33Sosyoloji Sözlüğü

BİLGİ TEORİSİ

 

BİLGİ TEORİSİ

 

Bilgi teorisi bilginin
mahiyeti, kaynağı değe-156ri ve sınırını inceleyen felsefe dalıdır. Gnoseo-loji
bu bakımdan ontolojinin karşıtı bir anla­mı ihtiva eder. Ontoloji doğrudan
doğruya varlığın bir kavramı olurken, gnoseoloji anla­mında bilgi teorisi
varlık hakkındaki bilginin teorisi demektir. Epistemoloji anlamında bil­gi
teorisinden de farklılık gösterir. Gerçekten epistemoloji, bilimlerin
başvurduğu kavram, yöntem, İlke ve varsayımları a posteriori (de-neysonrası)
bakımdan inceler; bilimlerin ger­çek ve tarihi gelişimini araştırır,
dolayısıyla bi­lim felsefesiyle yakınlık gösterir. Buna karşılık gnoseoloji,
bilgi faaliyetinin veya yeteneğinin genci ve a pıioıi (önsel) bir çözümlemesi
şek­linde ortaya çıkar ki, evren hakkındaki her tür­lü bilgide varolan temel
kavramları konu edi­nerek inceler. Nitekim Kant’ın uyguladığı mantıksal yöntem,
gnoseolojiktir.

Demek oluyor ki, bir
anlamda bilgi teorisi bilgi eyleminde özne ile nesne arasındaki iliş­kinin
incelenmesidir. Burada şu soru önem ta­şımaktadır: bilgimiz, nasıl ve ne ölçüde
dışı­mızda var olana benzemektedir? Aynı doğrul­tuda çağdaş anlayış bu soruyu
şu şekilde sor­mayı yeğlemektedir: Bilen Öznenin belli bir ta­biatı
bulunmaktadır; bilen, düşündüğü zaman bu taîbat kendisini bilgiye nasıl
yansıtmakta­dır? Bilgimizde bu tabiatın rolü nedir? Kısaca­sı bilgi ve
düşüncenin değeri nedir?

Bu anlamda bilgi
teorisi, bilginin tanımlan­ması, türlerinin ayrımı, kaynaklarının tesbiti,
değer ve sınırının belirlenmesi incelemeleri­nin bütünüdür. Yani insan
bilgisinin mahiyeti, genel olarak yöntemi, mekanizması ve kapsa­mı üzerinde bir
incelemedir. Bu konuda önce­leri şöyle bir ayrımın yapıldığı gözlemlenmek­tedir.

a) Bilgi
teorisi için Önceden bilginin, bilme eyleminin mantığı, psikolojisi,
biyolojisi, sos­yolojisi ve metafiziğinden sözcdilmiştir. Buna göre bilginin
hangi mantık ilkelerine göre ku­rulduğunun araştırılması, mantık açısından
bilgi teorisi; bilginin insan yetilerinin hangile­rine dayandırıldığı üzerine
inceleme; psikoloji olarak bilgi teorisi bilgiyle insanın bedensel (somatik)
nitelikleri ve değişimleri arasında bir karşılıklı ilişki var mıdır sorusunu
inceleme biyolojik olarak bilgi teorisi; bilginin top­lumsal bir olay olarak
incelenerek buna göre değerlendirilmesi, sosyolojik olarak bilgi teori­si;
bilen Özneyle bilinen nesne arasındaki ilişki üzerine deney-üstü
spekülasyonlar, metafizik olarak bilgi teorisini oluşturur.

İşte bütün bunların
temelinde geçerli bir bil­ginin varlığı sözkonusudur ki, buna, özellikle Alınan
düşünürleri bilgi öğretisi veya teorisi (Efkenntnistehıv) adını vermişlerdir.

b) Çağdaş anlamda
bilginin mahiyeti, ilkele­ri, mantıksal kaynağının sınırları, geçerliliği
üzerinde yapılan incelemelerdir. Bilginin söz-konusu bütün bu yönlerinin
bilimsel açıdan bilgi teorisine bazı Alman düşünürleri “bilgi
eleştirisi” (Erkenntniskıitik) adını vermişler­dir.

