BEDEVILIK-HADARILIK
Bedevîlik: Sözlük
anlamı zahir olmak, ortaya çıkmak, görünmek olan bedevilik İbn Haldun’un
nazariyesinde bir başkasına göre önce çıkan, başlayan (hedavetü’ş-şey) iptida,
iptidailik; buna bağlı olarak çölde oturan, çadırlarda yaşayan, kırda,
arazide olan ve yerleşik hayata geçmeyen insanların genel hayatı tarzı demektir.
Bedevilik İbn Haldun’a göre Hadarili-ğin karşıtıdır.
Hadaıiiik: Hazır
olmak, kişinin civarı, önü, yanı kök anlamlarından türeme bir kelime olup
bedeviliğin karşıtı demektir. Ehl-i hader veya hadeti dendiğinde köylerde,
kasaba veya büyük şehirlerde İskan eden, yerleşik hayat yaşayan insan
toplulukları akla gelir.
İslam’ın ilk
dönemlerinden itibaren yazılmış çeşitli sözlük ve ansiklopedik eserlerde
“bedevilik ve haderilik” kelimeleri ele alınmış, eti-mojik ve
semantik anlamlan araştırılmıştır. Ne var ki, İbn Haldun’a gelinceye kadar hiçbir
eserde bu kelimelerin lamamiyle beşeri münasebetlerin kökeni, gelişmesi, toplum
hayatında devlet, yönelim, mülk, siyaset, hukuk ve tarihin değişme seyrini
tayin eden köklü sosyolojik anlamlarda kullanıldığını tespit etmek mümkün
değildir. Nitekim dünün klasik ve bugünün modern çalışmalarına baktığımızda
aynı olgunun söz konusu olduğunu görüyoruz. Bazı araştırmacıların dediği gibi,
“II-mu’l-Umran”ı yani “umran ilmini” kuran tbn Haldun’un bu
alanda ne öncesi vardı ne de sonrası. Umran ilmi İbn Haldun’a özgü bîr
bİIİmdİr.
İbn Haldun’un
geliştirdiği umran biliminde onun teorisini ayakta tutan temel kavramlar
vardır: Asabiyet, bedevilik, haderilik, umran, mülk, siyaset vb… Biz burada
bedeviliği ve ha-deriliği ele alacağız.
Haderİ olana
“karari” demek de mümkündür. Çünkü ist ikrar ve yerleşik olmakla
doğrudan ilişkili bir tanımlamadır haderilik. Badİye-de yaşayan bedevi insanın
karar ve İstikrarı yoktur. Duruma, şartlara ve mevsime göre bir yerden bir yere
göçer durur. Haderi olanın ise yeri yurdu bellidir; o, belirli bir coğrafi
bölgede, bir toprak parçası üzerinde karar kılmış, yerleşmiş, yerleşik hale
gelmiştir. Çok sayıda İnsanın bir takım nedenlerle belirli bir yerde
yerleşmesi, o yeri küçük bir yerleşim birimi olan köy, kasaba (karye) veya
büyük bir yerleşim birimi olan şehir (medine-belde) haline getirir. İbn Haldun
da diğerleri gibi karye, belde ve medine kelimelerini yerleşme düzeni ve nüfus
yoğunluğuna göre farklı anlamlarda kullanır.
Şam, Bağdat, Fustal,
Kudüs, Medine, Mekke gibi büyük şehirlerde yaşayanlara haderi denir; ama her
şehir veya köyde yaşayanlara haderi, buna mukabil her göçer topluluğa da bedevi
denebilir mi? İbn Haldun, genel bir tanımlama ile mağara, orman, sahra ve
çadırlarda, yurtlarda, obalarda, köylerde ve daha küçük yerleşme
merkezlerinde oturanlara bedevi der. Bu da gösteriyor ki, göçebelik ve şehirlilik,
bedevi ve haderi hayat tarzının tek ve nihai değil, en esaslı vasfıdır. Yoksa
kimi şehir varoşlarında yaşayanlar da bîr şehirde veya bîr şehre bitişik
yaşıyor olmalarına rağmen gerçekte bedevi sayılırlar. Nitekim, ziraat, yerleşik
hayatla yakından bağlantılı olmakla birlikte, İbn Haldun’a göre hayvancılık ve
ziraat bedeviliğe aykırı değildir.
