müslüman bilgin ve düşünürlerin oluşturdukları İslâm bilim birikimi Orta Çağ Skolastiğinin kendi içinde tartışılmasını ve yıkılmasını hazırladığı gibi, Rönesans ile birlikte Yeni Çağ biliminin kuruluş ve gelişimini de belli bir sınıra kadar hazırlamıştır, özellikle Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi bilgin ve düşünürlerin akıl ve bilim sınıflandırmalarıyla Aristoteles ve Platon felsefelerim yorumlayıp değerlendirmeleri; İbn Heysem, İbn Bacce, Ebu-bekir Razi, Harezmi, Ömer Hayyam, Biruni, İbn Hayyan, Ebu Kasım Allaf, Ebu Zekeriya el-Avam, Ebu’l Ferec, Muhammed b. Cabir el-Battani, Ali b. Abdurrahman b. Yunus, Ebi Alı Hassen, Gazali, İbn Haldun, İbn Tufeyl gibi birçok bilgin ve düşünürün çeşitli bilim alanlarıyla felsefe ve kelam konularındaki görüşleri Batıda bilimin yeniden doğuşunda etkili de olmuştur. Müslüman bilginlerin bilim alanındaki katkıları önceki bilgileri sıkı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutmak ve yeni inceleme ve araştırmalarda bunları değerlendirmek şeklinde ortaya çıktı. Hint kültüründe kullanılan matematik, müslüman matematikçilerin değerlendirmeleri ve sistemli bir hale getirmeleriyle insanlığın hizmetine sunularak evrensel bir bilgi dili özelliği kazanabildi. Bunun gibi bilimsel metod konusunda, özellikle tabiat bilimleri ala­nında deney ve gözlem metodlan üzerinde yoğun tartışmalar yapıldı.

Yeni Çağlarda XVII. yüzyıldan itibaren deney metodunun sistemli bir hale gelmesinde müslüman bilginlerin katkıları inkâr edilemez. Nitekim daha XIV. yüzyılda Roger Bacon, eserlerinde bu metodun gerçek bilgiye ulaşmada temel alınmasını ileri sürecektir ve İbn Sina ve İbn Heysem’in bu konudaki düşüncelerinin önemini vurgulayacaktır, Ne var ki XVI. ve XVII. yüzyıllarda Batıda bilim alanında gelişmeler sürerken, İslâm dünyasında bilimsel alanda önce duraklamanın, arkasında da gerilemenin ortaya çıktığı görülecektir. XVIII. yüzyılda bilimin pratik işlevinin ağırlık kazanmasıyla da ilgili olarak Sanayi Devriminin gerçekleştirilmesi gözlenirken, İslâm dünyası bilim ve düşünce alanında sahib olduğu bu hazineyi ve birikimi yeterince değerlendirememiştir. Çünkü XVIII. yüzyıldan günümüze uzanan çizgide bilim, batılı insanın elinde öteki insan toplulukları ve kültürleri için yıkıcı özellikler kazanarak kullanılacaktır. Kapitalizmin, onun doğal uzantısı olan her türden emperyalizmin sınır tanımayarak yaygınlaşması; bilimin amacı üzerinde de kuşkular ve tartışmaları yoğunlaştıracaktır. Sosyal bilimlerdeki kullanımıyla İse bilim terimi deneysel fenomenlerin sistematik ve nesnel bir incelemesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan bilgi birikimini ifade eder. Sosyal bilimciler kendi disiplinlerinin bu anlamda bir bilim olduğu ve bir insan etkinliği olarak bilimin kendisinin, sosyal bilimin araştırdığı konular arasında olduğu kanaatindedirler. Bu bağlamda bilgi sosyolojisinin bir dalı olarak ortaya çıkan bilim sosyolojisi (sociology of science), bilgi sosyolojisinin yaptığı gibi bilim adamlarının sosyal konumlarının elde ettikleri bilimsel bilgilere nasıl bir etkisi olduğunu araştırmaya ilaveten, sosyal bilimlerde bu toplumsal etkilerin çok daha belirgin olduğunu ortaya koyar. Genelde bilim sosyolojisi toplumsal bir girişim olarak bilimin incelenmesine eğilmiştir.

İsmail KILLIOĞLU -SBA

Bilim
.

Bilim veya ilim; neden, merak ve amaç besleyen bir olgu olarak günümüze kadar birçok alt dala bölünmüş, insanların daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasına, var olmayan olguları bulmasına ve yeni şeyler öğrenmesine ön ayak olan genellemedir. Bilim sanat tarafından temelleri atılmış olup her aşamada sanat ve yaratıcılıkla beslenerek insanların hayat koşullarını iyileştirmek için yapılan çalışmaların bütünüdür. Bilim, temelde, deney ve gözleme dayalı bilgi bütününü anlatır. Bazı bilim insanlarına göre bilim:
felsefe/mknats « Her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile düzenli düşünceler arasında uygunluk sağlama çabasıdır. »

« Gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır. »

Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük’te “bilim”i şöyle tanımlamaktadır:
« “1. Evrenin bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi.

2. Türlü duygusal yaşantıların mantıkça bir örnek düşünce dizgesine uydurulması için gösterilen çabalara verilen ad.” »

Yüzyıllardır insanoğlunun yeryüzündeki yaşama ortamına duyduğu merak, yaşam standartlarını yükseltecek bir etkinliğe bürünmeye başladı. Olağan gibi görünen olayları anlama çabası, aslında dünyanın gizemlerle dolu bir yer olduğunu ve bunları çözümlemek gerektiği gerçeğini doğurmuştur. Geleneksel bilim sadece anlamaya ve çözmeye gereksinim hissetse de, ileri safhalara bölünen bilim türleri sadece çözmeyi değil çözümden öte ilerlemeyi de kapsar. Geçmişe bakıldığında en önemli sayılan bilim dallarından bazıları matematik, geometri, gök bilimi ve tıptır. Çok çeşitli matematiksel çözümleme sistemlerinin geliştirildiği ilk zamanlardan bu yana hâlâ yeni formüller, sistemler, kuramlar
geliştirilmektedir ki bu da bilimin sürekliliğine bir örnektir.

Bilimsel yasalar bilimin vazgeçilmez öğeleri olsa da, hâlen birçok bilimsel yasanın doğruluğu tartışılır düzeydedir. Bilim deneye çok önem verir ve bilimsel yöntem deneye dayanır. Bu evre, işlenen konuyu daha inandırıcı kılmanın yanında belirli bir çerçeveye oturtur. Sadece kâğıt üzerinde birer kuramken yasalaşabilir ve temel taş niteliğine bürünebilir. Bilimin sonsuz bir süreç içinde değişimi yadsınamaz bir durumdur. Zaman içinde alt dallara bölünen bilim sayısal ve sosyal alanlarda ayrı konulara bürünmüş; fakat nitelik açısından aynı amaca hizmet etmeyi sürdürmüştür.

Bilim tarihi

felsefe/ishango_bone Antik çağlarda bilim

Bilimin yazıdan daha önce ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu sebeple, özellikle antik çağlardaki bilimsel buluş, görüş ve keşifleri incelemekte arkeolojinin önemli bir yeri vardır. Örneğin arkeolojik çeşitli keşiflerin incelenmesi sonrası tarih öncesi çağlardaki ilk insanların çeşitli gözlemler yaptığı saptanmıştır; örneğin mevsimleri takip etmişlerdir. Afrika’da bulunan ve MÖ 35000 ile MÖ 20000 yılları kökenli çeşitli bulgular, zamanı ölçmeye dair çeşitli denemelerin izlerini taşımaktadırlar.

Bununla birlikte teknolojik gelişimin yanı sıra bilimsel etkinliklerin özellikle MÖ 2500 yılında yoğunlaştığı ve ivme kazandığı tespit edilmiştir. Bunun özellikle mimari birçok örneği bugün de görülebilir; Stonehenge gibi büyük yapılar belirli bilimsel ve teknolojik gelişim, özellikle de çeşitli gelişmiş matematik bilgileri olmaksızın yapılamayacak anıtlardır. Örneğin bu dönemdeki çoğu yapılar en azından Pisagor kuramı olmaksızın yapılamayacak yapılardır; buna ve benzeri diğer bulgulara dayanarak, Pisagor kuramının Pisagordan binlerce yıl önce insanlar tarafından bilindiği tespit edilmiştir. Nitekim antik Mısırlılar gibi birçok ulusta çok erken tarihlerde matematiksel etkinlikler görülmektedir. Antik Mısırlılar MÖ 4200 yılında 365 günlük bir takvim üretmiş oldukları gibi, MÖ 3100 yılı tarihli bir gürzde sayısal olarak milyonları ifade etmek için bir sistemin kullanıldığı görülmüştür. Antik Mezopotamya’da matematiksel etkinlik ve gelişimin varlığı, arkeolojik araştırmalarca elde edilen kil tabletler yardımıyla bilinmektedir.Mezopotamya’da zaman içinde iktidara gelen farklı krallıkların neredeyse tamamından matematiksel etkinliğin bulguları kalmıştır; MÖ 3. binyıldan Sümerlere ait, MÖ

2. binyıldan Akad ve Babillilere ait, MÖ1. binyıldansa Asurlulara ait. Bunlara ek olarak daha sonra bölgede hakimiyet kuran Perslere ait MÖ 6. yüzyıldan 4. yüzyıla kadarki bir tarihe ait bulgular da mevcuttur. Mezopotamya’daki matematiksel etkinlikler çok çeşitlidir ve pratik sorunların ötesine de sıklıkla geçmiştir; lineer ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü içeren cebir çalışmaları ile çeşitli sayı kuramına dair çalışmalar yapılmıştır. Bunlara ek olarak bu topraklardaki farklı krallıklar tarafından zaman içinde sayı sistemi oldukça geliştirilmiştir. Sümerliler, antik Mısırlıların kullandığına benzer ondalık ekli bir sayı sisteminin temellerini atmışlar ve kullanmışlardır. Bu sistem daha sonraki dönemlerde farklı iktidarlar tarafından geliştirilmiş, Babillilerce 60 bazlı bir sisteme ulaşılmıştır.

