Nedir ?

Batın İlmi Nedir, Ne Demek, Hakkında Bilgi

Bâtın İlmi, Gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı manevî kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilim.

İslâm’da zahir ve bâtın olmak üzere iki bilgi türünün bulunduğu görüşü ilk defa Şiîîer tarafından ortaya atılmıştır. Hz. Ali henüz hayatta iken çevresinde toplanan bazı kişiler ondan başka hiç kimsenin bilmediği bir bâtın ilminin var­lığından söz etmişlerdi. Fakat Hz. Ali bu iddiaları reddederek Allah’ın kendisine lütfettiği zekâ ile naslardan çıkardığı ba­zı mânalar dışında herkesin bildiğinden farklı bir ilme sahip olmadığını belirtmiş­ti. Buna rağmen Şiîler Hz. Peygamber’den sonra yegâne meşru halife tanıdıkları Hz. Ali’nin başka insanların bilmediği bâtın ilmine sahip bulunduğu. onun “ilim şehrinin kapısı” olduğu inan­cını sürdürmüşler ve kendisine ait oldu­ğunu iddia ettikleri bazı sözler rivayet etmişlerdir. Bir kısmı Sünnî kaynaklara da girmiş olan bu sözlerden birinde Hz. Ali göğsünü göstererek, “Burası ilimle dolu”, başka bir sözünde de “Aranızdan ayrılmadan bilmediklerinizi bana sorun” demişti.

Aşırı Şiîler’den Ebû Mansûr el-İdî Al­lah’ın Hz. Muhammed’e tenzü*i, kendi­sine ise te’vil*i indirdiğini ileri sürmüş, tenzîli zahirî ilim, te’vîli de bâtınî ilim şeklinde açıklamıştı. Ca’fer es-Sâdık’ın öğrencilerinden sayılan ve bâtın ilmi­ni bildiği öne sürülen Câbir b. Hayyân bu ilmi, “kanunların konuluş sebeplerini ve ilâhî akıllara uygun olan özel gayele­ri bilmektir” şeklinde tarif etmiş ve bu açıklamasıyla felsefî bilgilere işaret et­miştir.

Hz. Ali’den sonra Muhammed Bakır ve Ca’fer es-Sâdık gibi imamlara intikal ettiğine inanılan bâtın ilminin, bu ilmi anlama ve kavrama seviyesinde olmadı­ğından halka açıklanması uygun görül­memiştir. Zira halk bâtınî anlamları kav-raya m ayacağından bu konuda söylenen­leri reddedecek ve bu yüzden günaha girecektir. Hz. Ali’ye nisbet edilen bir sö­ze göre Hz. Peygamber kendisine yet­miş çeşit ilim öğretmiş, ancak o halkın kendisini yalancılıkla suçlamasından çe­kindiği için bunları açıklamamıştı. Zeynelâbidîn ve Ca’fer es-Sâdık gibi imam­ların da sahip oldukları bâtınî bilgileri putperestlikle suçlanıp idam edilmele­rinden endişe ettikleri için açıklayama­dıkları rivayet edilir. Ca’fer es-Sâdık’ın bildiği iddia edilen cefr” ilminin de bâ­tın ilmi olduğuna inanılır.

Bu tür rivayetler Şiî inancında önem­li bir yer tutar. Şiîler bu ilmin masum imamlar yoluyla kendilerine intikal etti­ğine inanırlar. Aralarında benzerlikler bu­lunmakla beraber Ca’feriyye’deki bâtın ilmi ile İsmâiliyye’deki arasında büyük fark vardır. Ca’feriyye ve Zeydiyye mez-heplerindeki bâtın ilmi anlayışı İsmâiliyye mezhebinde olduğu gibi hiçbir zaman dinî mükellefiyetleri geçersiz sayma nok­tasına varmamıştır.

Şia’nın bâtınî ilim anlayışı şer’î hüküm­lerden çok imamet ve siyaset konusuy­la sınırlı kalmasına karşılık tasavvuf dü­şüncesinde konu bu iki alanın dışında tamamıyla farklı bir bağlamda ele alın­mıştır.