Sokrales-öncesi
filozoflar sınırlı da olsa, bil­gi konusuna ilgi duymuşlardır. Ancak bilgiyi
bilgi teorisi bağlamında ortaya koyan Platon olmuştur. Platon, hocası
Sokratcs’in “kendini bilmek”, “ne bildiğini bilmek”
şeklinde ortaya çıkan ve ahlak felsefesinin temeli olarak da gö­rülen
İlkelerinden hareket eder. Ancak “er­demli devlet “İn
gerçekleştirilmesi sürecinde Platon, siyaset ve ahlak olgularını temel ala­rak
ilk düzenli bilgi teorisini ve İdealist bilgi anlayışını oluşturmaya yöneldi.
Thcaiios diya­logunda bilginin algıdan ibaret olduğunu İleri süren
Aristippos’un duyumcu (sensüalist) gö­rüşünü eleştirip reddeder. Çünkü bilgi
bütü­nüyle algıdan ibaret ise, o takdirde Protago-ras’ın izafiyet anlayışı
kabul edilecek, dolayı­sıyla herkes için aynı olan objektif bir bilgi
söz-konusu olamayacaktır. Bu bakımdan Platon bilginin algıdan ibaret olduğu
görüşünü redde­derek, gerçek bilginin tam da algının bittiği yerden başladığını
ileri sürer. Kaldı ki, duyum­larımız, ancak görünüşler dünyasındaki şeyle­ri
algılarlar, fakat o şeylerin varlıkları hakkın­daki bilgiyi veremezler. İşte bu
gerçek bilgiyi ruhumuzun, varlıkları birbiriyle karşılaştıran ve yargıda
bulunan faaliyetiyle kavrayabiliriz. Gerçekten duyular aracılığıyla mutlak bir
ha-kîkatİ kavramak imkânı olmadığı için, mutlak bir bilgiyi ancak sonsuz olan,
değişmeyen bir varlığın, yani ruhun elde etmesi mümkündür.

Gerçek bilginin mümkün
olduğuna delil ise aritmetik bilgilerdir. Çünkü bu bilgiler, düşü­nen her insan
için açık ve seçiktirler, her tür şüpheden uzaktırlar, üstelik kişilere ve zama­na
göre de değişmezler. Hakikatin kavranma­sını sağlayan ilke, sevgi (eros) ve ona
dayanan akıl yürütmedir. Bu sevgi, ölümsüz alemden (i-dcalar aleminden) duyulur
aleme gelen ru­hun, tekrar ölümsüz aleme dönmek için derin­den hissettiği
istektir. İşte sevginin özel bir şekli olan “bilimsel sevgi” bu derin
istekten kaynaklanır. Nitekim ruhun bedenden kurtul­ma İsteği de böyledir.
Ölümsüz olan ruh, sayı­sız defa gelip gittiği duyular alemiyle duyu-lar-üstü
alemi görüp tanıdığından, ayrıca du­yulur alemde, yani tabiattaki bütün
nesneler birbirleriyle İlintili olduklarından bunlardan birini görünce
ötekilerini de hatırlar {anamne-İsİs). Platon’a göre daha önce sahip olduğu ha­kikatin
yeniden hatırlanmasıyla bilginin oluşu­munu ruh böylece gerçekleştirir. Bunun
anla­mı bilginin, önceden bilinen, görünen bir nes­nenin yeniden hatırlanması
demektir ki, bu ha­tırlamada asıl varlıklar İdealardır. Ne var ki, kesin bilgi
(episleme )y\o doğru sanı (oıiho doksa)y\ birbirine karıştırmamak gerekir.
Ke-sİn bilgi, temel bir ilkeye, yani logos’n dayandı­ğından sürekli ve
kesindir, doğru sanı ise sü­reksizdir. Bu iki bilgi türü iki alemin varlığına
işaret eder. Birincisi idealar alemidir, ki, haki­katlerin ölümsüz ve aşkın
ilkelerin bulundu­ğu; öteki ise görünüşün ortaya çıkıp yok olan izafi
gerçeklerin dünyasıdır. Aklı ilgilendiren bilginin konusu idealar dünyası,
doğru sanı­nın konusuysa görünüşler dünyasıdır. Görü­nüşler dünyasında
bulunmayan idealar ölüm­süz ve bağımsız varlıklar olduklarından, sade­ce
düşünceyle kavranabilirler. Platon’a göre bilginin kaynağı bu idealar
dünyasıdır ve o ay­nı zamanda erdemin de şartıdır; Sokrates’in erdemin
kaynağını bilgi, dolayısıyla da akla da­yayan görüşü burada onaya çıkmaktadır,
öte yandan İdealar arasındaki sıralanma düzeni, bilginin türleri arasında belli
bir ayrımı da şart kılar.