MÖ 3. binyılda Hint yarımadasında matematikle uğraşıldığı ve matematiksel hesapların yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca bu matematiksel etkinlik büyük oranda ölçüm cetvelleri, ağırlık ve genel olarak ölçümler gibi konuları da içermekteydi. Bu dönemdeki matematiksel etkinliklerin genel olarak astronomi ile de ilişik olduğu öne sürülmüştür.

felsefe/ebers7766 Nitekim dinî açılar da barındıran, sıklıkla matematik gibi diğer bilim dallarıyla birlike yapılan astronomi çalışmaları antik çağdalarda büyük bir önem ve yer arz etmektedir. Astonomiyle ilişkili fenomenlerin matematiksel tezahürlerine antik Mezopotamya’daki bilimsel etkinliklerde rastlanmaktadır. Çin’de takvimsel ihtiyaçlara karşılık verecek astronomi faaliyetleri olduğu gibi, Mezopotamya’da matematiksel gelişimden yararlanılarak gezegenlerin döngülerine, pozisyonlarına dair hesaplamalar yapılmaktaydı. Matematiksel gelişimden ayrık bir biçimde astronomi çalışmaları ve anlayışı Orta Amerika merkezli Maya uygarlığında kendisine yer bulmuştur; özellikle takvimsel çalışmalar ve güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması önemli yer tutmuştur.

Bunların dışındaki bilimlerin de kökenlerini antik çağda bulmak mümkündür. Örneğin biyoloji uygarlığın gelişiminden çok önceleri toplumsal anlamda önemli bir rol almış, özellikle tarım açısından çok çeşitli gelişmeler olmuş, insanlar birçok hayvanı evcilleştirmiştir. Bitkilerin incelenmesi sonucu birçok şey keşfedilmiştir; örneğin arkeolojik bulguların Babillilerin hurma ağacının eşeyli ürediğini keşfetmiş, polenlerin eril olduklarını ve polenlerin dişil bitkilere aktarılarak üremenin sağlanabileceğini kanıtlamışlardır. Antik çağlarda ayrıca biyolojiyle birlikte olarak tıbbî çalışmalar da yapılmış, Çin, Mısır ve Hint yarımadasındaki çeşitli uygarlıklar farklı şifalı bitkileri belirli tıbbî ve anatomik sorunlar için kullanmışlar, bu kullanımlarını zaman zaman yazıyla da ifade etmişlerdir. Tıbbın yanı sıra, kimya, coğrafya ve jeoloji gibi bilimler de özellikle Çin’de büyük ölçüde gelişmiştir.

Bilim ve felsefe

İlk çağlardaki filozofların dünyayı ve etrafı anlamaya çalışması, merak duyguları, belirli kriterlerin doğmasına ve bunların çeşitli ideolojilere dönüşmesine yol açmıştır. Bilimin temelleri atılıncaya kadar, tartışma ve deney olgusu insanlar tarafından geliştirilmiş ve bu bir arayış haline dönüşmüştür. İlk dönemlerde belirgin bir felsefe-bilim ayrımı yoktur ve birçok büyük bilim adamı aynı zamanda filozoftur. Deneyin ve sonucun klişe haline gelmesi bilimin artık istenilebilir düzeye gelmesini sağlamıştır. 19. yy a kadar gelişme kateden bilim aslında kendi içinde bir savaş vermiş, birçok özgün araştırmacı, düz mantıkla hareket eden ortaçağ liderlerine yenik düşmüştür. Aristo’nun fiziğinden daha farklı düşüncelere sahip olan Galileo kendi zamanının bilim adamlarıyla ters düşmeye başlamıştı. Bilim, tarihi sürecinde bu tip sahnelere sürekli tanık olmuş, deney ve gözlem sonucunda çöken kanunların yerini başkaları almıştır.

Gerçek ve varlığın amacını soruşturan felsefe sistematik düşünmeyi gerektirmektedir. Klasik antik çağ felsefesiyle başlayıp, Thales, Anaximenes, Pythagoras, Demokritos, Gorgias, Empedokles, Heraklitos, Parmanides, Sokrates, Plotinos, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar, gitgide gelişen ve şekillenen felsefi soruların şekillenmesini sağlamışlardır. Din odaklı Ortaçağ felsefesinde Hıristiyanlığın kendisine bir aracı olarak kullandığı felsefe, Tanrı, bilgi, inanç eksenlerinde yoğun şekilde kullanılmıştır. Aydınlanma Çağı’nda yapılan felsefede akıl ön plana çıkmıştır. Düşünce sistemindeki temel görüş, insan aklının aydınlattığı kesin doğrulara ve bilgiye doğru ilerlemektir. Geçiş dönemi felsefesi olarak bilinen Rönesans felsefesi, bilimde ve düşünce sistemindeki yeni gelişmelerin yer aldığı bir dönemi kapsar. Yeniden doğuş manasına gelen rönesans, önceki çağlardan çok farklı bir düşünce sistemine geçişin köprüsü konumundadır.

Bilim ve felsefenin ayrışması modern çağa yaklaşırken iyice belirginleşmiş, bununla birlikte felsefe ile bilim tamamen birbirinden kopmamış ve gerek genel olarak bilimin felsefesi olan bilim felsefesi gerekse bilim dallarının tek tek felsefî yönden incelendiği felsefe dalları (örneğin fizik felsefesi) varlığını sürdürmekte ve gerek bilim gerekse felsefe alanlarında önemli roller oynamaktadır.

Bilim dallarının gelişimi

Astronomi ve Fizik

felsefe/astrolabe_dsc03864 Gök bilimi, bilim dalları arasında en eski olanlardandır ve özellikle antik çağdalarda en yoğun anlamda icra edilen, bilimlerin anası olarak görülen bir bilimdir. İnsanların gökyüzüne olan ilgisi, yukarıda asılı duran cisimleri incelemeye itmiş ve teleskobun bulunmasıyla bu gözlemler daha etkin bir hâl almıştır. Babilli olgusal astronomlara nazaran Yunan astronomları, matematiksel ayrıntıları özümseyerek bu bilimin gelişmesinde temel noktaları oluşturmuşlardır.

Roma İmparatorluğu’nun iktidarı altındaki Mısır’da yaşamış olan Batlamyus özellikle astronomi tarihi ve genel olarak bilim tarihi açısından önemli bir konuma sahiptir. Daha sonraları İslam astronomları tarafından el-Mecisti olarak anılacak olan Hè Megalè Syntaxis yani “Büyük Derleme” isimli astronomi konulu eseri Orta Çağ boyunca genel geçer kabul gören astronomi eseriydi ve yazarı olarak Batlamyus neredeyse mitik bir statüye getirilmişti. Batlamyus’un evren modeli geosantrik yani yermerkezciydi ve uzun yıllarca kabul gören bu sistemden güneş-merkezli bir sisteme geçiş tartışmalar doğurmuştur.

Polonyalı bir astronom olan Nikolas Kopernik, dünyanın ve diğer gezegenlerin, güneş etrafında döndüklerini açıklamış; heliyosantrik yani güneş-merkezli bir sistem ortaya atmıştır. Copernicus’un sistemini Commentariolus isimli bir risale ile arkadaşlarına tanıtmış daha sonra sistemini, Papa III. Paulus’a ithaf ettiği ayrıntılı bir şekilde başyapıtı sayılacak De revolutionibus orbium coelestium isimli eserinde açıklamıştır. Bu astronomi biliminde yeni bir dönem açılmasına sebep olmuştur. Teleskobu geliştirmesi, yaptığı astronomik gözlemler ve Kopernik’in sistemine verdiği destek ile tanınan İtalyan bilim adamı Galileo Galilei de astronomi ve fizik tarihi için önemli birisidir ve zaman içerisinde modern gözlemsel astronominin babası ve modern fizik biliminin babası gibi atıflara mazhar olmuştur. 1671 de ilk aynalı teleskopu yapan matematik ve fizikçi Isaac Newton uğraştığı bilim dallarının gelişmesine çok fazla katkıda bulunmuş diferansiyel ve integral hesabın temellerini atmıştır. Ayrıca Newton’un 5 Temmuz 1687’de yayımladığı, Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri kitabı klasik mekaniğin temellerini oluşturan Newton’ın hareket yasaları ve yer çekimi gibi önemli konuları içerir.

felsefe/democritus2
Kimya

Kimya, maddenin yapısını ve davranışlarını inceleyen bir bilim dalıdır. Fizikokimya, biyokimya, analitik kimya, anorganik kimya ve organik kimya temel dallarıdır. Tıp gibi pek çok bilim dalının yardımcısı konumunda olan kimya biliminin gıda, ilaç, boya, kozmetik ve tekstil alanlarında kullanımı dolayısı ile en bilinen dalı organik kimyadır.

