Filozoflar

Beyazıd ı Bestami Kimdir, Hayatı, Mutasavvıflığı, Etkileri, Hakkında Bilgi

Ebû Yezîd Tayfur b. İsâ b. Sürûşân (ö. 234/848 [?]) İlk büyük mutasavvıflardan.

Hemen bütün tasavvuf ve tabakat ki­taplarında Bâyezîd-i Bistâmî’den bahsedilirse de bu bilgiler genellikle onun men­kıbeleri, sözleri ve sathiye* lerine dair olup bunlar arasında hayatıyla ilgili pek az bilgi bulunmaktadır. Bu kısıtlı bilgi­lere göre o İran’ın Horasan eyaletinde bulunan Bistâm kasabasında doğmuş­tur. Dedesi Sürûşân (Serûşân) aslen İran­lı Mecûsî bir din adamıyken müslüman olmuştur. Dindarlığı ile tanınan babası İsâ’nın İki kızı ile üçü de âbid ve zâhid olan Âdem, Tayfur ve Ali adlarında üç oğlu vardı. Ortancaları olan Tayfur Sultâ-nü’l-ârifin, Pîr-i Bistâm ve Bâyezfd (Ebû Yezîd) diye meşhur olmuştur. Câmî onun adını yanlış olarak Ebû Yezîd Tayfur b. îsâ b. Âdem b. Sürûşân şeklinde kaydet­miştir. Aslında bu Bâyezîd-i Bistâmi’nin değil büyük kardeşi Âdem’in torunu Ebû Yezîd Tayfur b. îsâ b. Âdem’in künyesi-dir. İkisini birbirine karıştırmamak için birincisine Büyük Bâyezîd, ikincisine de Küçük Bâyezîd denilir.

Kuşeyrî, Bâyezîd’in vefat tarihi olarak 234 (848) ve 261 (875) yıllarını verir ve son tarihi tercih eder. Herevî de 261 ta­rihini daha doğru görür. Sülemî arala­rında bir tercih yapmaksızın her iki ta­rihi de kaydeder. Sehlegî ise Bistâmr­nin 234’te yetmiş üç yaşında iken vefat ettiğini söyler ki bu duruma göre Bâye­zîd 161’de (777) doğmuştur. Abdürreff onun 131’de (748) doğup 234’te 103 yaşında iken vefat ettiğini zikreder. Bun­ların içinde doğruya en yakın olan Seh-legî’nin rivayetidir.

Attâr Bâyezîd’in 103 üstattan fayda­landığını söyler. Herevî onun başlangıç­ta Hanefî olduğunu belirtir. Şiî kaynak­lar genellikle Bâyezîd’in altıncı imam Ca’-fer es-Sâdık’ın (ö. 148/765) talebeleri arasında yer aldığını kaydederler. Fakat bu rivayet tarih bakımından doğru değildir. Bu sebeple onu yedinci imam Müsâ el-Kâzım’ın (ö. 182/798], sekizinci imam Ali er-Rızâ’nın (ö. 203/818) ve do­kuzuncu imam Ebû Ca’fer Cevad M. Ta-kl’nin (ö. 220/835! talebesi olarak gös­terenler de vardır. Hansârî Ravzatü’}-cennât’ta Ebû Ca’fer Cevad isminin Ca’-fer Sâdık şeklinde tahrif edilmiş olabi­leceğini söyler. Bütün bunlar Bâyezîd’i Şîa’ya yakın göstermek için ortaya atıl­mış rivayetlerdir.

Serrâc’ın Bâyezîd’i ömründe bir defa hacca giden mutasavvıflardan sayması, onun ilim ve marifet tahsil etmek için fazlaca seyahat etmediğini gösterir. Ni­tekim kendisi de Ahmed b. Hadraveyh’e çok dolaşmanın iyi bir şey olmadığını söy­lemiştir. BâyezTd’in tasavvufta üstadının Ebü Ali es-Sindî adında biri olduğunu kaydeden Serrâc’ın verdiği bilgilere gö­re Bâyezîd, ümmî olan bu şeyhe farzları yerine getirecek kadar şer’î ilim öğret­miş, karşılığında da ondan tevhid ve fe­na ilmini öğrenmişti. Attâr Bâyezîd’in çetin riyazetler ve zor mücahedeler sonunda bu makama ulaştığını söyler. Bâ-yezfd’in bazı sözlerine bakılırsa o tasavvufî bilgileri Allah’tan vasıtasız olarak aldığına inanıyordu.