Mutasavvıflar dinî ilimleri biri zahir, di­ğeri bâtın olmak üzere ikiye ayırır; ha­dis, fıkıh ve kelâm gibi ilimlere zahir ilimleri, tasavvufa da bâtın ümi adını ve­rirler. Zahirî ilimlerle meşgul olanlara za­hir ulemâsı, rüsum ulemâsı ve ehl-i za­hir, kendilerine de bâtın ulemâsı ve ehl-i bâtın derler. Mutasavvıflara göre naslar-daki gizli mânaları, ibadetlerin manevî ve ahlâkî özünü, varlık ve olayların arka­sındaki sırlan açıklığa kavuşturan bâtın ilmi gizlidir ve onu halka açıklamak caiz değildir. Çünkü halk bu yüksek ilmi ve ondaki ince mânaları ya anlayamaz ve­ya yanlış anlar. Bu yüzden bâtın ilmi an­cak zeki, yetenekli, istekli ve kalp gözü açık kimselere öğretilir. Başlangıçta bâ­tın ilminden sadece işaret yolu ile bah­sedilir, bu ilim açık şekilde ifade edil­mezdi. Bâtın ilmini işaretle değil sözle anlatan İlk süfî Zünnûn el-Mısrî’dir (ö. 245/859). Fakat o bu ilmi sadece kendi­sine inananlara anlatmaktaydı. Cüneyd-i Bağdadî bu ilmi mahzenlerde ve kapalı kapılar ardında öğretiyordu. Tasavvuf tarihinde bâtın ilminden kürsülerde açık­ça bahseden ilk sûfînin Şiblî olduğu söy­lenir. Bununla beraber bâ­tın ilmi geniş ölçüde her zaman gizli öğ­retilmiş, bu anlayış tarikatlarda da de­vam ettirilmiştir.

Mutasavvıflara göre bâtın ilmi İslâm’­dan ayrı ve onun dışında bir ilim değil­dir. Bu ilim esasen nasların derîn ve ince mânalarından ibaret olup Hz. Peygamber tarafından bazı sahâbîlere öğretil­miştir. Nitekim onun. sırdaşı (sâhibü sır-ri’n-nebî) Huzeyfe b. Yemân’a bazı sırlar tevdi ettiği, ayrıca Ebû Hüreyre’nin, “Hz. Peygamber’den iki ilim öğrendim; birini yaydım, öbürünü saklı tuttum, onu da yaysaydım başımı keserlerdi” dediği ri­vayet edilir. Hz. Peygamber’in dinde fakih olması için dua ettiği İbn Abbas’ın ilminin de bâtın ilmi olduğu söylenir.

Cüneyd-i Bağdadî, Hz. Musa’nın Hızır’­dan öğrendiği “ledün ilmi”(Kehf 18/65) ile Hz. Ali’nin bildiği bâtın ilmi­nin aynı şey olduğunu söyler. Serrâc’a göre Kur’an’ın, hadisin ve İslâm’ın da za­hir ve bâtını vardır. Geniş anlamıyla şe­riat ilmi bu ikisini de ihtiva eder. Nite­kim sûfîlere göre, “Allah size zahir ve bâtın nimetlerini bol bol vermiştir”(Lok­man 31/20) mealindeki âyette bu husu­sa işaret edilmektedir. Cibril hadisinde söz konusu edilen “İslâm” zahir, “iman” bâtındır; “ihsan” ise zahir ve bâtın ha­kikatlerinin birliğidir.