Antik çağlarda maddenin belirli temel elementlerden oluştuğu düşünülür ve birçok kültürde bunlar hava, su, ateş ve toprağı içerirdi. Bununla birlikte antik Yunanlı filozoflardan bir kısmı atom fikrini ortaya atmış ve her şeyin çok küçük yapıtaşlarından meydana geldiğini öne sürmüşlerdir. Bu filozoflara daha sonra atomcu filozoflar da denmiştir. Çok eski çağlardan beri insanlar metalurji ile uğraşmakta, çeşitli eşyanın yapımında kimyasal olayları ve bunların sonucu olan ürünleri kullanmaktaydılar; örneğin camdan eşyanın üretiminde. Orta Çağ’a doğru simya geleneği ortaya çıkmıştır. Simya geleneği kimyanın öncülüdür ve mistisizm, felsefe gibi öğelerle kimyasal çeşitli araştırmaların karışımından ibarettir. Simyada özellikle iki önemli kavram ve amaç bulunmaktaydı: biri zaman zaman felsefe taşı olarak da anılan ve her türlü maddenin veya metalin altına dönüştürülmesine yardımcı olacak efsanevi bir şey, diğeri ise içen kişiye ölümsüzlük veya çok uzun yaşam vaad edecek ölümsüzlük iksiri yani ab-ı hayat.

felsefe/labo-lavoisier-img_0501 Zamanla simyaya olan ilgi daha da bilimselleşmiş ve simyadan ayrık olarak kimya bilimi ortaya çıkmıştır. Modern kimyanın simyadan ayrışması ve temellerinin atılmasında önemli katkıları olan bir isim Robert Boyle’dur. Bugün özellikle ismini verdiği Boyle yasası ile tanınan Boyle atomcu fikriyatı savunan bir bilim adamıydı. Fransız bilim adamı Antoine Lavoisier ise kütlenin korunumu kanunu ile gerek kimya gerekse bilim tarihinde önemli bir adım atmış, kimya biliminin babası olarak da anıldığı olmuştur. Kendisi ayrıca oksijen ve hidrojeni tespit edip adlandırandır. 19. yüzyılın başına kadar kimyanın, öteki fizik bilimlerin tersine, tümevarım (induction) yönünün tümdengelim (deduction) yönünden daha baskın olması, onun biyolojik bilimlere daha yakın olmasına neden oluyordu. Ama matematik ve fizik yöntemlerin kimyaya uygulanması sonucu yeni bir bilim dalının, yani fizikokimyanın doğmasında başta Wilhelm Ostwald, Van’t Hoff ve Arrhenius’un payları büyüktür. Kimyasal maddelerin fiziksel değişimlerini, fiziksel olayların kimyasal maddelerin özeliklerinden yararlanılarak açıklanmasını konu alan ve elektrokimya, kolloid kimyası, çekirdek kimyası ve polimer kimyası gibi kollara ayrılan fizikokimya, bu bilginlerin 1881’de Zeitschrift Für Physikalische Chemie adlı bilim dergisini yayınlamalarıyla bilim dünyasında kimyadan ayrı bir dal olarak yerini almıştır. İnsanların öğrenme ve araştırma merakı zamanla analitik (çözümlemeli) kimyanın doğmasına neden olmuş, bu durum zaman içinde koordinasyon kimyasının ve endüstriyel analitik kimyanın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Analitik metodların keşfi tıp, biyoloji ve genetik alanında kimyanın kullanımını yaygınlaştırmıştır. Penisilin ve vitaminlerin keşfi ile kimya biliminin insanın yaşam kalitesini artırdığı gerçeğinin yanında gelişen teknolojinin üretim süreçlerinde kullanılmaya başlanması, çevre sorunlarına neden olmuş, bu durum doğal kaynakların ihtiyatsızca sarfedilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle çevre kimyası ve su kimyası gibi alt bilim dalları da gelişmiştir.

Matematik ve Geometri

felsefe/yupana_1 Antik çağdalardaki bilimsel etkinliklerde matematiğin önemli bir rol oynadığı, eski Mısırlılar, Mezopotamyalılar, Hintliler gibi çok çeşitli kavimlerin matematikle uğraştıkları bilinmektedir.

Yunan matematiğinin en önemli isimlerinden olan Tales’in geometriyi, Mısır’da kaldığı süre içerisinde öğrenmesi ve bu bilimi etrafındakilere öğretmesi sonucunda gelişme devam etmiştir. Sayıların babası olarak anılan Pisagor’un ünlü teoremi onu zamanının en büyük bilim adamları arasında hatırı sayılır bir yere getirmiştir.

Orta Çağ, özellikle Hint ve İslam matematikçilerinin yoğun çalışmalarına sahne olmuştur. 499 yılı kadar erken bir dönemde Hintli matematikçi Aryabhata ilk sinüs trigonometrik tablolarını oluşturmuş, cebir, diferansiyel denklemler ve sonsuz küçük değerler için algoritmalar ve teknikler geliştirmiştir. 1

2. yüzyılda bir başka Hintli matematikçi Bhaskara ilk kez diferansiyel kalkülüsün ve temel kavramlarının temellerini atmıştır. İslam bilim adamları da Orta Çağ’da birçok matematiksel buluş ve keşfe imza atmıştırlar. 9. yüzyılda el-Harezmi Hint-Arap rakam sistemi ve denklemlerin çözümü üzerine önemli eserler vermiştir. Nitekim algoritma sözcüğü isminin Latinizasyona uğramış hâlinden köken almıştır. Özellikle cebir alanındaki eski buluşları muhafazası ve getirdiği yeni gelişmeler sebebiyle Harezmi zaman içinde cebirin babası olarak
anılmıştır. 1

2. yüzyılda yaşamış olan bir başka matematikçi Ömer Hayyam ise Öklid’in çalışmalarına eleştiriler getirmiş ve analitik geometri ile
Öklid dışı geometrinin temellerini atmıştır. Ayrıca kübik denklemlere genel, geometrik bir çözüm getiren ilk matematikçi de kendisidir.

Orta Çağ’da Batı’daki en önemli matematikçilerden biri Fibonacci’dir. Fibonacci Arap rakam sistemini Avrupa’ya tanıtmış ve yaygınlaşmasına ön ayak olmuş, ve bugün Fibonacci sayıları olarak anılan sayı dizisini yaygınlaştırmıştır. Aslında bu sayı dizisini ilk keşfeden kendisi değildir fakat onun kitabında örnek olarak kullanıldık sonra Batı’da ün kazanmıştırlar.

17. ve 18. yüzyıllarda Batı’da matematik yükselişe geçmiş, birçok önemli matematiksel buluş gerçekleşmiştir. İskoç John Napier doğal logaritmaları araştırmış, Kepler gezegensel hareketlerin matematiksel kanunlarını ortaya koymuş, René Descartes bugün hâlen sıkça kullanılan Kartezyen koordinat sistemini ve dolayısıyla analitik geometriyi geliştirmiştir. Alman matematikçi Gottfried Wilhelm Leibniz kalkülüs üzerine birçok çalışmasıyla kalkülüsü geliştirmiş ve bugün kalkülüste kullanılan notasyonun temellerini atmıştır. Pierre de Fermat ve Blaise Pascal olasılık teorisinin temelini atmışlar ve dolayısıyla ilgili kombinatorik kurallarını keşfetmişlerdir. Pascal ayrıca Pascal teorisi ve (her ne kadar kendisinden daha önce Doğu’da bilinse ve kullanılsa da) Pascal üçgeninin geliştiricisi ve isim babasıdır. 18. yüzyılda matematikçi Leonhard Euler fonksiyon kavramını ve matematikteki sayısız notasyonu (örneğin doğal logaritmanın tabanı olarak e notasyonunu) geliştirmiştir. Sayı teorisi, graf teorisi, geometri gibi çok çeşitli alanlarda önemli eserler vermiş, önemli buluşlara imza atmıştır.

19. yüzyılda yaşamış olan Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss ise gerek matematik gerekse diğer birçok bilimde önemli başarılara imza atmış; temel cebir teorisi (veya cebirin temel teoremi)ni kanıtlamış, Theorema Egregiumu ortaya atmış ve kanıtlamış, karmaşık değişkenli fonksiyonlarda önemli çalışmaları olmuştur. Yine 19. yüzyılda yaşamış olan George Boole isim babası olduğu yeni bir cebir türü olan Boole cebirini ortaya atmıştır.

Tıp

felsefe/century_persian_anatomy
Bilimin tıp alanındaki ilk gelişmeleri Asya kıtasında gerçekleşmiştir. Hindistan, Mısır, Çin, İran ve Yunanistan’da tıp sistematik bir biçimde gelişmeye başlamış ve bir bilim dalı olarak insanlığın en büyük sorunlarından biri olan sağlık alanındaki gelişmeler yüzyıllar boyu sürmüştür.

Hindistan yarımadasında, İndus Vadisi uygarlığından beri tıp ve diş hekimliği mevcuttu. Nitekim, Hint tıbbî geleneği olan Ayurveda bugün bile çağdaş tıbbın yanı sıra varlığını sürdürmektedir. İngilizlerin Hint yardımadasını kolonileştirmesine kadar bölgedeki temel tıp sistemi olan Ayurveda, ilk dönemlerinde civa-kükürt bazlı ilaçlar kullanmıştır. Bunun dışında, bugün çeşitli tıbbî yararları bilinen zerdeçal gibi çeşitli bitkiler de tedavilerde klasik Hint tıbbında kullanılmıştır.

Çin’de antik çağlardan günümüze kadar varlığını sürden geleneksel bir tıbbî gelenek mevcuttur. Taoist hekimlerin yaptığı ampirik hastalık ve rahatsızlık gözlemlerinin ve Çin düşüncesinin bir sonucu olan geleneksel Çin tıbbı, bitkisel tedavi, akupunktur ve masaj gibi çok çeşitli pratik yöntemlere sahiptir. Bunların dışında beslenme terapisi ve Feng Şui gibi zihinsel terapiler de geleneksel Çin tıbbında yer almaktadır.

Hipokrates’in hastalara büyü ve batıl inançlarla bezeli bir tedavi sunmak yerine, iyileştirici etkileri kanıtlanmış tedavi yöntemlerine başvurmaya başlaması, tıp biliminde hasta öneminin kavranmaya başlamasına sebep olmuştur. İlk başlarda bölgelere göre farklılık gösteren tedavi yöntemleri, son iki yüzyıldır modernleşmeye başlamış ve genel anlamda ortak bir çabaya dönüşmüştür. Avrupa’daki salgınlardan sonra daha fazla gelişme kateden tıp bilimi, günümüzde genetik çalışmalarının gelişmesiyle çok üst düzeylere ulaşmıştır.

Orta Çağ boyunca Orta Doğu başta olmak üzere İslam’ın yayıldığı topraklarda birçok önemli İslam hekimi yetişmiştir. Bunlardan biri İranlı Razi, nöroşirürji ve oftalmoloji dallarında sıklıkla bir öncü olarak görülmüştür. Deneysel tıbbın önemini vurgulayan Razi ayrıca birçoğuna göre pediatri dalının da babasıdır. Yazdığı birçok eserde çok çeşitli tıbbi bilgiler aktaran Razi ayrıca çiçek hastalığı ile kızamık hastalığını birbirinden ayıran ve açık bir şekilde tanımlayıp, diyagnozunu yapan ilk hekimdir. Alerji ve immünoloji konularında da ilk eser veren hekim kendisidir. Bir başka tanınmış Müslüman hekim de İbn-i Sina’dır. 14 ciltlik başyapıtı el-Kanun fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) isimli eseri tıp açısından bulaşıcı hastalıkların ve cinsel yolla bulaşan hastalıkların keşfi, enfeksiyöz hastalıkların yayılımının önüne geçmek amacıyla karantina uygulamasının ortaya atılması, mikroorganizmaların varlığının varsayılması ve nöropsikiyatri vb. birçok keşfi ve buluşu içinde barındırır.