Tasavvufun doğuş devrinde yaşayan Bâyezîd-i Bistâmî’nin, çağdaşı mutasav­vıfların birçoğu ile ilgili menkıbeleri var­dır. Bunlardan Şaklk-i Belhî, Hâtem el-Asam, Ahmed b. Hadraveyh, Zünnûn, Ebû Türâb en-Nahşebî. Yahya b. Muâz ve Seni b. Abdullah ile ilgili olan menkı­beler en önemlileridir. Bu menkıbelerin hemen hepsi Bâyezîd’in tasavvuftaki mertebesinin üstünlüğünü gösterir. “Bu­rada olan, biri sevgi kadehinden öylesi­ne içti ki bir daha hiç susamadı” diye kendisine haber gönderen Yahya b. Muâz’a, “Burada bulunanlardan biri de ye­di deryayı bir yudumda içtiği halde hâ­lâ ağzını açarak daha yok mu diye sor­makta” şeklinde cevap verdiği nakledi­lir. Bâyezîd ile çağdaşı sûfîler arasında geçtiği söylenen olayların çoğu mevsuk değildir. Aynı dönemde yaşadıkları hal­de Ma’rûf-i Kerhî, Haris el-Muhâsîbı, Se­ri es-Sakatî, Ebû Hafs el-Haddâd ve Hamdûn el-Kassâr ile Bâyezîd arasında geçen herhangi bir menkıbenin rivayet edilmemesi dikkat çekicidir.

Bâyezîd-i Bistâmîdaha sağlığında pek çok kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Bu ziyaretçiler arasında kendisine bağlanan ve görüşlerini benimseyenlerin sayısı ol­dukça fazladır. Bunların bir kısmı ise onun ailesindendir.  Büyük kardeşi Âdem’in oğlu Ebû Mûsâ, bunun oğlu Umey diye bilinen Musa b. îsâ ve Küçük Bâyezîd di­ye tanınan Tayfur b. îsâ onun görüşleri­ne bağlı olan mutasavvıflardandır. Bun­lar içinde özellikle Ebû Mûsâ, Bâyezîd-i Bistâmî’nin çok beğendiği, kalp safiye­tini takdir ettiği, kimseye açmadığı ilâhî sırları kendisine aktardığı sâdık bir ta­lebesi ve hizmetkârı idi. İbrahim el-He-revî, Hasan b. Aleviyye, Ebû Abdullah el-Mağribîve Ebû Mûsâ ed-Dübeylî. Bâye­zîd-i Bistâmî’nin tanınmış mürid ve ha-lifelerindendir.

Bâyezîd tasavvuf tarihinde sekr, fe­na, melâmet, tevhid, marifet, muhab­bet, mi’rac ve îsâr gibi konulardaki söz­leri ve şathiyeleriyle tanınır. O sâlikin kendinden geçip (sekr) benliğini yok ede­rek (fena) Hakk’a ermesi gerektiği dü­şüncesindedir. Sâlik bu dereceye ancak sürekli riyazet, çetin nefis mücadelesiy­le birlikte derin tefekkür ve dikkatli mu­rakabe ile erişebilir. Nitekim kendisi Al­lah’a hitaben O’na nasıl erebileceğini sor­duğunda, “Nefsini bırak da öyle gel” ce­vabını aldığını, bunun üzerine gömleğin­den çıkan yılan gibi nefsinden ve benli­ğinden sıyrılıp çıktığını ifade etmişti. Sa­hip olduğu mertebeye aç karın ve çıp­lak bedenle, nefsini on iki yıl çekiçle döverek ulaştığını söyleyen Bâyezîd bu mer­tebede âşıkla maşukun bir ve aynı, her şeyin “bir”den ibaret olduğunu görmüş, “Ey sen ki bensin!” şeklinde kendisine yine kendisinden nida ediidiğini söyie-miş, fenadan da fâni olmayı gösteren bu hali ifade etmek üzere “Heme üst” (her şey O’dur) sözünü kullanmıştı. Hakk’a giden yolun uzun olduğunu ve O’na ulaş­manın kolay olmadığını her fırsatta be­lirten Bâyezîd, Hakk’a erdiğini sananla­rın aslında henüz yolda olduklarını, bir erme halinden bahsedilemeyeceğini an­latmak için, “Binlerce makamı geride bı­raktıktan sonra Allah’ın mânasında de­ğil lafzında olduğumu gördüm” demiş ve bu şekilde Allah’ın künhüne ulaşma­nın imkânsızlığını anlatmak istemiştir. Serrâc, Allah’a olan yolculuğunu sembo­lik ifadelerle anlatan Bâyezîd’in şu sö­zünü nakleder: “Vâhidiyyet mertebesi­ne ilk defa ulaştığım zaman vücudu aha-diyyet, kanatları dâimîlik olan bir kuş olup on yıl keyfiyet semasında hiç dur­madan uçtum. Sonunda bundan miiyon-larca defa daha geniş olan bir semada ezeliyet meydanına varıncaya kadar uç­maya devam ettim. Burada ahadiyyet ağacını gördüm.” Bu ağacın toprağını, kökünü, gövdesini, dallarını ve meyvelerini tasvir eden Bâyezîd bunların bir al­datmacadan ibaret olduğunu söyler. Cüneyd-i Bağdadî bu sözü, “Mücerred tev­hidin olduğu yerde Allah’tan gayrı her şey bir aldatmacadır” şeklinde yorumlar.