Sûfîler, eh!-i zahir arasında işaret ve remizlerle anlattıkları, fakat kendi ara­larında bazan açıkça konuştukları bâtın ilminin önem ve değeri konusunda gö­rüş birliği içindedirler. Bâtın ilminin üs­tünlüğü ilk tasavvufî eserlerde de önem­le vurgulanmıştır. Gazzâlî zahir ilmine kabuk fkışr). bâtın ilmine öz (lüb) naza­rıyla bakar. Zahir ilmi yola, bâtın ilmi menzil*e ait bilgilerdir. Sûfîler metot olarak zahir ilminin eğitim ve öğretim­le, bâtın ilminin ise mistik sezgi (keşf) ile elde edildiğini söylerler. Bu şekilde belli bir silsile ile Hz. Peygamber’den gelen veya özel bir yolla naslardan çıkarılan bilgiler gibi ilham ve keşf yoluyla vası­tasız olarak Allah’tan alınan bilgilere bâ­tın ilmi denir. Nitekim İbnü’l-Arabî, “Ve­lîler bilgileri peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar” derken bu hususu belirtmiştir. O Fusûsü’l-hikem’de her bölümün başı­na getirdiği “hikmet” sözü ile bâtın ilmi­ni kasteder. Gazzâlî bâtın ilmini biri mu­amele, diğeri mükâşefe ilmi olmak üze­re ikiye ayırır. Birincisini eserlerinde ge­niş olarak açıkladığı halde ikincisinin kitaplara yazılmasının ve ifşa edilmesi­nin caiz olmadığını ifade eder.

Serrâc’ın el-Lüma* ve Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kütü’l-kulûb adlı eserleri bâ­tın ilmi hakkındaki Önemli kaynaklardarıdır. Fakat bâtın ilmiyle ilgili en ba­şarılı açıklamalara Gazzâlî’nin İhyâ’ü “ulûmi’d-dîn’inde rastlanır. Gazzâlf na­maz, oruç, zekât, hac ve Kur’an tilâveti gibi bütün ibadetlerin bir zahirî, bir de bâtınî yönü bulunduğunu ifade ederek zahirî amel-bâtınî amel, zahirî hüküm -bâtınî hüküm, zahirî edep-bâtınî edep, zahirî temizlik-bâtınî temizlik gibi ikili ayırımlar yapar. Meselâ ona göre rükû-un zahirî mânası eğilmek, bâtınî mâna­sı saygı göstermektir. Zahirî mâna be­den, bâtınî mâna ruh gibi olduğundan bâtınî yönü gerçekleşmeyen ibadetler cansız sayılır.

Kur’an’ın, hadislerin ve ilmin zahir ve bâtınından bahseden mutasavvıflar Hz. Peygamberin de zahirî ve bâtınî yönü bulunduğunu, zahirini kâfir-mümin her­kesin bildiğini, bâtınını ise ancak mü­minlerin ve velîlerin anlayabileceğini be­lirtirler. “Sana bakıyorlar ama görmüyor­lar”(A’râf 7/1981) mealindeki âyette işaret edildiği gibi inkarcıların baktıkla­rı halde görememeleri onun bu bâtınî yönüdür.

Zahir ile bâtın arasında bir çelişkinin bulunup bulunmadığı konusu önemle tar­tışılmıştır. Gizli ve bâtınî bir ilmin meş­ruiyeti kabul edildikten sonra bu konu­da farklı kanaatlere sahip kimseler, za­man zaman “şathiyyât” türünden taşkın­lıklara kadar varan sözlerle ifade ettik­leri kendi inanç ve düşüncelerini bâtın ilmi olarak takdim etme yolunu tutmuş­lardır. Ancak bu tür taşkınlıklar bütün zahir âlimleriyle birçok mutasavvıf ta­rafından İslâm’ın zahirî hükümlerine ve temel esaslarına aykırı bulunarak red­dedilmiştir. Nitekim Ebû Saîd el-Harrâz, Hücvîrî, Gazzâlî, Sühreverdî gibi birçok şûfî, “zahire aykırı düşen her bâtın bâ­tıldır” kaidesini benimsemişlerdir. Ancak Hz. Mûsâ ile Hızır’ın bilgilerinde olduğu gibi(Kehf 18/65) görünüş itiba­riyle de olsa bu iki ilim arasında bir çe­lişki bulunabileceğini kabul eden Gaz-zâlî’ye göre bu bilgilerin hakikatini ve halka açıklanmayan kader ve ruhla ilgi­li bazı sırları ancak velîler ve arifler bi­lebilir. Naslarm mecazi mânaları da bâ­tınî mâna sayılır. Bir şeyi bilmekle o şe­yi yaşayarak öğrenmek arasında fark bulunduğu gibi zahir ile bâtın arasında da bir fark olabilir. Hal diliyle söylene­ni söz diliyle anlatmak da bir kapalılığa yol açar.