Orta Çağ ve sonrasında Batı’da önemli tıbbî buluşlar olmuştur. Garcia de Orta tropikal tıbbın öncüsü olarak ortaya çıkıp başta kolera olmak üzere çoğu tropikal hastalığı doğru şekilde tanımlarken, William Harvey, Batı’da kan dolaşımını doğru ve tam bir şekilde açıklayan ilk Batılı olmuştur. Daha sonraları 19. yüzyılda Louis Pasteur ilk başarılı kuduz aşısını bulmuş, kendi ismini alacak olan pastörizasyon işlemini de ilk kez ortaya atmıştır. Louis Pasteur aynı zamanda Robert Koch ve Ferdinand Cohn ile birlikte mikrobiyoloji dalının babalarından biri olarak kabul edilir. 1905 yılında Nobel Ödülü almış olan Robert Koch aynı zamanda Tuberculosis bacillus ve Vibrio cholera gibi hastalığa neden olan önemli bakterileri ilk kez izole eden kişidir. Daha sonra kendi adıyla anılacak olan Koch postülatlarını geliştirmiştir.

felsefe/cheshm_manuscript Biyoloji

Bir bilim dalı olarak 19. yüzyıla kadar şimdiki alt dallarıyla gelişen biyoloji, canlıların tüm özelliklerini inceleyen bir sistemidir. Başta insan olmak üzere, bitkileri inceleyen botanik, hayvanları inceleyen zooloji, mikroorganizmaları inceleyen mikrobiyoloji gibi alt dallara ayrılır.

Aristo doğaya dair birçok çalışma yapmış, birçok bitki ve hayvan türünü incelemiş ve kategorize etmiştir. Aristo’nun görüşleri, kendisinden sonraki bazı bilim adamlarının yaptığı eklerle birlikte özellikle Batı’da uzun bir süre otorite olmuştur.

Orta Çağ’da özellikle İbn Nefis, İbn Cahız ve İbn Baytar gibi Müslümanlar bilim adamları biyoloji dalına katkıda bulunmuşlardır. Özellikle erken evrim düşünüşüne katkıda bulunmuş olan İbn Cahız, besin zinciri fikrini de ilk kez ortaya atan kişidir. 9. yüzyılda yaşamış olan el-Dinaveri ise bitki evrimini, bitkilerin gelişimini incelemiş ve Kitâb’ün-Nebat isimli eserinde birçok türü tanımlayarak botanik bilimine katkılarda bulunmuştur.[49] Bir başka bilim adamı olan el-Nebati’nin öğrencisi olan İbni Baytar eczacılığa ilişkin (farmasötik) bir ansiklopedi hazırlamış ve birçok bitki, yiyecek ve ilacı eserinde tanımlamıştır. Bu eserin Latince çevirisi daha sonra Avrupalı bilim adamları tarafından 18. ve 19. yüzyıllarda kullanılmıştır. İbn Nefis pulmoner ve koroner dolaşımı doğru bir şekilde tespit etmiş, metabolizma kavramını tanımlamıştır.

Biyolojinin temellerinden sayılan modern evrim teorisi, Charles Darwin’in görüşlerinin üzerine inşa edilmiştir. Darwin, Türlerin Kökeni , İnsanın Türeyişi, ve Cinsiyete Mahsus Seçme, İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi  eserlerinde görüşlerini belirtmiştir. Manastırın bahçesindeki bezelyeleri birbirleriyle eşleştirerek genetik bilimin temellerini atan Gregor Mendel klasik genetik kanunlarının yapıtaşlarını oluşturmuştur.

felsefe/comte Sosyoloji

Her ne kadar diğer bilim dallarına oranla görece yeni bir bilim dalı olarak tanımlansa da, sosyolojik yani toplumbilimsel çalışmalar ve gözlemler antik çağlardan beri mevcuttur. Herodot ve Tukididis gibi isimlerin eserlerinde sosyolojik gözlem ve değerlendirmelere rastlamak mümkündür.

Bir erken dönem İslam sosyolojisinin varlığına dair çeşitli kanıtlar vardır. İslam düşünürü İbn Haldun’un, evrensel tarihi analiz eden yedi ciltlik eserine yazdığı, Mukaddime isimli önsözünde çeşitli sosyolojik teorileri ilk kez formule ederek sosyal felsefede ve bir dal olarak sosyolojinin gelişiminde öncü konumuna gelmiştir. Örneğin bu eser aracılığıyla İbn Haldun yeni bir bilim dalı olarak ilm el-ümran bilimini ortaya atmış ve şöyle tanımlamıştır: “Bu bilimin … kendine has bir konusu var(dır); yani (insani) toplum, ve kendine has sorunları var(dır); yani toplumun doğasında birbirini takip eden toplumsal dönüşümler…” Ayrıca bu eserindeki düşünceleri ile tarih bilimi ve tarih felsefesi açısından da önemli bir adım atmıştır.

Her ne kadar sosyoloji terimi kendisinden önce kullanılmış olsa da, bağımsız olarak tekrar terimi ortaya atan ve sosyolojiyi ‘pozitif bilimlerin kraliçesi’ olarak görerek zaman içinde sosyolojinin babası olarak da anılan isim Auguste Comte’dir. Bununla birlikte genel olarak Comte sosyolojinin kurucusu olarak görülmez. Batı’daki sosyoloji dalıyla uğraşan ilk isimler genellikle Darwin’in evrim kuramından etkilenmiştiler ve özellikle analojik olarak canlı organizma ile toplumu karşılaştırmaktaydılar. Bu isimlere örnek vermek gerekirse Herbert Spencer ve Lewis Henry Morgan gibi isimler zikredilebilir. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Émile Durkheim, Vilfredo Pareto, ve Max Weber gibi klasik sosyologlar bilime önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Siyaset bilimi

felsefe/macchiavelli01 Siyaset bilimi çok eski çağlardan beri siyasî faaliyetlerle birlikte gelişim göstermiş, önemli bir sosyal bilim dalı hâline gelmiştir. Antik Hindistan’daki Vedik metinlerden, daha sonraki çeşitli Budist metinlere kadar birçok metinde siyasete dair incelemeler ve çalışmalar yer alır. Hintli siyasî düşünür Çanakya (MÖ 350-283) siyasî düşünce, ekonomi ve toplumsal düzen gibi konuları ele alan Arthashastra isimli eseriyle tanınır. Benzeri şekilde Antik Yunan’da da birçok siyasi fikre rastlanır; gerek Homeros, Hesiodos ve Tukididis gibi erken dönem yazarlarının eserlerinde gerekse Eflatun ve Aristo gibi filozofların eserlerinde çok çeşitli siyasî fikir ve incelemelere rastlanabilir. Eflatun Devlet isimli eserinde kendince ideal olan siyasi yapılanma ve yönetim biçimini açıklamış ve incelemiştir.

Orta Çağ’da farklı siyasî görüşler ve din ile siyaset ilişkilerini ele alan çeşitli eserler ortaya çıkmıştır. Augustinus’un Tanrı’nın Şehri eseri gibi eserlerin Orta Çağ’daki din-siyaset ilişkileri anlayışına katkısı olmuştur. Orta Çağ’da ayrıca İslam topraklarında da çeşitli siyasî düşünüşler ve incelemeler olmuştur ve bu çağlardan başlarak siyasetname, ıslahatname vs. gibi adlandırılan farklı yazın gelenekleri ortaya çıkmıştır. Örneğin 11. yüzyılda Nizamülmülk tarafından yazılan Siyasetname devlet yönetimi ve devlet işleri konu edilmiştir. Siyasî yazın ve inceleme geleneği daha sonraki çağlara kadar devam etmiş, örneğin Osmanlı Devleti’nde yoğun bir siyasetname ve ıslahatname gelenekleri ortaya çıkmıştır, Muhyî-i Gülşenî, Hasan Kâfî el-Akhisârî, Kâtip Çelebi gibi isimler Doğu’daki siyaset bilimine katkıda bulunmuşlardır.

İtalyan rönesansı sırasında yazar Niccolò Machiavelli yazdığı Prens (Il Principe) isimli eseriyle siyaset bilimi tarihi açısından önemli bir yere gelmiştir. Eserde farklı durumlarda iktidara gelen hükûmdarın her duruma göre nelere öncelik tanıması gerektiği, nasıl bir siyaset izlemesi gerektiği açıklanır. Orta Çağ’da ve sonrasındaki dönemde birçok farklı siyasî iktidar biçimi ve devlet yapılanması farklı isimlerce savunulmuştur. Örneğin Fransız hukukçu Jean Bodin iktidar ve devlet üzerine yazdığı Devlet üzerine Altı Kitap (Les Six livres de la République) isimli eseriyle tanınmış, mutlakiyetçiliği şiddetle savunmuştur.

Bir bilim olarak siyaset bilimi özellikle 19. yüzyılda akademik anlamda yapılanmaya başlamış, 1880 yılında ABD’de ilk siyaset bilimi okulu (bölümü) kurulmuş ve daha sonra 1903 yılında Amerikan Siyaset Bilimi Birliği kurulmuştur.
Siyaset bilimi üzerine akademik çalışmalar artarak devam etmiş, birçok farklı üniversitede siyaset bilimi bölümleri açılmıştır.