Plüton’dan farklı
olarak bilginin esasını kav­ramlar arasındaki ilişkide değil, duyularla
algılanan olgularda gören Aristoteles, bilgiyi belli bir sisteme sokma çabası
yanında bilimsel bil­ginin kaynağını, ilkelerini ve belli bir düzenle­meye göre
araştırılması gerekliliğini ileri sü­rer. Bunu gerçekleştirecek olan da
mantıktır. Nitekim onun felsefe sistemi mantık ve metafi­ziğine dayalı olarak
oluşturulur ki, bu alanlar (mantık ve metafizik) bilgiye ulaşmanın yönte­mini
de belirler, dolayısıyla hem bilimden, hem de felsefeden önce gelmelidir.
Böylece felsefe ve bilime hazırlık alanı olan mantık bil­gi teorisini de
kendisine konu edinir. Aristote­les bilgi teorisinde Platon’dan farklı olarak
akıl ile algıyı, yani deneyi dengelemeye çalışır. Ona göre gerçek bilgi
zorunludur. Bir şeyi bil­mek, bir olayın ortaya çıkışını ve hangi neden­den
doğduğunu bilmek demektir. Bu anlam­da bilimsel önermelere mantıksal tümdenge­limle
(deduetion) ulaşılır ve tümdengelim da­ima bir kıyas şeklindedir. Kısacası
Aristote­les’e göre gerçc% bilgi (bilimsel önermeler) kı­yas yoluyla
çıkarımlanan Önermelerdir. Ayrı­ca onun bilgi teorisini siyaset ve ahlak
felsefe­leri alanlarında bulmak mümkündür. Aristote­les’in kurduğu mantık
kavram türleri ve ilişki­leri üzerinde ısrarla durması sonraki çağlarda beliren
bilgi teorilerinin ilk örneği olduğu gi­bi, bunları derinden de etkilemiştir.
Gerek ilk çağda Aristoteles’ten sonra gelen çeşitli felse­fi ekoller, özellikle
Stoacılar ve Şüpheciler; ge­rek Orta Çağ Skolastikleri, özellikle Aquinolu
Thomas, Aristoteles’in bilgi teorisinin etkisin­de kalarak kendi felsefelerini
oluştururlarken, onu geliştirip yorumladılar. Keza İslam düşün­cesinde de
“Meşşailer” olarak bilinen filozof­lar üynı etkiyi farklı biçim de
olsa yansıttılar.

Ortaçağ Skolastiğinde
Aristoteles’in mantı­ğı temel alınarak kurulan bilgi teorisi, külli şeylerin
bilgisine dayandırılacaktır. Ancak XIV.yüzyılda Batıda İslam düşüncesinin, özel­likle
bilim alanında ortaya konulan birikimle, bu anlayışın tartışmaya konu edildiği
görüle­cektir. Aristoteles mantığını şiddetle eleştiren Roger Bacon; İbn
Sina’nın deneyi önemseyen bilgi anlayışını ve genel olarak da müslüman
bilginlerin deneysel yöntemlerine dikkat çeke­rek, külli kavramların birer isim
olduğunu