Bâyezîd Allah’ın zâtını olumsuzluk ifa­de eden terimlerle anlatır. Meselâ, “On sene yokluk meydanında uçtum durdum; nihayet yoktan yokta yok olma haline erdim” demesi böyledir. Benlik, senlik. O’nluk (eneiyyet entiyyet, hüviyyet} deyim­lerini sık sık kullanan Bâyezîd maksadı­nı genellikle soyut kavramlarla açıklar. Kendi benliğinden geçip Allah’ın zâtına ulaşmayı bir mi’rac hali olarak uzun uza-diya tasvir eder. Daha sonra öbür sûfîlere de örnek olan bu ruhî mi’raca At­târ “in Tezkİretü’I-evliya^ adlı eserinde ve Sehlegfnin Kitâbü’n-Nûr’unda geniş yer verilmiştir. Şu ifadeleri Bâyezîd’in bu mi’rac halini kısaca açıklamaktadır: “Bir defasında Allah beni yükseltti ve huzu­runda durdurup, ‘Ey Bâyezîd! Halkım se­ni görmek istiyor’ dedi. Ben de, ‘Beni vahdâniyyetinle süsle, bana kendi hüvi­yetini giydir; beni ahadiyyetine yücelt, öyle ki beni gören halkın seni gördükle­rini söylesinler. Sen işte bu olasın ve ben burada bulunmayayım’ dedim.”

Sekr haline büyük Önem veren Bâye-zîd’e göre fena hali de esasen sekr ha­lidir; insan Allah’a bu halde ve bu hal ile yaklaşır. Bâyezîd’in sekr dediği cez­be ve vecd halinde iken söylediği şathiyeler açıklanmaya ve yoruma muhtaç­tır. Serrâc el-Lümâ^’da Cüneyd-i Bağdâdî’nin bu sathiye!erden bazılarıyla İl­gili açıklamalarını nakletmiştir. Sehlegî1-nin Kitâbü’n-Nûr”da topladığı şathi-yelerden önemli bir bölümünü de Baklî Şerh-i Şathiyyât’ta açıklamıştır. “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir”; “Cübbemin içindeki Allah’tan başkası değildir”; “İki âlemde Allah’tan başkası yok”; “Benim sancağım Muhammed’in-kinden büyüktür”; “Çadırımı arşın hiza­sında kurdum” gibi cümleler Bâyezîd’in meşhur şathiyelerinden birkaçıdır. Şat-hiyeleri dolayısıyla aleyhinde çok şeyler uydurulduğunu söyleyen Herevî, Bâyezîd’e isnat edilen bu tür ifadelerin ona ait olabileceğine ihtimal vermez.

Mutasavvıfların zevkle tekrarladıkları ve dillerinden düşürmedikleri söz konu­su şathiyeler bazı fıkıh ve kelâm âlimle-rince nefretle karşılanmıştır. Onlara göre Bâyezîd’in içinde sakladığı, bozuk İnanç­lar sekr halinde açığa çıkmıştır. İbn Sa­lim, “Bâyezîd’in dediğini Firavun bile de­memiştir” diyerek şathiyeleri reddetmiş­tir. Hatta hadis âlimlerinden Hüseyin b. îsâ el-Bistâmî, “Peygamber gibi benim de mi’racım var” dediğini ileri sürerek Bâyezîd’i Bistâm’dan kovmuştu. Bunun üzerine hacca giden, sonra da Cürcân’a dönen Bâyezîd ancak onun ölümünden sonra Bistâm’a gelebilmiştir. Hadis, fı­kıh ve kelâm âlimlerinden çoğu Bâye­zîd’in şathiyelerini doğru bulmamakla birlikte sekr halinden dolayı kendisini mazur görmüşlerdir. Nitekim Jbn Tey-miyye, sekr halinde söylenen bu tür şat­hiyeleri yaymak değil gizlemek gerekti­ğini ifade ederek ondan saygıyla bahse­der ve özellikle vahdet-i vücûcTcu mu­tasavvıfların bu sözleri delil olarak ileri sürmelerine şiddetle karşı çıkar.