Psikoloji

Bugün psikoloji bilimi içerisinde konu edilen çoğu kavram, olay ve fenomen antik Hindistan, Çin ve Mısır gibi medeniyetlerde de felsefî ilgiye mazhar olmuştur. Eflatun ve Aristo gibi Yunanlı filozoflar da psikolojik çeşitli konulara yazınların ve düşüncelerinde yer vermişlerdir. Bununla birlikte psikolojide klinik ve deneysel yaklaşımlar Orta Çağ’daki Müslüman bilim adamları tarafından başlatılmıştır.

Akıl hastaneleri olarak tanımlanabilecek ilk kurumlar İslam topraklarında 8. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Nitekim Müslüman hekimler erken dönemlerden itibaren “akıl hastalığı” olarak tabir ettikleri bozukluklara karşı çeşitli terapiler, uygulamalar geliştirmeye başlamıştır. Ahmed bin Sehl el-Belhî beden ve ruh hastalıklarını ayıran ve ayrı ayrı inceleyen, tartışan ilk isimlerdendir; ruhî hastalıkların zaman içinde bedenin hastalanmasına da yol açabileceğini de ortaya atmıştır. Ayrıca bugün depresyon olarak adlandırılan bozukluğu tanımlamış ve iki tipinden bahsetmiştir: birincisi bir kayıp veya başarısızlık gibi sebeplerden oluşabilen ve psikolojik yollarla tedavi edilebilecek depresyon, diğeri ise sebepleri bilinmeyen fakat muhtemelen fizyolojik sebeplerden olan ve fiziksel tıp yöntemleriyle tedavi edilebilecek olandır. Psikoloji alanındaki bir başka önemli bilim adamı da İbn-i Sina’dır. İbn-i Sina, bugün nöropsikiyatrik durumlar olarak tanımlanan halüsinasyon, insomnia, mani, kâbus, melankoli, demans, epilepsi, felç ve tremor gibi birçok durumu incelemiş ve tanımlamıştır.

Filozof René Descartes, Batı’da psikolojinin modern felsefi formunun temellerinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Çeşitli eserlerinde önemli psikolojik meseleleri ele alan Descartes kendisi bir hekim olmasa da çeşitli anatomi çalışmaları yaptığı bilinmektedir. İngiliz hekim Thomas Willis ise tıbbî bir disiplin olarak psikolojinin ortaya atılmasında önemli rol oynamış, beyin fonksiyonları doğrultusunda psikolojiye yaklaşım olsun yaptığı yoğun anatomik çalışmalarla olsun psikolojiye büyük katkılarda bulunmuştur. Ayrıca daha sonraları deneysel psikolojinin gelişiminde John Locke ve David Hume gibi filozofların büyük etkisi olmuştur.

Modern çağa yaklaşırken ortaya çıkan ve özellikle psikolojik bozukluk durumlarında bir tedavi olarak ortaya çıkan hipnotizma ile frenoloji gibi dallar tartışma konusu olmuş; özellikle de bunların cidden etkili yöntemler olup olmadığı ve herhangi bir bilimsel dayanağının bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. Daha sonraları ortaya çıkan Alman deneysel psikoloji hareketi psikolojiye önemli katkılarda bulunmuştur. Bu zamanda gerçekleşen ve özellikle nörolojik yapıya dair anatomik ve fizyolojik buluşlar psikolojiyi olumlu etkilemiştir. Alman hekim Wilhelm Wundt 1879’da ilk deneysel psikoloji laboratuvarını açarak bir ilke imza atmıştır. 1890’lardan başlayarak Avusturyalı hekim Sigmund Freud ise psikanaliz olarak adlandırdığı yaklaşım ile psikolojiye yeni bir yön kazandırmıştır. Her ne kadar psikanalizin bilimsel konumu hâlâ tartışmalı olsa da psikanalizin çeşitli önermeleri ve kavramları genel anlamda Batı kültüründe önemli bir yer kazanmıştır. Yine 1890’larda köpeklerde yaptığı deneylerle İvan Pavlov klasik şartlandırmayı başarılı bir şekilde göstermiştir. Nitekim daha sonraları da insan dışı primatlar, kediler ve köpekler gibi çeşitli hayvanlar psikoloji deneylerinde kullanılmıştır.

Antropoloji

Her ne kadar antropolojinin kökeni Batı’daki Aydınlanma süreci ve devamındaki erken dönem modern düşünceleriyle ilişkilendirilse de, bu dönemlerden çok önce bugün antropoloji içerisinde yer alan konulara dair araştırmalar yapılmıştır. Örneğin el-Biruni Hint yarımadasının halkları, gelenekleri ve dinleri üzerine birçok araştırmada bulunmuştur ve genel olarak antropoloji alanına girecek çok çeşitli araştırma ve çalışmaları sonucu zaman zaman “ilk antropolog” olarak anılmıştır. Biruni, Orta Doğu, Akdeniz havzası ve Güney Asya kültür ve dinleri üzerine önemli mukayeseli incelemeler yapmıştır. Ayrıca İbn Haldun ile birlikte Biruni bazı akademisyenler tarafından İslam antropolojisine yaptıkları katkılar sebebiyle övülmüşlerdir.

Kurumsal olarak antropolojinin gelişimi doğa tarihinden doğmuştur ve ilk dönemlerde özellikle Avrupalı güçlerin kontrolündeki kolonilerdeki yaşamın, yerli insanların ve onlarla ilgili olguları (kültür, dil, din gibi) araştırılmasını içermiştir. Antropoloji 19. yüzyılda gelişmiş, özellikle 1860’lardaki bilimsel gelişmelerden, özellikle de biyoloji ve filoloji gibi dallardaki gelişmelerden, etkilenmiştir. Öncü antropologlardan İngiliz Edward Burnett Tylor, Darwin’in evrim kuramını temel alarak antropolojik çıkarımlar yapmış, medeniyetin gelişimiyle idrakın gelişiminin doğru orantılı olduğunu savunmuştur. Ayrıca çağdaş bazı kırsal veya avcı-toplayıcı halkları evrimsel gelişim açısından geride görüp, primitif yani “ilkel” olarak değerlendirmiştir. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında antropoloji görece sosyal anlamda daha az gelişmiş olarak görülen halklar üzerine yoğunlaşmaya devam etti. 20. yüzyılın ikinci yarısında antropologlar daha Üçüncü Dünya ülkelerindeki daha kompleks yapılarla ilgilenmeye başlamış, daha sonraları, 1970’lerle birlikte, çağdaş Batı ülkelerini antropolojik olarak incelemeye başlamışlardır ki antropoloji için büyük bir adım olmuştur.[75] Çağdaş Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde odaklanan antropoloji çalışmalarında gerek genel olarak toplum, gerekse etnik ve dini azınlıklar konu edilmiştir; bunu da bazıları Batılı, kolonileri inceleyen antropolojinin Batı’yı inceleyen ve Batılı perspektifleri, kanıları Batılı olmayanlar sürekli olarak sınanan bir dala dönüşmesi olarak yorumlanmıştır.

Günümüze doğru

20. yüzyılın başlarından itibaren bilimdeki ilerlemeler büyük hız kazanmış ve akademik çevrenin, daha elverişli bir araştırma ortamına kavuşması bu ilerlemeyi tetiklemiştir. Bilimle uğraşmak bir prestij haline gelmeye başlamış ve etkilerini göstermeye başlamıştır. Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine 1901’den itibaren verilen Nobel Ödülleri bilimin prestij yönünü sergiler. Bu tip ödüllerle, bilime olan teşvik arttırılmakta ve araştırmalar için gerekli paralar sağlanmaya çalışılmaktadır.

Bilimin modernleşmesine katkıda bulunanlar

Radyolojinin kurucusu olan Marie Curie’nin bilime yaptığı katkılar kimya alanında büyük yankı uyandırmıştır. Radyoaktivite alanındaki çalışmaları ona, 1903 yılında fizik alanında ve 1911 yılında kimya alanında Nobel kazandırmıştır. Albert Einstein’in Alman Annalen der Pysik dergisinde yayınlanan Işığın oluşum ve dönüşümü üzerine bir görüş, Molekül boyutlarının yeni bir belirlemesi ve Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği başlıkları altındaki makaleleri fizik bilimi için yeni bir sayfanın açılmasına sebep oluyordu. Genel görecelik ve Özel görecelik, Einstein tarafından fiziğe sunulan en karışık ve en gizemli teorilerden sayılır. Halen tartışmalara sebep olsada yüzyılın en önemli bilim adamlarından sayılan Einstein, 1921 de Fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklama ile Nobel Ödülü’ne layık görülmüştür.

Çocukluğundan itibaren matematiğe olan katkıları, Carl Friedrich Gauss’u bu bilimin yapıtaşlarından biri haline getirmiştir. Gauss, sayılar kuramı, analiz, diferansiyel geometri, jeodezi, manyetizma ve astronomi konularında önemli katkılar yapmıştır. Matematik alanındaki ilerlemeler, Gauss’tan itibaren daha farklı bir hal almaya başlamış ve onun öğrencilerinden olan Bernhard Riemann’ın oluşturduğu geometri sayesinde izafiyet teorisi gelişmiştir.

felsefe/kurt_godel
20. yüzyılda Srinivasa Aiyangar Ramanujan 3000’in üzerinde teori geliştirmiş; hipergeometrik seriler, asal sayı teorisi, gama fonksiyonu gibi matematiğin birçok farklı dalında önemli buluşları olmuştur. Kurt Godel’in Eksiklik Teoremi matematikte çok önemli bir yere sahiptir. Godel, 20. yüzyılın matematik bakış açısını değiştiren teoremini, Principia Mathematica Gibi Dizgelerin Biçimsel Olarak Karar Verilemeyen Önermeleri Üzerine başlığı altındaki doktora makalesinde belirtmiştir. Genel olarak 20. yüzyılda karmaşıklık teorisi, oyun teorisi, topoloji gibi birçok yeni matematik dalı ve çalışma alanı ortaya çıkmıştır.

1953 yılında DNA’nın yapısını bulan bilim adamları Francis Crick, James Dewey Watson ve Maurice Wilkins, genetik alanındaki gelişmelere büyük katkıda bulunmuşlardır. Genetik bilgiyi taşıyan DNA nın çözümü, yüzyılın en önemli bilimsel çalışmalarından birisidir. Genetiğin yeni teknolojik şartlarda ilerleme kaydetmesiyle hastalıkların daha oluşmadan tespiti mümkün olabilecektir.