İbn Haldun’un gözünde
asıl olan bedevi ha-yatur; haderilîk sonraları ortaya çıkmıştır, üs-ıclik kökü
bedeviliktir. Çünkü haderi hayatın olmadığı zamanlarda bedevi hayat tarzı
vardı. İnsanoğlu pek de erken sayılmayacak bir dönemde mağara, orman, ağaç
kovuğu, sahra, çöl, dağ başları gibi yerlerde yaşarken, önce çadır hayatına
(hayme) geçmiş, ardından köy, kasaba ve şehirler teşekkül etmiştir. Ona göre,
kelimenin etimolojik anlamına uygun olarak “Her şeyin en Önce ortaya
çıkan kısmına bedavet ve bedevi dendiği gibi, insan topluluklarının ilk ortaya
çıkan iptidai biçimlerine de bedavet ve bedevilik” denir.
Haderilik ise tarihte
sonraları ortaya çıkmış bir olgu dur: “Hadaret Önceki devletlerden sonraki
devletlere intikal eder.” Burada İbn Haldun’un haderiliği umran’a
yakınlaştırarak genel kültür ve medeniyet anlamlarında kullandığı görülür.
Bedevi bir
topluluğunun haderi bir topluma dönüşebilmesi için gerekli ve kaçınılmaz bir
süreç var. Bu süreç, o toplumun bedevilik derecesi de dahil olmak üzere, bir
takım coğrafi, tabii, sosyolojik, maddi ve özellikle iktisadi şartlarıyla
yakından ilgilidir. Hiç bir bedevi topluluk bir anda göçebelikten yerleşik hayata
geçip haderi olamaz. Haderi olacak bir göçebe topluluğun gelişmesinin son
aşamasında olması ve asabiyetinin üstün gücünü ve hızım koruması gerekir. Yoksa
asabiyetini kaybetmiş veya gevşetmiş bir topluluğa kıyasla undan daha geri
bir merhalede olan bir başka bedevi topluluk yeni bir hamle yapar, onu geçer
ve haderi olabilir. Tarihle bunun örneklerine bol bol rastlamak mümkündür.
Kimi bedevi
topluluklar tarımla da uğraştıkları halde, genelde onların geçim kaynakları
doğrudan tabiatta var olan zenginliklerdir. Bundan dolayı bedevilerin geçim
şekillerini hayvancılık, avcılık, toplayıcılık ve yer yer de ziraaıçilik tayin
eder. Büyük şehir merkezlerinde yerleşik hayal süren medeni toplumlar ise
geçimlerini daha başka yollar ve şekillerle temin ederler. Burada hayat
incelmiş, İlişkiler
organize olmuş, insanlar
arasında iş bölümü teşekkül etmiştir. Bilimler, teknik, sanatlar, zanaat,
hırfet ve ticaret, haderi hayatın belli başlı görünümleridir. Bedeviler hanı,
ilkel ve işlenmemiş maddeler üretirken, haderiler çeşitli teknik ve
zenaatlerle işlenmiş, mamul ve yarı mamul ürünler, maddeler üretirler. Bu temel
olgu, bedevilerle haderiler arasındaki iktisadi ve ticari münasebetlerde
dengenin daima haderiler lehinde ve bedevilerin aleyhinde gelişmesine yol
açar; böylece bedeviler haderilc-re bağımlı hale gelir. Bedeviler, haderilcre
ham veya işlenmemiş mal satar, onlardan ince sanat ve üstün tekniklerle
işlenmiş mamul ve yarı mamul madde ve mallar satın alırlar. Bu da bedevilerin
daima hadarilerin arkasında sürüklenmesi demektir. Geçmiş insan topluluklarının
ve kavimlerin larih tecrübesi gösteriyor ki, bedeviler hep günün birinde
haderi olmayı düşlemiş ve bunun için çalışmışlardır.