(Nominalizm), bilginin
doğru objesinin ger­çeklik, gerçekliğin de tikel (cüz’i) olduğunu ileri
sürecektir. Bacon gibi Ockhamlı William da bilginin esasının tikel varlık ve
bunların dc-neyyoluyla algılanmasında aranması gerektiği­ni savunacaktır.
Böylece Skolastikteki tümel (külli) kavramların gerçek olmadıkları, bunla­rın
bilgilerinin de birer soyutlamadan öteye anlam taşımadığı açıkça İleri
sürülecek, Röne­sans ile birlikte tabiat bilimlerinde yenilenme ve gelişme
süreci başlayacaktır. Bu alanda müslüman bilgin ve düşünürlerin çeşitli bilim
konularına ait inceleme ve araştırmalarıyla, hemen her bilimin kendine özgü bir
yöntemi­nin bulunması gerektiği anlayış ve sezgileri mutlaka önemli olacaktır.
Kaldı ki, IX. yüzyıl­da Sicilya’da, İspanya’nın çeşitli kentlerinde kurulan
medreselerin müslümanlar yanında hıristiyan öğrencileri de eğitmeleri Rönesans
ile açılan yeni çağ tabiat bilimlerinin ve yön­temlerinin oluşmasında kuşkusuz
etkili olmuş­tur. Farabi, İbn Sina, Ebu Bekir Razi, İbn Heysem, İbn Bacce, İbn
Tufeyl vb. gibi bilgin ve düşünürlerin çalışmaları doğrudan ya da dolaylı
yollardan Yeni Çağ’da Batıda tartışı­lan bilgi teorileriyle ilişkili
görülebilirler.

Yeni Çağ’da Rene
Descartes ile Francis Ba­con genel olarak matematik ve tabiat bilimle­ri
konularında ortak bir bakış açısına sahip gö­rünseler bile, bilgi teorisi
konusunda birbirle­riyle çatışan iki felsefi akımın öncüleri oldu­lar. Bacon
tabiatın yöntemli ve düzenli bir şe­kilde inceleme ve araştırılmasını, bunun da
de­ney ve gözlemle algılanan olaylara dayandırıl­masını öngörür. Böylece
oluşturulacak bilgi te­orisi deneyci bir geleneğe dayandırılır ki, da­ha sonra
bu geleneği Locke, Bcrkeley ve Hu-me sürdürecektir.

Bacon’un aksine
Descartes, akıl tarafından “açık-seçik” kavranan bilgilerin doğru ve
güve­nilir olduğunu, dolayısıyla kesin ve doğru bilgi­nin algı yoluyla elde
edilemeyeceğini ileri sü­rer. Çünkü duyumun muhtevası nesneleri ol­duğu gibi
vermekten uzaktır ve renk, ses, tat, koku ve dokunma gibi nitelikler nesnelerin
özellikleri olarak algılanamazlar. Gazali’de de gördüğümüz “balmumu”
örneğini Dcscartes duyumlardaki karışıklığın ve açık-scçiklik­ten yoksunluğun
anlatımında kullanır. Nite­kim balmumu parçasını alıp onun duyumlana-bİHr
niteliklerini incelediğimizde, bu nitelikle­rin ortam veya çevre şartlarına
uygun olarak sürekli değişmesine karşılık balmumunun ne ise o olarak kaldığı
görülecektir. Öyleyse bal­mumu duyumlarla algılanan niteliklerden meydana
gelmemektedir. Üstelik balmumu­nun değişmeyen özelliği mekânı, biçimi ve ha­reketidir
ki, nesnelerin gerçek özünü de bu özellikler oluşturur. İşte bu özelliklerin
bilgisi­ni duyum değil, anlayış gücü, yani “zeka” (in-te İli gence)
verir. Böylece Descartcs’ın ortaya koyduğu rasyonalizmin temeli bu gözleme da­yanmaktadır;
gerçek bilgi deneyden önce, ya-ni a priori’dir.

Bununla birlikte
Descartes deney olgusunu bütünüyle reddetmez. Ona göre bilgi, sözgeli­mi
matematik bilgisinde olduğu gibi, temel doğrulardan (postulalardan) akıl yürütmeyle
elde edilir ve bunlardan da mantık yoluyla baş­ka doğrular çıkarılır. İşte
deneyin işlevi de bu­rada ortaya çıkar ki, temel doğruları açık ve belirgin
duruma getirmektir. Temel doğrular ise, Dcscartes’a göre doğuştan sahip olunan
İdeler, yani düşüncelerdir ve bunun en açık ve kuşku duyulmaz örneği insanın
kendi varlığı­na ve Tanrı’nın varlığına ait bilgisidir. Bu an­lamda temel
doğrular başlangıçta örtük ola­rak vardılar, bilginin açık ve belirgin duruma
getirilmesinde algının Önemi sözkonusudıır. İşte tabiattaki her olayın bir
neden sonuç iliş­kisine dayandığının algılanması da deneyle mümkün olur.
Sözgelimi ateş ile duman ara­sındaki ilişki doğuştan gelen nedensellik
idc-siyle kavranır. Kısacası duyular akıl için ancak malzeme sağlayabilirler.
Descartes’ın savun­duğu bu anlayış rasyonalizm olarak adlandırı­lacak ve
Avrupa’da Spinoza ve Leibniz tarafın­dan savunulacaktır.