Modernleşmede kullanılan metodlar

Bilimin ilerlemesi ile gerekli mekanizmalar çoğalmış ve yeni metodlar ortaya çıkmıştır. Neredeyse her alanda kullanılmaya başlanan teknoloji, sayısal bilimlerin en büyük yardımcılarından biri haline gelmiştir. Son zamanlarda tıp, genetik ve moleküler biyoloji alanında gösterilen ilerlemede teknolojinin payı büyüktür. İlk zamanlara baktığımızda fizik ve kimya laboratuarlarında kullanılan basit aygıtlar temel taşların oluşmasına yardımcı oldularsada, yeni dönem biliminin en üst seviyedeki araçları kullanması ilerlemeyi hızlandırmış ve günübirlik hale getirmiştir.

Mikroskopun geliştirilmesiyle oluşturulan Elektron mikroskopları bilimsel araç açısından önemli bir ilerlemedir. Koşulların oluşmasıyla beraber artan sistematik düzen, bilimin ilerlemesine katkı sağladığı gibi insanlık içinde önemli gelişmeleri beraberinde getirmektedir. Teleskopun ilk günlerinden beridir geçirdiği evrim uzayın derinliklerine ulaşmamızı sağlamış ve karanlık bilinmeyenin içindeki sırları çözmemize yardımcı olmuştur. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesi bilimin fayda alanına giren bir başka sistemler yumağını oluşturur. Bilgisayar yardımıyla kolaylaşan analizler ve doküman hatlarına kolay şekilde ulaşılması, yapılan bilimsel çalışmalarda zaman kazancını sağlar. Bu zaman kazancı tıp alanında önemli bir faktördür, hastalıkların teşhisi ve tedavi yöntemlerinin hemen geliştirilmesi çok önemlidir.

Bilimlerin sınıflandırılması

Bilimlerin sınıflandırılması (veya bilimlerin tasnifi) özellikle bilim felsefesinde önemli bir yer tutmuş, birçok filozof farklı temellerden yola çıkarak farklı bilim tasniflerine ulaşmışlardır. Gerek Eski Yunan felsefesi gerekse daha sonra bu felsefenin temellerini geliştiren İslam felsefesinin Meşşâî ekolünde bilimlerin tasnifi kendisine yer bulmuştur. Bilimlerin tasnifiyle uğraşan Aristoteles en temel bilimin felsefe olduğu, bilimlerinse genel olarak üç ana kategoride değerlendirilebileceğini savunmuştur. Bu üç kategori teorik, pratik ve poetik bilimler kategorileridir. Buna göre teorik bilimler kategorisinde metafizik, matematik ve fizik yer alırken, pratik bilimlerde insan fiilerinin yönetimiyle ilgili bilimler yer alır. Son olarak poetik bilimler kategorisi ile kasıt edebiyattır ve şiir ve retorik gibi bilimleri kapsar. Stoacılar da bilimlerin tasnifini üç ana kategoriye dayandırırlar, onların öne sürdüğü kategoriler fizik, etik ve mantık kategorileridir. Aristocu felsefeyi temel alan Meşşâî ekolünden İbn Sina ise bilimlerin benzeri şekilde, iki ana kategoriye ayırır: teorik ve pratik. Dönemde bilim felsefe ayrışması bulunmadığı için, benzeri şekilde, temelde var olan felsefedir ve teorik felsefe (veya nazarî felsefe) metafizik, matematik ve fizik bilimlerini içerirken, pratik felsefe (veya amelî felsefe) ev yönetimi, siyaset bilimi ve ahlâk bilimini kapsar. Meşşâî ekoldeki diğer filozoflar da, örneğin Fârâbî ve İbn Rüşd, bilimler tasnifini benzeri bir şekilde, büyük ölçüde Aristocu bir temelde ele almışlardır[94]. 10. yüzyılda ortaya çıkan İslam felsefesi ve bilimlerinde ansiklopedici öncüler olan İhvân es-Safâ hareketi ansiklopedik külliyatlarını oluştururken ortaya belirli bir bilim tasnifi ortaya koymuş fakat bu tasnifi diğer İslam felsefe okullarından farklı olarak salt Aristo temelli yapmamışlardır; bu tasnifte Aristoteles’in ortaya koyduğu bilim tasnifi sadece etken tasniflerdendir[94]. İhvân es-Safâ’nın ortaya koyduğu tasnif de üç kategori kullanır: pratik-eğitimsel bilimler kategorisi (er-riyâziyye), (konulmuş) şeriat (es-ser’iyye el-va’ziyye), ve son olarak hakikî felsefe (el-felsefe elhakîkiyye). Bu kategorilerden ilki bireyin ve toplumun pratik yaşamıyla ilgili bilimlerdir ve eğitimsel bilimleri de içerirler; ahlâk bilimi başta olmak üzere, dil bilimleri, şiir ve aruz gibi edebiyat dalları, kimya ve hesap gibi sayısal bilimler, ticaret ve zanaatlarla birlikte sanatlar bu kategoriye dahildir. İhvân es-Safâ düşüncesinde mistik kuramların önemli bir yere sahip olması sebebiyle büyü, astroloji gibi şeyler de bu kategoride birer bilim olarak sayılmıştır. İkinci kategori olan konulmuş şeriat dinî bilimleri ve yolları içerir; Kur’an ile ilgili bilimler olan tenzil, tevil gibi bilimlerin yanı sıra fıkıh ve ahkam gibi amelî İslam bilimleri ve tasavvuf ile rüya yorumu gibi daha mistik dinî yollar. Hakikî felsefe ise klasik bilimler tasnifi benzeri bir tasnife sahiptir kendi içinde ve dört ana kola ayrılır: matematik, mantık, doğa bilimleri ve ilahiyat.
felsefe/bacon
Filozof Francis Bacon da bilimlerin tasnifi konusuna değinmiş, bilimleri sınıflandırırken aralarında ilişki kurduğu insanî yeteneklerle (“human faculties”) temel almıştır. Buna göre üç temel insanî yetenek “hafıza”, “hayal gücü” ve “akıl”dır. Hafıza tarih bilimlerine denk gelirken, hayal gücü poetik bilimlere akıl ise felsefeye denk gelmektedir. Ele aldığı temeller sebebiyle Bacon’un tasnifi psikoloji bazlı bir tasnif olarak yorumlanmıştır. Bacon’un ayrımı daha sonraları ortaya çıkan ansiklopedik çalışmaların yanı sıra bilim tasnifi çalışmalarında da etkili olmuştur; örneğin Fransız ansiklopedistler (geleneği) Bacon’un tasnifini kullanmıştır.

Modern çağa doğru en kapsamlı ve önemli bilim sınıflamalarından biri ABD’li filozof ve bilim adamı C. S. Peirce tarafından yapılmıştır. Peirce bilim sınıflamasında, türlerin sınıflandırılmasında kullanılana paralel bir sistem kurmuştur: dal, sınıf, takım, familya, cins ve tür. Örneğin 1902 tarihli sınıflandırmasında Aritmetik bir bilim olarak Teorik dalının, Matematik sınıfında yer alan Sonsuz Koleksiyonlar takımının alt takımlarından biridir. Bu sınıflandırmada, iki ana dal mevcuttur ve bilim kavramı bu iki ana dala ayrılır: Teorik ve Pratik. Daha sonra bu iki dal, başka alt dallara bölünür ve sınıflandırma sınıf ve takımlarla devam eder. 1903’deki bilimsel sınıflandırması, benzeşmekle birlikte daha farklıdır; tüm ayrışmalar üçlüdür ve özellikle Comte’nin bilimsel sınıflamasından etkilenmiştir.

Bugün genel geçer kabul gören bir bilim sınıflaması (yani bilimlerin tasnifi) yoktur; nitekim bazı filozoflar bilim sınıflaması fikri açısından çeşitli sorunlar olduğunu öne sürmüştür. Bilimlerin sınıflandırılması üzerine çalışmalar ve ilgi de 20. yüzyılın başlarında büyük ölçüde sona ermiştir. Bilimin öğretilmesinde ve üretilmesinde, idarî birimlerin ayrıştırmasında çağdaş üniversitelerde genelde birkaç ana dal belirlenir ve ilgili bilimler bu dalların altında çalışılır: fen bilimleri, sosyal bilimler, teknoloji (ki buna genelde mühendislik de dahil edilir) ve sanat ile beşerî bilimler; sıklıkla tıp da kendi başına bir dal olarak bu dallaşmada yer alır.

Bilim felsefesi

Bilim felsefesi, bilim kavramının veya bilim dallarının içeriklerini, temellerini, sonuçlarını, uygulamalarını ve bunlarla ilgili yaklaşımları ve yöntemleri felsefî anlamda irdeleyen felsefe dalına verilen isimdir. Özellikle bilim tarihinde önemli bir yere sahip olan bilim felsefesi, genel olarak “bilim” kavramı ile ilişkili olabileceği gibi belirli bir bilim dalı ile ilişkili (örneğin biyoloji felsefesi, fizik felsefesi, kimya felsefesi gibi) de olabilir.