Zahir ilmi ile bâtın ilmi arasındaki uyum ve tutarlılığın her zaman yeteri kadar açık biçimde ortaya konulamaması, bir taraftan Sülemî, Gazzâlî ve İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların Bâtınîlik’le suçlan­masına, diğer taraftan çeşitli dış kay­naklardan, özellikle Bâtınîlik’ten, Şîîlik’-ten, İhvân-ı Safa ve Yeni Eflâtunculuk’-tan gelen tesirlerin “bâtın ilmi” ve “nasla-nn bâtınî mânası” adı altında İslâm mu­hitinde kolaylıkla tutunmasına yol açmıştır.

İsmâiliyye ve Ta’lîmiyye’nin bâtın an­layışı ile tasavvuftaki bâtınî mâna arasın­daki fark şudur: İsmâiliyye’ye göre de nasların zahirî ve bâtınî mânaları var­dır; ancak asıl geçerli olan bâtınî mâna­dır; zahir sadece avam ve ehl-i zahir içindir. İsmâilîler kendilerini zahirî mâ­nalar ve bunlara dayanan şer’î hüküm­lerle yükümlü ve sorumlu saymazlar. Bu­na karşılık mutasavvıflar naslann hem zahirî hem bâtınî mânalarını geçerli ka­bul ederler. Onlara göre zahirî mâna “hak”, bâtınî mâna “hakikaf’tir. Bu se­beple her iki mânaya göre hareket et­me mecburiyeti vardır.

Bâtın ilminin varlığı daha çok Gazzâli’den sonra ve onun etkisiyle zahir ule­ması tarafından da benimsenmiştir. An­cak kelâmcılar bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyu ile haber-i sâdık içinde dü­şündükleri peygamberlere gelen vahiy ve ilhamı kabul ederler. Gazzâlî, Râzî, Âmidî gibi müteahhir devir kelâmciları mu­tasavvıfların keşf, ilham, bâtın ilmi gibi deyimlerle ifade ettikleri bilgileri de bil­gi kaynağı olarak kabul etmekle birlik­te, bu tür sübjektif bilgileri vehim ve ku­runtulardan ayırabilmek için bunların Kitap ve Sünnete uygunluğunu esas al­mışlardır. Kelâmcıların bu görüşü aslın­da yukarıda da belirtildiği gibi süfîlerin, “zahire aykırı düşen her şey bâtıldır” il­kesinin değişik bir şekilde ifade edilme­sinden başka bir şey değildir. Teftâzâ-nfnin, “İlhamla ilim hâsıl olursa da bu ilim herkes için bir delil teşkil etmez” sözü bu konuda kelâmcıların ortak gö­rüşlerinin özeti sayılabilir.

“Bâtın ilmi Allah’ın sırlarından bir sır ve O’nun hükümlerinden bir hükümdür. Allah bu ilmi velîlerinden dilediği kişile­rin kalplerine atar” anlamındaki bir ha­disi zikrederek bunun uydurma oldu­ğunu söyleyen İbnü’l-Cevzî bâtın ilmiy­le ilgili daha başka rivayetleri de tenkit etmekle birlikte sonuç olarak ilhamın mümkün olduğunu kabul eder. İbn Teymiyye bâtın ilminin “imanın gizli haki­katlerini bilmek” anlamına geldiğini söyler. Bâtın ilminin doğrudan doğruya Al­lah’tan aldıkları bilgiler olduğunu öne süren İbnü’i-Arabî gibi bazı mutasavvıf­lar için “mülhid” kelimesini kullanan aynı müel­lif, Gazzâlî’yi de Mişkâtü’l-envâr’dakı görüşlerini delil göstererek süfîlerin giz­li bilgilerini vahye denk tutmakla suçla­mıştır.

Haris el-Muhâsibî, Kelâbâzî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi Sünnî mutasav­vıflar Kur’an ve hadis çerçevesinde ka­lan bâtın ilmini kabul etmişler, bunu da nasların mânalarını derinleştirmek ola­rak anlamışlardır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

İlgili Makaleler