Bu iki farklı ve
karşıt anlayışı Kant tek bir sis­tem içinde bütünleştirecektir. Bütün
bilgilerin deneyle başladığını, fakat bütün olarak deney­den çıkartılmadığını
ileri süren Kant, bilginin deneyden gelen unsurlar ile anlayış gücünün
tamamladığı unsurları birbirinden ayırır. Ona göre, İnsan bilgisinin meydana
gelmesinde hem duyumların, hem de anlığın payı ve etkisi sözkonusudıır. En ilkel
deneyde bile deneyle İsbat edilemeyecek unsurlar vardır ki, bunlar zaman ve
mekan kategorileridir. Çünkü za­man ve mekan kategorileri deneyle
isbailana-mazlar, dolayısıyla deneyle elde edilemezler. Nitekim tabiat
bilimlerinde sadece duyular yo­luyla elde edilemeyecek veriler bulunmakta­dır.
Dolayısıyla bilimsel bilginin önermeleri zorunlu olarak doğru, aynı zamanda
tümel ve değişmezdirler. Oysa deneyin tümel ve zorun­lu bilgileri vermesi
mümkün değildir. Gerçek­ten bilgi teorisinin temellcndirilmesinde Kant’ın bu
anlayışı çerçevesinde analitik ve sentetik önermeler İle a pıioıi ve a
posterioıi bilgi arasında ortaya koyduğu ayrımlar önemli­dir ve hala da önemli
olmaya devam etmekte­dir.

Kant’tan sonraki
gelişmelerde Alman İdea­lizmi içinde Fichte “Ben” kavramını ahlak fel­sefesiyle
birlikte bilgi teorisini de kapsayacak biçimde temellendirdi. Hcgel mutlak idea­lizm
felsefesini, “aklî olan herşey gerçektir, gerçek olan her şey ise
aklîdir” temeline da­yandırdı. XVIII. yüzyıldan sonraki felsefi akımlar
bilgi teorisi çerçevesinde oluşurken, bilimler ile felsefenin zaman zaman
daralip genişleyen sınırlarını, konularını ve yöntemle­rini bu bağlamda
tartıştılar. XVIII. yüzyıl de­neyci felsefesi olsun, XIX. yüzyılın pozitivİst
felsefe olsun, XX. yüzyılın Frcge, Russelt, Whitehed başta olmak üzere
matematik-man-tıkçıları, Schlick, Carnap, Neurath gibi Viya­na Çevresi ya da
Yeni-Pozitivistlcri olsun, bu tartışma bağlamında ele alınabilir.

Bilgi teorisiyle
ilgisi bakımından yeni bir kul­lanımdan da sözetmekyerinde olur ki, bu yeni
kullanım “Epistemİk” (Epistemics) terimidir.

Epistcmik terimi,
1969’da Epİstemik okulu fonuyla ilgili olarak Edinburgh Üniversitcsİ’n-de İlk
kez ortaya atılmıştır. Terim epistemolo­ji olarak bilinen felsefi bilgi
teorisine zıt an­lamda bilginin bilimsel yoldan İncelemesine işaret eder.
Epistcmik sözcüğünün daha geniş kapsamlı bîr tanımı ise şöyledir: Aracılığıyla
bilgi vcanlamının gerçekleştirildiği ve ilctİşİ-me geçirildiği -algısal, zihni
ya da dilbilimsel-süreçlere ilişkin biçimsel modellerin kurulma­sı.

(SBA) Bk.: Bilgi.

 

İlgili Makaleler