Bilim felsefesinin daha öznel tanımlanabilmesi de mümkündür; nitekim bilim felsefesi içerisindeki farklı akımlar bilim felsefesini farklı tanımlamışlardır. Bilim ile felsefenin bilim tarihinin başlarında karışık bir şekilde uygulanması, birçok filozofun aynı zamanda bilim adamları olması ve felsefî eserlerin aynı zamanda bilimsel bulguları, kuramları da barındırması modern çağa doğru son bulmuş ve bilim ile felsefe iyice ayrışmaya başlamıştır. Bugün anlaşılan anlamda bilim felsefesi de bu ayrışma sonrası, felsefenin ve filozofların bilim kavramını aklî açıdan ele alması ile başlamış denebilir. Tarih boyunca, bugün bilim felsefesi tarihi ve gelişiminin temelini oluşturan birçok bilim kuramı geliştirilmiştir. Bunların dışında bilimin mahiyetine ilişkin de farklı akımlar, düşünceler bilim felsefesi tarihinde kendine yer bulmuştur. Örneğin bazı filozoflar ve pozitivizm gibi akımlar bilimin doğa ve insanî zihinsel çalışmaların bir ürünü olduğunu öne sürerken, bazı filozof ve akımlar ise bundan farklı olarak bilimin zamana, mekâna ve topluma dayanan bir tür insan faaliyeti olduğunu savunmuşlar, örneğin Thomas Kuhn ve Jürgen Habermas bir faaliyet olarak bilimin tarihî ve toplumsal ilişkilerine ve bunlardan yola çıkarak yeni bilim tarihi anlayışlarına ve bilim tanımlarına vurguda bulunmuşlardır. Farklı bilim anlayışlarından özellikle pozitivist anlayış bir süre genel kabul görmüşse de, 20. yüzyılın ikinci yarısında ciddi biçimde sorgulanmış, eleştirilmiş, hakkındaki genel kanı değişiklik göstermiş ve çağdaş pozitivizm bazı aşırı söylemlerinden vazgeçip genelde daha orta yolu benimsemeye başlamıştır. Nitekim postmodernizmin ortaya çıkışı ve etkileri, modernist pozitivizme karşıdır ve çağdaş bilim felsefesinde önemli bir yere sahiptir.

Bilimsel yöntem, bilimsel bulgular ve bilimler içerisinde kullanılan kavramlar da bilim felsefinin konusu olmuştur. Örneğin bilimsel kanunların tam olarak ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiği ve eğer varsa gerçek bilimsel kanunların, hataen yapılmış objektif olarak genel geçer olmayan genellemelerden nasıl ayrıştırılması gerektiği bilim felsefesi dahilinde tartışılmıştır.

Bilimsel yöntem

felsefe/bilimsel_yontem121
Bilimsel yöntem çeşitli yeni bilgi edinmek veya bilinen bazı bilgileri doğrulamak veya düzeltmek amacıyla, çeşitli fenomenleri araştırmak için ve geçmişte kazanılmış, öğrenilmiş bilgileri tamamlamak için kullanılan yöntemlerin bütününe verilen isimdir. Bilimsel yöntem(ler) gözlemlenebilir, deneysel (ampirik) ve ölçülebilir kanıtların belirli bazı mantıksal prensiplerle incelenmesine dayanır. Bilimsel yöntem, Oxford İngilizce Sözlük’te şöyle tanımlanmıştır:
« 17. yüzyıldan beri doğal bilimleri karakterize etmiş, sistemik gözlem, ölçüm, ve deney, ve formülasyon, test etme, ve hipotezlerin değiştirilmesini içeren yargılama metodudur. »

Bilimsel yöntem diğer bazı bilgi edinme yöntemlerinden, bilim, deney ve mantık temelli olmasıyla ayrılır. Aynı şekilde bilimsel yöntem ile elde edilen bilginin, tekrar edilebilir deneylerden sonra tekrar ulaşılabilir olması gerekir. Bu açıdan bilimsel yöntem sıklıkla vahiy bazlı olan dinî yöntemden farklıdır; dinî bilgide esas sıklıkla vahiydir oysa vahiy tekrar edilebilir bir deney olmadığı için bilimsel bir yöntem değildir. Her ne kadar farklı bilim dallarında ve farklı bilgi konularında farklılaşmış, konuya özelleşmiş bilimsel yöntemler kullanılsa da genel bazı noktalar bilimsel yöntemlerin temelini oluşturur. Genellikle bilim adamları, araştırmacılar belirli bir fenomeni açıklamak adına büyük ölçüde ellerindeki bilgileri kullanarak hipotezler öne sürerler; daha sonra bu hipotezleri test etmek için çeşitli deneyler hazırlarlar ve deneylerin sonucuna göre bir hipotezin doğruluğu veya yanlışlığı ortaya çıkar. Bazen bir hipotezin doğruluğu belirli deneyler sonucu kabul edilse de; daha sonra yanlış olduğu farklı deneyler yoluyla da kanıtlanabilir . Bu sebeple her türlü hipotez, sürekli olarak deneylere tabii tutulabilir. Bilimsel yöntem açısından, bilimsel yöntemler sonucu elde edilen bilgilerin paylaşılması ve arşivlenmesi çok önemlidir zira bu bilgiler ışığında aynı veya farklı yöntemlerle ilgili deney ve testlerin tekrar edilmesi, yeniden üretilebilmesi ve yapılabilmesi bilimsel yöntem sonucu oluşacak bilgi açısından kaçınılmaz bir gerekliliktir – deneylerle aynı sonuç tekrar tekrar üretilebildiğinde hipotez kuram olmaya yaklaşır.

Bilim çevreleri ve camiası

Bilim camiası birçok farklı bilim dalında uzmanlaşmış, farklı dallarda araştırma yapan birçok bilim adamı ve ilgili kurumlardan oluşmaktadır.

Bilim dalları

Zaman içinde farklı bilim dalları, veya alanları, özelleşmiş ve gelişmiştir. Sıklıkla akademik düzeyde bilimlerin dallaşması iki ana kategoride ele alınır. Doğal fenomenleri araştıran ve inceleyen doğa bilimleri (veya doğal bilimler) ile toplumu, bireyi ve insanî faaliyetleri ve davranışları araştıran ve inceleyen sosyal ve beşerî bilimler. Biyoloji, fizik ve kimya gibi bilimler doğa bilimlerine örnekken, sosyoloji ve antropoloji gibi bilimler sosyal bilimlere örnektir. Bu temel alanlar arasında çok çeşitli ilişkiler olmuş, mühendislik ve tıp gibi bu alanlarla ilişkili birçok uygulamalı disiplin de olduğu gibi özellikle son yüzyılda birçok inter-disipliner dal da ortaya çıkmıştır; sibernetik, ekonofizik ve tıbbi antropoloji gibi.

Matematik bilimi sıklıkla bu iki ana kategoriden farklı üçüncü bir kategori olan formal bilimler kategorisinde yer alır; zira hem doğa bilimlerine hem de sosyal bilimlere yakın ve uzak olduğu birçok nokta mevcuttur. Matematik, belirli bir bilgi alanının nesnel, dikkatli ve sistematik incelenmesi hususunda doğa bilimlerine yakınken, inceleme yöntemi olarak ampirik yani deneysel yöntemler barındırmaması açısından ayrılır; matematikte edinilen bilgi ampirik yöntemlerle değil de a priori ile doğrulanır. Formal bilimler kategorisi matematiğin yanında istatistik ve mantık bilimlerini de içermektedir. Bu iki bilim, matematik ile birlikte, tüm bilimler, özellikle ampirik bilimler açısından önemli bir yere sahiptir; örneğin formal bilimlerdeki çeşitli gelişmeler fiziksel ve biyolojik bilimlerde de büyük gelişmelere sebep olmuştur. Nitekim formal bilimler hipotez, kuram ve kanunların oluşmasında, hem şeylerin nasıl çalıştığı ve olduğuna yönelik (doğa bilimleri) hem de insanların nasıl düşündüğü ve davrandığına yönelik (sosyal ve beşerî bilimler) keşif ve tanımlamalarda hayati bir önemi sahiptir.

Sosyal bilimlerin bir ampirik bilim olup olmaması durumu 20. yüzyıldan beri tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar etrafında sosyal ve davranışsal dalların bir kısmı bilimsel olmadıkları eleştirileriyle karşılaşmıştır. Hatta bazı akademisyenler (örneğin Nobel Ödülü sahibi fizikçi Percy W. Bridgman,) ve bazı siyasetçiler (örneğin ABD Senatörü Kay Bailey Hutchinson), diğer dallara oranla spesifik-olmayan, muğlak veya bilimsel açıdan yersiz buldukları bazı dallar için “bilim” sözcüğünü kullanmaktan kaçınmıştırlar.

Kurumlar

Bilimsel fikir, deney ve bulguların paylaşımı, iletişimi ve tanıtımı gibi amaçları güden bilim topluluklarına Rönesans döneminden beri rastlanmaktadır.[115] Bugüne ulaşmış en eski kurum is İtalya’daki Accademia dei Lincei’dir. 1660 yılında İngiliz Royal Society (Kraliyet Cemiyeti) ve 1666 yılında Fransız Académie des Sciences ile başlayarak, ulusal bilim akademileri, toplulukları birçok ülkede bulunan seçkin bilimsel araştırma ve bilgi kurumlarıdır.

Birçok uluslararası bilimsel örgüt, örneğin Uluslararası Bilim Konseyi (International Council for Science), farklı milletlerin bilim toplulukları, camiaları arasındaki işbirliğini geliştirmek ve önayak olmak amacıyla kurulmuştur.

Yazın

Bugüne kadar muazzam çeşitlilikte bilimsel yazınlar yayımlanmıştır ve yayımlanmaya devam edilmektedir. Bilimsel jurnaller üniversitelerde ve diğer çeşitli araştırma kurumlarında yapılan araştırmaların sonuçlarını belgelemek ve iletmekte; bilimsel araştırmaların ve çalışmaların bu sebeple de bilimin arşivsel bir kayıdı olma işlevini görmektedirler. İlk bilimsel jurnaller, Journal des Sçavans ve ardından gelen Philosophical Transactions, 1665 yılında yayımlanmaya başlanmıştır. O zamandan buyana düzenli yayınların toplam sayısı durmadan artış göstermiştir ki 1981 yılında yapılan bir tahmine göre yayındaki toplam bilimsel ve teknik jurnallerin sayısı 11.500’dü.

Birçok bilimsel jurnal belirli bir bilim dalını kapsamakta ve o daldaki araştırmaları yayımlamakta, sunmaktadır; araştırmalar normalde bilimsel bir tez formatındadır. Bilim çağdaş toplumlarda o kadar yaygın ve nüfuzludur ki genellikle başarıların, haberlerin ve bilim adamlarının heveslerinin daha geniş kitlelere aktarılması gerekli görülür.