Bâyezîd’in Allah’ın dışındaki bütün var­lıkları bir hiç olarak görerek “Heme üst” demesi, vahdet-i vücûda değil vahdet-i şühûda işarettir. Çünkü Bâyezîd’in ya­şadığı dönemde vahdet-i vücûd İslâm âleminde bilinmiyordu. Bununla birlikte daha sonra İbnü’l-Arabî başta olmak üzere vahdet-i vücûdcu mutasavvıflar Bâyezîd’i bu inanca sahip bir sûfî ola­rak tanıtmışlardır.

Allah’a karşı duyduğu sevgi ve özle­min sürekli ve şiddetli tesiri altında bu­lunan Bâyezîd’in cehennemden korkma­dığını, cennete pek değer vermediğini, namazı ayakta durmak, orucu aç kalmak­tan ibaret saydığını, sahip olduğu her şeye sırf Çenâb-ı Hakk’ın lutfuyla mâ­lik olduğunu söylemesi, İslâm’da önem verilen bazı hususları hafife alması şek­linde yorumlanarak tenkit edilmiştir. Yi­ne onun Semerkant’ta iken etrafına top­lananları dağıtmak için, Kur’an’da Fıra-vun’un söylediği bildirilen sözleri[55] aynen tekrar ederek, “Ben sizin en yüce rabbinizim” demesi[56], başka bir defasında yine halkın aşırı ilgisinden kurtulmak ve bu şekilde nefsinin gurura kapılmasını önlemek için ramazanda oruç bozması da tenkitlere sebep olmuştur. Bununla birlikte Baye-zîd-i Bistâmî bir aşk sûfîsidir. Yaşadığı aşk halini, “Aşkın yağdığı bir sahraya açıldım; zemini ıslanmış; burada ayak, kara batar gibi aşka batmaktadır” söz­leriyle ifade ederek bir bakıma kendisin­den sâdır olan taşkın söz ve davranışla­rın ıslak zeminli aşk sahasındaki ayak kaymaları olduğunu anlatmak istemiş­tir. Kendisinden pek çok keramet ve keşf hali nakledilen Bâyezîd olağan üs­tü hallere önem verilmesini istemezdi. Talan kişi tayy-ı mekân ediyor” denilin­ce, “Allah’ın lanetlediği şeytan ile leş yi­yen kargalar da aynı şeyi yapıyor”; “Fa­lan zat su üzerinde yürüyor” denilince. “Balıklar da aynı işi yapıyor” diyerek bun­ları önemsemediğini göstermiş ve aslo-lanın şeriatın hükümlerine bağlı kalmak olduğuna işaret etmişti. 0, şer’î edeb-lerden birine aykırı davranan kişiye Al­lah’ın velilik sırrını emanet etmeyeceği­ni söylerdi. Bir gün büyüklüğüne inanı­lan birini ziyaret etmek için yola çıkmış, bu zatın kıbleye karşı sümkürdüğünü uzaktan görünce onunla görüşmekten vazgeçmişti. Evinden mescide giderken bir defa olsun yola tükürmemişti. Yal­nızken bile Allah’ın huzurunda bulundu­ğunu düşünerek daima diz üstü oturur­du. Son derece insan severdi. Bir defa­sında, “Allahım! Beni cehenneme at ve vücudumu o kadar büyüt ki attık cehen­nemde başka birini koyacak yer kalma­sın” demişti. Hayvanlara bile sonsuz şef­kat beslerdi. Hemedan’dan aldığı har­dal tohumuna birkaç karıncanın karışa­rak Bistâm’a geldiğini görünce karınca­lan Hemedan’a götürüp eski yerine bı­raktığı rivayet edilir.