Burada üzerinde
durmamız gereken bir nokta var. İbn Haldun tarihi ve sosyolojik bir realiteyi
tespit edip tasvir etmeye çalışırken, değer hükmü ortaya koymaktan özenle
kaçmıyor. Çünkü ona göre bedevilik de, haderilik de tarihsel gelişmede tabii
ve kaçınılmaz olaylardır. Bundan dolayı ahlaki bakımdan haderi hayat tarzına
kıyasla bedevi hayat tarzını aşağılamak, küçümsemek için makul ve haklı bir
neden yoktur. Kaldı ki her ikisinin de kendilerine göre gelişmiş bir ahlak ve
kültür anlayışları vardır. İbn Haldun, işte burada “ümran” kavramını
kullanarak, ümranın hem bedevilerin, hem haderilcrin gelişmiş hayat tarzlarını
ifade edebileceğini söyler. Bedevilerin kendilerine özgü ümran ve kültürlerini
“Umraıuı’l-Bedevi” adlı umran-alt bilimi inceler; Binaü’1-Bcdc-vi,
Sınaatü’l-Bcdcvi veya Mülkü’l-Bedcvi gibi daha alt kollar da yine umran’a bağlı
olarak Umranu’l-Bedevi’nin birer türevidirler. Hatta dikkatle İncelendiğinde,
İbn Haldun’un şaheseri olan Mıtkaddime’ûe bedevi hayatın tabiata daha yakın
olması dolayısıyla daha sade ve tabii olduğu, bedevilerin ahlak, mertlik, cesaret,
şecaat, erdem ve dayanışmada haderilcre göre daha İleri ve üstün görülüp
Övüldükleri, yer yer yüçeltiklikleri anlaşılabilir.
Bedevilerin gelişmiş
siyasal organizasyonları, devlet örgütleri ve kurumlaşmış toplumsal yapılan
yoktur. Herşey kabile dayanışması ve asabiyeti temeli üzerinde yükselir. Göçebe
hayat yaşayanbedevilerin siyasi sistemleri riyasete, karşılıklı rıza ve
kabule, “şûra”ya ve gelişmiş, köklü törelere bağlıyken, haderiler
mülk içinde ve gelişmiş bir siyasi organizasyona bağlı olarak yönetilirler.
Haderilerİn kurumlaşmış askeri ve güvenlik örgütleri vardır, hükümdar bunlar
kanalıyla halk üzerinde hükmünü İcra eder. Haderi toplumlarda gözlenen mülk ve
devlet örgütü ile buna dayalı idari sistem (rejim), zor, baskı ve otoriteye
dayanır; bedevilerde ise mutlak İtaat yoktur, karşılıklı bağlılık, dayanışma
ve köklü töreler vardır.
Bir topluluk
bedevilikten haderİlİğe geçerken, aşamalı olarak riyaset sistemi de mülke
dönüşür. Bu köklü bir değişikliktir ve bir bakıma kaçınılmazdır. Çünkü
riyasetle yönetilen kabile asabiyetinin nihai amacı mülktür. Aslında haderi
toplumlarda gözlenen mülk ve devlet de, bedevi ha/attan haderi hayata geçildiğinde
riyaset tabii olarak mülke dönüşür, sade ve yalın hayat tarzının yerini külfet,
şa’şaa, ihtişam ve gösteriş alır. Bu tarihsel ve toplumsal kaçınılmaz değişimin
süresini, biçim ve gücünü doğrudan asabiyet belirler. Asabiyeti güçlü ve üstün
olan bedeviler bir süre sonra asabiyet güçleri içinde yaşadıkları yerleşik
hayat yüzünden hayli zayıflamış haderilerle savaşa tutuşurlar ve onları
yenilgiye uğratarak yerlerini alırlar. Ibn Haldun’a göre başından beri insanlık
tarihini oluşturan temel olgu budur.
Ibn Haldun’un 14.
yüzyılda ortaya attığı bu köy-şehir ya da kırsal-kentsel hayat karşıtlığı tezi
ondokuzuncu üyzyıl sosyolojisinde yeniden ele alınmaya başlanmıştır, önce
aralarında keskin bir karşıtlık olduğu varsayıl irken, sonraları birinden
öbürüne tedrici bir geçiş yaşandığı öne sürülmüştür. Örneğin R.Redfield küçük
kırsal birimlerden (köylerden) büyük kentlere doğru bir süreklilik içinde
geçildiğini iddia eder. Şehirleşmek daha seküler, daha bireyci ve daha fazla
işbölümünü gerektirmekte-
dir. Fakat son
zamanlarda bu tartışmalar gündemden kalkmakta olup kent-köy karşıtlığı önemini
kaybetmektedir.
Ali BULAÇ Bk.Asabîyet;
Göçebelik.