Bilimsel dergiler, örneğin New Scientist veya Scientific American, daha geniş bir okuyucu kitlesinin ihtiyaçlarına karşılık vermekte ve bazı araştırma alanlarındaki kayda değer keşif ve gelişmeler dahil birçok popüler araştırma alanın teknik olmayan özetlerini sunmaktadır. Ayrıca, yüzeysel olarak, bilim kurgu türü, temelde fantastik bir doğaya sahip olsa da, genel olarak toplumun hayal gücünü cezbetmekte ve belki bilimsel yöntemleri değil ama bilimsel fikirleri iletmektedir.

Eleştiriler ve tartışmalar

Bilim, sözdebilim ve bilim dışı

Kendi başına meşruiyet kazanamayacak olan ve bu sebeple bilim gibi tavır takınarak kendisine meşruiyet kazandırmaya çalışan herhangi bir yerleşmiş bilgi bütününe bilim olarak kabul edilmez; bunlara genellikle sınır-bilim (fringe science) veya alternatif bilim denmektedir. Bunların en büyük eksikliği, doğal bilimlerin temelini oluşturduğu gibi doğal bilimlerin gelişimine katkıda bulunan, dikkatlice kontrol edilen ve etraflıca incelenip, yorumlanan deneylerden yoksun olmalarıdır. Bir başka terim de çöp bilimdir. Çöp bilim (junk science), aslında meşru, doğru sayılabilecek çeşitli bilimsel teori ve verilerin, yanlış bir şekilde veya hataen karşıt bir tarafı, tutumu savunma amaçlı kullanımıdır. Terimin kullanımında genellikle ideolojik veya siyasî önyargı ve etkenler de söz konusudur. Ticari reklamların çok çeşitli bir kısmı da bu kategoriye düşmektedir. Son olarak, bu terimlerden ayrı ve farklı olarak, bilimsel fikirlerin iyi niyetli olsa da yanlış, eskimiş, eksik veya fazlasıyla basitleştirilmiş teşhirleri ve tezahürlerine de rastlanılabilir.

Birçok bilgi bütünü ve dalının gerçekten bilim (dalı) olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Bu hususta tartışmalar ve fikir ayrılıkları oldukça büyük sayıdadır ve sosyal ve davranışsal bilimler gibi bazı alanlar çeşitli eleştirmenler tarafından bilimdışı olmakla suçlanmıştır. Farklı alanlardan birçok kişi, örneğin Nobel Ödülü sahibi fizikçi Percy W. Bridgman gibi bazı akademisyenler ve örneğin ABD Senatörü Kay Bailey Hutchinson gibi bazı siyasetçiler, diğer dallara oranla spesifik-olmayan, muğlak veya bilimsel açıdan yersiz buldukları bazı dallar için “bilim” sözcüğünü kullanmaktan kaçınmıştırlar. Bazı filozoflar da bu açıdan farklı fikirler sunmuşlardır; örneğin Karl Popper bilimsel yöntemin ve kanıtların varlığını reddetmiştir. Popper’a göre sadece bir tane evensel yöntem vardır; olumsuz deneme ve yanılma yöntemi. Bu, bilim, matematik, felsefe, sanat vs. dahil insan zihninin tüm ürünlerini kapsadığı gibi, hayatın evrimini de kapsar. Ayrıca Popper, eleştirel rasyonalizm (Popper, Albert) ile Frankfurt Okulu (Adorno, Habermas) arasındaki sosyal bilimlerin metodolojisini konu alan felsefî bir tartışma olan, pozitivizm tartışmasına da katkıda bulunmuştur.

Felsefi bakış ve odak

Tarihçi Jacques Barzun bilimi “tarihteki her inanç kadar fanatik bir inanç” olarak tanımlamış ve insan varoluşu açısından tamamlayıcı olan mânâ düşüncelerini bastırmak amacıyla bilimsel düşüncenin kullanımına karşı uyarmıştır. Carolyn Merchant, Theodor Adorno ve E. F. Schumacher gibi birçok çağdaş düşünür 17. yüzyıldaki bilimsel devrimin bilimi doğayı veya hikmeti anlamaya çalışan bir odaktan, doğayı kendi çıkarları için kullanmak (manipüle etmek) odağına kaydırdığını ve bilimin doğayı manipüle edişinin sonunda kaçınılmaz bir şekilde insanları da manipüle etmesine yol açacağını düşünmüşlerdir. Ayrıca, nicel ölçümlerin bilimin odağında olması, bilimin dünyanın önemli nitel açılarını göremediği eleştirilerine yol açmıştır.

Bilimin icraasında, etik ve çalışma ahlâkının ideolojik bir şekilde reddedilmesinin sahtekârlık, intihal ve veri tahrifi gibi çeşitli formlardaki sonuçları birçok akademisyen tarafından eleştirilmiş ve yerilmiştir. Filozof Bernard Rollin, “Bilim ve Etik” (Science and Ethics) isimli eserinde, etik ve ahlâkın bilim ile alâka ve ilgisini reddeden ideolojik görüşü inceler ve temel etik anlayışının ve kurallarının öğretilmesinin, bilimsel eğitimin vazgeçilemez ve ayrılmaz bir unsuru olduğunu savunur.

Medya ve bilim tartışması

Kitlesel medya, birbiriyle yarışan farklı bilimsel iddiaları, bu iddiaların bilimsel camiadaki kabul edilebilirliği ve güvenilebilirliğini tam olarak, kesin bir şekilde yansıtmalarını engelleyen çeşitli baskılara maruz kalmaktadır. Bilimsel bir tartışmada farklı taraflara ne kadar ağırlık verileceğini belirlemek, tartışmanın konusu hakkında uzmanlık ve bilgiyi gerektirir. Çok az gazeteci gerçek anlamda bilimsel bilgiye sahip olduğu gibi, belirli bilimsel meseleler üzerine bilgiye sahip olan bir gazeteci bile aniden haberini yapması gereken diğer bilimsel meseleler üzerine az şey biliyor olabilir.

Epistemolojik yetersizlikler

Psikolog Carl Jung’a göre her ne kadar bilim doğanın her yönünü, tam olarak anlamaya çalışsa da kullanılan deneysel yöntemler ancak suni ve sınırlı sorular ortaya atacak ve dolayısıyla sadece kısmi cevaplara ulaşılabilinecektir. Robert Anton Wilson, bilimin soru sormakta kullandığı araçların ürettiği cevapların sadece kullanılan araçlar açısından anlamlı cevaplar olduğunu ve bilimsel bulguların incelenebileceği tamamen nesnel bir bakış açısının olmadığını öne sürerek bilimi eleştirmiştir.

Bilim ve din

Bilim ile din arasındaki ilişki, ikisi de son derece geniş konuları ele aldığı için son derece farklı biçimlere sahiptir. Bilim ve din birbirinden farklı yöntemlere ve sorulara sahiptir. Bilimsel yöntem doğal, fiziksel ve maddesel konulara ölçüm, hesaplama ve tanımlamayı temel alan ampirik bir biçimde yaklaşır. Dinsel yöntemler ise evrendeki ruhani meseleleri, varlıkları doğaüstü otorite ve ilâhî vahiy gibi kavramlarla açıklamaya ve anlamaya çalışır. Tarihsel olarak bilimin din ile olan ilişkisi son derece karmaşıktır. Dinsel doktrinler ve nedenler zaman zaman bilimin gelişimini etkilerken, bilimsel bilgi de dini inanışları etkilemiştir.

felsefe/galileo Tarih boyunca bazı düşünürler bilim ile dinin uzlaşamaz ve birbirine karşıt uğraşılar olduğunu öne sürse de, -ki bu genel olarak bilimin sorgulamaya dayanması, dinin ise sorgulamadan inanmayı gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. – bazı düşünürler de aksini iddia etmiştir. Özellikle 19. yüzyılın belirli dönemlerinde din ile bilimin birbirine muhalif olduğu görünüşü kazanmıştır. Bu dönemlerde geliştirilen muhalefet, karşıtlık tezine göre bilim ile din arasındaki herhangi bir etkileşim her daim çatışmaya yol açacaktır ve din de, yeni bilimsel fikirlere karşı, saldırgan olan taraf olacaktır. Her ne kadar bu anlayış 19. yüzyılda John William Draper ve Andrew Dickson White gibi isimlerce yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da bilim ile din arasındaki tarihsel ve bugünkü etkileşimi, çatışma anlarından işbirliği anlarına kadar, açıklamaya yeterli olmamıştır. Nitekim gerek Kopernik, Galileo, Kepler ve Boyle gibi Batı bilim tarihinde yer almış önemli isimler, gerekse İbn-i Sina Biruni ve İbn-i Heysem gibi Doğu bilim tarihinde yer almış önemli isimler oldukça dindar ve inançlı insanlardı. Bununla birlikte, bilim ile dinin tarih içinde çatıştığı meseleler de olmuştur ve bilim ile dinin uzlaşmasının mümkün olmadığını savunanlar bugün de mevcutturlar. Örneğin İngiliz evrimsel biyoloji uzmanı Richard Dawkins bilim ile dinin uzlaşmasının mümkün olmadığını şiddetle savunmaktadır. Aksi görüşte olan bilim adamları ve yazarlar da mevcuttur;
ABD’li biyolog Kenneth R. Miller gibi.

Tarih boyunca din ile bilimi birleştirmeye çalışan, birbiriyle çelişmeyen yöntemler olduğunu ileri süren ve hatta birbirlerini tamamladıklarını düşünenler de olmuştur. Zaman zaman dini kanıların bilimsel yöntemlerle veya bilimsel kanıların dini yöntemlerle açıklamaya çalışanlar olmuştur. Örneğin, İbn-i Sina Tanrı’nın varlığını akıl ve mantık yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Buna ek olarak, özellikle modern çağda, bazıları bilim ve dinin birbirinden bağımsız olduğunu, insani deneyimin birbiriyle ilgisiz yönleriyle uğraştıkları ve bu sebeple birbirlerinin alanına bulaşmadıkça, kendi alanları içerisinde, sorunsuz bir şekilde birlikte var olabileceklerini öne sürmüşlerdir.Ama bu pek de mümkün olmamıştır.


Vikipedi