Bâyezîd coşkulu davranışları, taşkın sözleri ve samimi hali ile çevresindeki­ler üzerinde derin tesirler bırakmış ve seçkin bir zümrenin kendi görüşleri et­rafında toplanmasını sağlamıştır. Ken­disini takip edenlere Tayfûrî, tuttuğu yola da Tayfûriyye veya Bistâmiyye adı verilmiştir. Ancak Tayfûriyye bilinen mâ­nada bir tarikat olmayıp bir tasavvuf ce­reyanıdır. Hallâc, Siblî, Harakanî, Ebü Saîd-i Ebü’1-Hayr, Nifferî, Senâî, Attâr, Çâmî, İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız ve Mevlânâ gibi büyük mutasavvıflar hep bu cereyana bağlı kalmışlardır. Şüttâriyye ve Aşkıyye tarikatları da onu kendileri­ne pîr edinmişlerdir.

Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın Bâyezîd’in kabrini ziyaret ederken, “Burası herkesin kaybettiği şeyleri bulabileceği bir yer­dir” demesi, ölümünden sonra da tesi­rinin kuvvetle devam ettiğini gösterir. Sonraki dönemlerde bir velîyi övmek için ona “asrın Bâyezîd’i” denmesi de ken­disinin halk nezdindeki mertebesinin ne kadar yüce olduğunu belirtir.

İslâm toplumunca ortaklaşa kabul edi­len genel kurallara ve şer’î hükümlere bir çeşit meydan okuma telakki edilen Tayfûrîliğe kuvvetli bir tepki olma üze­re, sekre karşı sahv’ı savunan Cüney-diyye tarikatı ortaya çıkmıştır. “Sûfîler arasında Bâyezîd’in yeri, melekler ara­sında Cebrail’in yeri gibidir” diyen ve onun bazı şathiyelerini şerheden Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre Bâyezîd yine de tasav­vufta son mertebeye ulaşamamıştır; söz ve halleri sülûk’ün başlangıç ve ortala­rında görülen türdendir.

Bâyezîd çeşitli tarikatların silsilelerin­de bir kol başı olarak önemli bir yer tu­tar. Özellikle Nakşibendiyye gibi muha­fazakâr bir tarikatın bu taşkın ve coş­kulu velîye silsilenamesinde önemle yer vermesi, bazan onu Üveysî sayması ol­dukça dikkat çekicidir.

Bâyezîd’in şahsında ifadesini bulan son derece coşkulu ve etkili tasavvufî görüş ve davranışların kaynağı hakkında çeşit­li düşünceler ileri sürülmüştür. Sühre-verdî el-Maktûl, onu İslâm öncesi İran manevî hayatının bir temsilcisi sayar. Dedesinin Mecûsî olması da bu iddiayı doğrulamak için delil gösterilmiştir. Son zamanlarda bu görüş İran’da epey ta­raftar toplamıştır. Ebü’l-A’!â Afffî de ay­nı görüştedir. Üstadı Ebû Ali es-Sindî1-nin Hindistanlı olması, Bâyezîd’in Veda-lar’in ve Budizm’in tesirinde kaldığının bir delili olarak öne sürülmüştür. Diğer taraftan Kâmil Mustafa eş-Şeybî, Bâye­zîd’in düşünceleri ile Şiîlik arasında kuv­vetli bir münasebetin mevcudiyetine dik­kat çeker. Abdülkadir Mahmud da ta­savvufî telakkisinin esasını hulul* ve it-tihad’ın oluşturduğunu ileri sürerek Bâ­yezîd’i gayri İslâmî bir tasavvuf anlayı­şının temsilcisi sayar. İbnü’l-Çevzî’nin TeMsü İblîs’tek] Bâyezîd’le ilgili tenkit­leri de oldukça serttir.

Bâyezîd, tasavvufî görüşlerini Farsça olarak ifade eden ilk sûfîlerden biri olup daha sonra bu sözler Arapça’ya tercü­me edilmiştir. Şathiyelerinden bir bölü­münün yeğeni Ebû Mûsâ tarafından Cü­neyd-i Bağdadî için tercüme edildiği nak­ledilir. Onun söz ve şiirlerini ihtiva ettiği rivayet edilen bazı risaleler Abdurrah-man Bedevi tarafından Şatahâtü’s-sûiyye[57] adlı eser içinde neş­redilmiştir.

Türbesi Bistâm’da tarihî binaların top­lu olarak bulunduğu yerin tam ortasın­da, süs ve ihtişamdan uzak bir halde­dir. Gazan Han’ın, kabri üzerine bir tür­be yaptırmak istediği, ancak rüyasına giren Bâyezîd’in kendisini bundan vaz-geçirdiği rivayet edilir. Daha sonra Olcay-tu tarafından yaptırılan türbe tarih bo­yunca pek çok sultan ve devlet adamı tarafından ziyaret edilmiştir.

İlgili Makaleler